Müslüman düşüncede “menfi şartların şiddete dayalı siyasî inkılapla ıslahı” fikrinin tartışılması Haccac’ın tarih sahnesine çıkışından sonra mümkün olmuştur. Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Hz. Abdullah b. Zübeyr (ra ecmain)’in “hilafet talebinden sonraki” şehadeti, Müslüman dimağın ve toplumun gördüğü dünyada emsali vuku’ bulmamış öyle bir zındıklık, zulümât, cürüm ve İslam’a ve milletine hadsiz, hudutsuz bir düşmanlık olduğunu şeksiz ispat etmektedir.
İsyan çağı, zalimlerin çelik kalkanlarını, keskin kılıçlarını ortaya çıkarmış ve önüne çıkan tüm özgürlük-ahlâk-iman taraftarını çok sert biçimde telef etmiştir. İbn Zübeyr’in başı kesilmiş, cesedi de üç gün çarmıhta kalmıştı. Yine bu süreç Müslümanların kutsalları olan Kâbe’nin yıkımına, Müslümanların birbirlerinin ölümünün sebebi olmasına da yol vermiştir. Müslümanların bütün kutsalları, İslam adına yapılan mücadelelerde tahrip edilmiştir. İslam’ın bütün Arap Yarımadasında hâkimiyeti için aç ve susuz kalan, birbiri ile kardeş ve akraba olan muttaki önderlerin birbirlerine kılıç çeker hale düşmeleri sonraki nesillerin vicdanında asırlarca kanayacak büyük yaralar açmıştır.
Ölümü öyle sevindiriciydi ki Haccac’ın…
Haccac, 661 yılında Taif'de doğdu. Künyesi Ebu Muhammed Haccac bin Yusuf bin Hakem es-Sekafî şeklindedir. Emevîler'in “Mervanî” kolunu destekledi ve onlar tarafından da kollandı. İçlerinde Enes bin Malik’in de bulunduğu çok sayıda kişiye zulmetti ya da katletti. Zor kullanarak biat aldı, biat vermeyenlere de dinden çıkmış muamelesi yaptı. Abdullah ibn Zübeyr, Said bin Cübeyr gibi âlim ve salih insanların şehadetlerinin sebebi oldu. Emevi dönemi isyanlarını bastırmada etkili olunca, 697 yılında yetkileri daha da arttırılarak bütün doğu illerinin valisi yapıldı. Şöyle dediği söylenir: “Evet, ben berbat bir adamım, ama siz yönetici olarak benim gibi zalim bir adamı hak etmişsiniz. Tebazeru Ete'ammeru Leküm=Siz Ebu Zerr gibi olunuz, ben de Ömer gibi adil olayım.”
Haccac’ın zulmünün bir benzeri sonraki dönem İslam toplumlarının hiç birinde bir daha görülmedi. Bu nedenle ölümü üzerine Hasan-ı Basrî’nin, “Allah’ım, onu ortadan kaldırdığın gibi sünnetini de kaldır” diye dua ettiği, Ömer b. Abdülazîz’in şükür secdesine gittiği ve İbrahim en-Nehaî’nin sevincinden ağladığı söylenir. Katlettiklerinin sayısı, bazı kaynaklarda 120 bine kadar çıkarılmaktadır. Haccac-ı Zalim’in ortaya çıkışının Müslüman toplumlarındaki “isyan kültürü” ile ilgisi olduğu söylenmelidir. Müslümanlar Peygamber (asv)’in ölümünden hemen sonra birbirlerine kılıç çekmişlerdi. İsyan ve kardeş kavgası, Haccac gibi bir zulmet halinde Müslüman topluma geri dönmüştür.
Hariciler hangi konularda birlik içindeydi?
Tartışmaların temeli “imamet kimin hakkıdır?” sorusundan çıkıyorsa da, aslında münakaşaların ağırlık merkezini “ef’al’u ibad” yani “kulların fiilleri” teşkil ediyordu. Hariciler “büyük günah” işleyen müslümanların katli vacibtir, yolunda bir fıkıh geliştirmişler ve İslam dünyasında tatbik etmeye başlamışlardı. Müslüman dünya Yecüc (zorba sultanlar) ile Mecüc (anarşistler) arasında bir fitneye batmıştır. Hariciler, “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek Hz. Ali’den (Şia’dan) ayrılmış bir topluluktu. Hz. Ali (ra) ile Muâviye arasında yapılan Sıffin savaşında, sorunun çözümü için tarafların birer hakem atamaları üzerine ortaya çıktılar. Onlara göre Allah’tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur (lâ hukme illâ lillâh). Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar. Hariciler birçok fırkaya ayrıldığı halde üç noktada görüş birliği içindeydi:
1) Hakem olayını kabul ettiği için Hz. Ali, Hz. Osman, hakemler Amr b. el-As ve Ebû Musa el-Eş'arî, Cemel savaşına katılan Hz. Âişe, Talha ve Zübeyir’i kâfir kabul etmek. Onlara kâfir demeyen de kâfirdir. Böylece “silsile-i mükeffirin” (tekfir etmeyeni de tekfir et) denilebilecek bir fikir geliştirdiler.
2) Büyük günah işleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak.
3) Zalim devlet başkanına karşı isyanı farz kabul etmek.
Onlara göre, hür seçimle işbaşına gelmesi şartıyla herkes İmam olabilir. Seçimle başa geçirilen kişi doğru yoldan saparsa görevden alınması, hatta öldürülmesi farz olur. Hariciler hakkında şu hikâye anlatılır: “Hz. Ali müşriktir” demediği için Abdullah b. Habbab’ı öldürdüler. Buna mukabil, Hristiyanın hurmasını ücretsiz kabul etmediler. Abdullah’a “Hakeme başvurma hakkında ne dersin?” dediler. Abdullah, “Hz. Ali’nin, Allah'ın kitabını sizden daha iyi bildiğini ve Allah'ın dinini sizden daha iyi koruduğunu ve görüşünün sizden daha basiretli olduğunu söylerim” dedi. Haricîler, “Sen hidayete tâbi olmuyor, adlarına bakarak adamlara tâbi oluyorsun” dediler, Abdullah’ı nehrin kenarına götürdüler ve orada öldürdüler. Diğer yandan bir Hristiyan’dan bir hurma ağacı istediler, adam “Alın sizin olsun” dedi. Onlar ise, “Vallahi bunu parasız almayız” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hristiyan adam “Bu ne garip şey, Abdullah b. Habbab gibi bir adamı öldürüyorsunuz, fakat bizim hurma ağacımızı para vermeden almak istemiyorsunuz?” dedi.
‘Sivil itaatsiz’ bir mecra tuttular
Hasan-ı Basrî (D.641- Ö.728) İslam dünyasındaki karışıklık ve kardeş mücadelelerinin şiddetle devam ettiği bir dönemde yaşadı. Tabiûn’dandır. Babasının ve annesinin köle olduğu rivayet edilir. Annesi Hz. Peygamber (asv)’in eşlerinden Ümmü Seleme’nin kölesiydi. Annesi bir yere gideceği zaman Hasan-ı Basrî’yi Ümmü Seleme’nin kucağına bırakırdı, çocuk O’nun kucağında sakinleşirdi.
Hasan-ı Basrî ekolü, tıpkı İmam-ı Azam ekolü gibi “sivil itaatsiz” bir mecra tutmuştur. Hasan-ı Basrî’nin de İmam-ı Azam gibi “Horasan Ekolü” ile alakası vardır. Horasan valisi Rebi’ b. Ziyâd’ın kâtipliğini yapmıştır. Bu ekol, zalimi zulmünde yalnız bırakmak ve zulmün zulm olduğunu ifşa ederek “emr-i bil maruf nehy-i anil münkerde bulunmak” şeklinde tarif edilebilir. Ömer b. Abdülaziz döneminde Basra kadılığı yapmış ve bu görevden bir maaş almamıştır. Haccac-ı Zalim vali olunca istifa eder; tıpkı İmam-ı Azam gibi kadılık görevi yapmaktan, zulmün uygulanmasına ortak olmaktan kaçar. Hayatının sonuna kadar da gelen tüm memurluk taleplerini reddeder. İlim ve vaazla meşgul olur.
Mücadele ilim ve zühd ile
Bu ekolün bir başka özelliği de zalimlerle mücadelenin ilim ve zühd ile yapılmasıdır. Şecaat, ilim, takva, zühd ile maddi otorite yıkılarak manevi otorite kurulacaktır. Hasan-ı Basrî, bu ekolün sembol isimlerinden biridir. Halife Abdülmelik b. Mervan, Hasan-ı Basrî’nin kaderle ilgili görüşlerini öğrenmek istemiş, risaleyi Halife’ye getiren görevli şu sözleri söylemekten kendini alamamıştır: “Sahabelerden ve geçmiş nesle ait âlimlerden bilgi elde edenler arasında, Hasan-ı Basrî’den daha fazla Allah’ı, dinini ve Kitab’ını okuyup tefekkür eden hiç kimse kalmamıştır.” Böylece Hasan-ı Basrî, İslam toplumunun imamı, ahlâki ve vicdanî önderi, Hakk’ın sözcüsü haline gelmişti. Bu, aynı zamanda zalimlerin imam olmayacağı ayetinin de tecellisidir: “Rabbi İbrahim'i bir takım emirlerle denemiş, O da onları yerine getirmişti. Allah, ‘seni insanlara önder kılacağım’ demişti. O ‘soyumdan da’ deyince, ‘zalimler benim ahdime erişemez’ buyurmuştu.” (2 Bakara 124)
Döneminde İbn Sîrîn, eş- Şa’bî gibi âlimler Yezit b. Muaviye’nin hilafete varisliğinin yanlışlığını söylemeye cesaret edemedikleri halde, Hasan-ı Basrî bunu hata gördüğünü çekinmeden ifade etmiştir. Hasan-ı Basrî’nin, Haccac’ın yüzüne, “Gök ehli senden nefret ediyor, yeryüzü ehli de seni lanetliyor” dediği kaynaklarda yer alır. O’nun ekolü; hem zorba, zalim yöneticilere ve hem de şiddet, devrim, anarşi ile iktidarla mücadele eden siyasî ekollere karşı bir öğüt, denge, vakarlı duruş ve ahlâk öğretisiydi. Sivil itaatsiz düşünürlerinin tümündeki (Habil, İmam-ı Azam, Gandhi, Tolstoy, Cevdet Said) ilim, zühd, Allah’a tedeyyün, hakkı söyleme, zulme taraftar olmama özellikleri Hasan-ı Basrî’de de görülür.
İdareciler ‘beş emniyet’i sağlıyorlar; o halde…
Hasan-ı Basrî, toplumdaki kötülükleri, toplumun kendi ahlâki durumunun bir tezahürü görüyordu. Bu nedenle, “İdarecileriniz amellerinize benzer; siz nasılsanız öyle idare edilirsiniz” (Aclunî, Keşfu’l Hafâ, I/46/47) hadisine dayanarak insanların halleriyle idarecilerin zulmü arasında bağlantılar kuruyordu. Ona, “niçin Haccac’a isyan edip kötülüğü değiştirmiyorsunuz?” sorusu geldiğinde, “muhakkak ki Allah tövbe ile değiştirir, kılıçla değil” diyordu. Böylece bireysel ve toplumsal değişmenin yasasını belirleyen ayeti Müslüman topluma uygulamıştır: “Bir toplum kendi nefsini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirecek değildir.” (13 Rad 11) Toplum, anarşi ve zulmü zühd ile değiştirebilir. Kötülük ilelebet baki kalmaz; toplum nefsini değiştirince kötülük de sönüp kaybolur.
Hasan-ı Basrî, ilim-ahlâk-zühd ile hareket eden bir “direniş teorisi”ne bağlı idi. Bu direniş “pasif muhalefet”tir. Siyasal otoriteden beslenmemek, kötülüklerinde onu yalnız bırakmak, kötülüklerle mücadeleyi kavga-kılıçla yapmaktan da berî durmak şeklinde ifade edilebilecek ekol kurmuştu. Haccac ve Abdülmelik b. Mervan’a karşı başlatılan ayaklanmalara katılmamıştı. Bu ayaklanmalara katılmama sebebi de şudur: İdareciler, Cuma ve vakit namazlarını kıldırıyor (din emniyeti), nikâhları kayıt altına aldırıyor (nesil emniyeti), sınırları ve malları koruyor (mal emniyeti), adaletsizlik halinde hadleri uyguluyor (can emniyeti), şarap, kumar, uyuşturucu gibi mefsedeti yasaklıyor (akıl emniyeti). Beş emniyeti koruyana haksız yere karşı çıkmaya (ayaklanma) “nankörlüktür” demişti.
Sufi değildi, zahiddi
Hasan-ı Basrî, eleştirirken, kendisini alenen tehlikeye atacak bir söylemden uzak durarak nefsini zelil etmekten sakınır. Nitekim bu tavır Kur’an’da delillendirilmiştir: “Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20 Taha 43-44) Nitekim çağdaşı Said b. Cübeyr, bu ilkeyi uygulamadığı için idam edilir. Hasan-ı Basrî, toplumda iyiliği söyleyen bir topluluğun sürekliliğini (davetin devamlılığını) esas alıyordu, zulmü eleştirirken hakikati söyleyecek âlimlerin tamamını telef edecek bir zararı celbetmek caiz değildi.
Zahiddi. Sufi değildi. Sûf giyerek ayrışanları tenkit ederdi. “İlmü’l kulûb” üzre tefekkür ederdi. “Kalblerinizle konuşun” derdi. “Nefislerinizi gemleyin, çünkü onlar azmaya müsaittir.” O’na göre tefekkür daima ahiret düşüncesini ortaya çıkarmalıdır. Bunun için fakr olmak yani dünyadan uzaklaşmak gerekir. “Kendini murakabe etmeyenin ahir hesabı çetin olacaktır” diyordu.
Dünyadan kaçış, zühd, nefsinden emin olmama hali hüznünün kaynağıdır. Hüznü önemsiyordu. Gülmek kalbi öldürürdü. Vera sahibiydi. Kötülük yapmaktansa kötülüğe maruz kalmayı tercih etmek gerekir. Manevi hayatın en yüksek noktası Muhabbetullah’tır. Nefs muhasebesi, iktidarla mücadeleden, insanın Allah’la aşkına çıkıyordu. Bir insan Allah’ı anar (zikr) ve O’na yaklaşırsa, öyle bir an gelir ki Allah o kulun işiten kulağı, gören gözü olurdu. Aşk, Allah’a varan bir ahlak ayaklanmasıydı. Zühd, bir direnişti.
Lütfi Bergen - dunyabizim.com