Zeynep Alpaslan'ın haberi
Tolstoy’un hikâyesi iki bölümden oluşuyormuş gibi anlatılır: Dini buhran öncesi ve sonrası. Büyük yazar elli yaşına geldiğinde birdenbire bir şey olmuştur sanki. Tepesi atmıştır, kendini dine vermiştir, servetini köylülere dağıtmıştır ve ‘Anna Karenina’, ‘Savaş ve Barış’ gibi büyük eserlerini kötülemeye, ahlakçı ve öğretici denemeler yazmaya, vaazlar vermeye başlamış ve ömrünün sonuna dek, otuz yıl boyunca bunu sürdürmüştür. Sanatçının kendisi, kendi hayatını bu dönüm noktası üzerinden tanımlamaya girişmiştir; onun hayatı hakkında yazanlar da nedense bu yanılsamayı devam ettirmişlerdir. Oysa hiçbir yaşam ikiye bölünemez, hiçbir insan pat diye bambaşka birine dönüşemez. Değişim yavaş yavaş ve görünmeden gelir; geldiğindeyse öyle bir şaşırtır ki, önden yolladığı tüm ipuçlarını, işaretleri, uyarıları da bir çırpıda silip atarak kendini anlaşılmaz ve gizemli kılar. Tolstoy’un hikâyesi de gizemle doludur; kendisi inkâr etmiş olsa da, meşhur kırılma noktasının iki yanına düşen iki karşıt yaşam, aslında döngüsel ve birbiriyle iç içedir.
İnsan ruhunu ‘kitap gibi okumakla’ kalmayıp, hayal ederek, yorumlayarak, yaratarak ve anlamlandırarak yenibaştan yazan, bu özelliğiyle de sıradan biyografi yazarlarından ayrılan Stefan Zweig, Tolstoy biyografisinde (‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’) sanatçıyı ‘yıkılmayacak şekilde Moskova toprağına kök salmış bir Rus çınarı’ olarak tasvir eder. Tolstoy, ahlaki ikilemleri sonucunda seçtiği ‘taraf’ ne olursa olsun, bu seçimini ayakları yere basan, köklü ve istikrarlı bir Rus taşkınlığıyla yaşamaya ve başkalarına dayatmaya devam etmiştir: Şehvet düşkünüyken, bunu dizginleyebilmek adına evlenmiş ve bu kez, karısıyla çocuklarına duyduğu kayıtsızlığı gizlemek zorunda kalmıştır. Avlanmaya duyduğu iştah, dindar biri olup çıktıktan sonra bile devam etmiş, hayvanların kanını akıtmaktan vazgeçince de, bu kez aynı tutkuyla hayvan hakları savunuculuğuna soyunmuştur. Küçük yaşta ailesinin, sonra çocuklarının ölümüyle yüzleşmek zorunda kaldığından ölüm onda hep bir saplantı olmuş, yaşlılığında bile aşırı zinde ve sağlıklı olmasıyla tanınırken, ölüm düşüncesi hiç yakasını bırakmamıştır. Muhteşem bir gözlem gücü ve titizlikle kaleme aldığı gerçekçi eserlerini Tanrı arayışı sırasında elinin tersiyle kenara itmiş, bunun yerine edebi değeri olmayan, bağnaz, didaktik yazılar yazmıştır. Çağdaşları ona sanatına dönmesi için çağrılar yaparken, Tolstoy sanatın illa yüce bir amaca hizmet etmesi gerektiği fikrini benimseyip, diğer büyük yazarları küçümsemeye ve insanlara ders vermeyi amaçlayan hikâyeler anlatan vasat ozanları yüceltmeye devam etmiştir. Köylülerin efendisi, toprak sahibi soylu bir kontken birden şiddeti mülkiyetle özdeşleştirip şiddetin, dolayısıyla mülkiyetin bütün biçimlerine karşı durmaya ant içerek, varını yoğunu Yasnaya Polyana köylülerine dağıtıp, onlar gibi giyinmeye, onlar gibi konuşmaya başlamıştır. Yaşamının iki bölümüne değil, bütün katmanlarına aynı desen çizilmiştir; taşkın, coşkulu, depresif, öfkeli bir aşırılık.
Tolstoy’un yaşamının son otuz yılı bambaşka bir yaşam gibi görülse de, aslında geçmişinin kaçınılmaz takipçisi ve taklitçisidir. Nasıl şehvet düşkünlüğünden kaçmak için evlendiyse, yıllar sonra, bu kez kendinden kaçmak için yollara düşer Tolstoy. Fakat inançları uğruna çıktığı bu kişisel yolculuk, bir tren istasyonunda noktalanır. Stefan Zweig bu anlamlı yaşam üzerine şöyle yazar: “Otuz yıl boyunca, yirmi yaşından elli yaşına kadar Tolstoy, yaratıcı olarak yaşamını tasasız ve özgür bir şekilde geçirdi. Otuz yıl boyunca, elli yaşından ölümüne kadar ise sadece erişilmez olana zincirlenmiş bir şekilde anlaşılmaz olanı kavramak, hayatın manasını ve özünü anlamak için çırpındı. Kendine bu büyük görevi yükleyinceye kadar güçlükle karşılaşmadı: Gerçeği bulmak ve sadece kendini değil, tüm insanlığı da kurtarmak için savaştı. Böyle bir sorumluluğu yüklenmesi onu bir kahraman, hatta hemen hemen bir aziz yaptı. Bu uğurda ölmesi ise onu insan neslinin en insancılı yaptı.”