Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni
Ray Bradbury, liseyi bitirdikten sonra ailesinin koleje göndermeye parası olmadığı için, kolej eğitimini kütüphanelerde yapar. 28 yaşındayken bir üniversitedeki konferans sırasında onun edebiyata düşkünlüğünü öğrenen kolej müdürü, ona bir kep, bir cüppe ve diploma vererek kütüphaneden "resmen" mezun olmasını sağlar.
Yaşadıklarını uçuk bir şekilde yazar.. Örneğin; Los Angeles'te bir yazar arkadaşıyla, gece yolda yürüyerek konuşmaktayken yanlarında duran polis arabasından dışarı çıkan polis memuru sorar:
Ne yapıyorsunuz?
Ayaklarımızın birini diğerinin önüne koyuyoruz.
Kaşları çatılan polis memurunun bu yanıttan bir şey anlamadığını anlayınca da açıklayıcı bir şekilde devam eder..
Bizi durdurmanız mantıksız. Eğer bar soymak veya bir dükkandan bir şey çalmak isteseydik, araba kullanıyor olmamız gerekirdi. Soymuş, çalmış uzaklaşıyor olurduk. Gördüğüğünüz gibi arabamız yok, sadece ayaklarımız var.
Demek yürüyorsunuz? Sadece yürüyor musunuz?
Karşısındakilerin başlarıyla onayladıklarını gören polis, söyleyeceği dört kelimenin bir öykünün yazılmasına neden olacağını bilemezdi elbette:
Pekala, bir daha yapmayın!
Sinirlenmekte haklıdır kahramanımız ve yürümenin yasaklandığı, bütün yayaların suçlu sayıldığı gelecek bir zamanda geçen Yaya adlı öyküsünü yazar..
Yazar, henüz dokuz yaşındayken İskendiriye Kütüphanesi yangınlarını öğrenir. Ağlar ve okumasının kaçınılmaz olduğunu söyler.
1950 yılında, yani ikinci dünya savaşından sonra, soğuk savaş döneminde (totoliterizm tehlikesinin hakim olduğu bir dünyada) bir büro tutamayacak kadar parasız olan Ray Bradbury, yarım saatini on pensten kiraladığı bir daktilo ve yazma odasında bir çok öyküsünü yazar. Öykücülüğün doruk noktasına çıktığı kitabı Fahrenheit 451'dir.
Fahrenheit, kağıtların yanıp tutuştuğu ısı derecesidir. Bu da yaklaşık 233 santgraddır. Olaylar, zamanı belirsiz bir gelecekte geçer. Tüm dünyada itfaiyecilere eski amaçla gerek kalmamış, onlara yeni bir görev verilmiştir. Özel yanmaz giysiler giyen itfaiyeciler evlere girip, su yerine gazyağı püskürten hortumları ile kitapları yakarlar. Bu itfaiyecilerin tek görevi budur ve romanın kahramanı Guy Montag işini seven bir itfaiyecidir. Mekanik tazılarla kitap sahiplarini avlamak, kitapları yakmak gibi sistemi koruyucu işlevleri yerine getiren elemanlardan biridir. On yıldır bu işi yapan Montag, alevlerin kitapları yutuşunu hiç sorgulamamış, insanların ömürleri boyunca yazdıkları her şeyi iki dakika içerisinde yakıp küle çevirmiştir. Ama bir gün 17 yaşında genç bir kızla karşılaşınca, kafasında sorular uyanmaya başlar. Adı Clarisse olan bu genç kız, Montag'a uzun zaman önce itfaiyecilerin yangınları başlatmak yerine, söndürdüklerinin doğru olup olmadığını sorduğunda Montag: "Hayır, evler her zaman için yangına dayanıklı olmuştur" cevabını verir.
Çünkü bu dünyada geçmişi yok ederek, tarihi kendisiyle başlatma özleminde olan bütün totoliter sistemlerde olduğu gibi geçmişin hep böyle olduğu kanısı yayılarak geleceğin de aynı olacağı beklentisi verilmeye çalışılmaktadır.
İnsanlar, kendilerine, çevrelerine ve doğaya tamamen yabancılaşmışlardır. İntihar ve kürtaj çok yaygındır. Doğumların sezeryanla olması tercih ediliyor. Toplumun ve bireylerin hafızası odanın dört duvarını kaplayan televizyonların ve deniz kabuğu denilen kulak radyolarının kontrolü altındadır. Uyku halinde bile kulak radyolarıyla devam eden kontrollülük sayesinde bireyler hep "anı" yaşıyorlar. Montag'ın karısı Mildred, kullanımı çok yaygın olan uyku haplarıyla intihar ettiği halde sabah bunu hatırlayamaz.
Söz konusu bu duvar televizyonlarının aktörlerine "akrabalar" ve "aile" denmektedir. Özel televizyon senaryolarıyla izleyicinin programa katılımı sağlanır ve teknik bir donanımla aktörlere izleyicinin ismi söyletilerek akrabalar arasındaki bağ güçlendirilmektedir.
Montag'ın Clarisse'le yaptığı söyleşiden anladığımıza göre; eğitimde üç unsur söz konusudur: 1) Film öğretmenlerinin verdiği televizyon dersi. 2) Diğer anti-ütopyalarda da gördüğümüz resim ve spor dersleri. 3) Çalgı uyarlama tarihi dersi.
Çocuklar arsında suç işleme oranı yüksektir. En büyük zevkleri otoyolda yüksek hızla araba, kitaptaki adıyla "böcek" kullanıp hayvan veya insan ezmektir. Nitekim Clarisse de yapmaya alışkın olduğu gezintilerinden birinde böyle bir kazaya kurban olacaktır.
Bu arada sürekli bir savaş durumu söz konusudur. Ancak insanlar bu durumla çok ilgili değillerdir. 1960'dan beri iki atom savaşı olmuştur. Her ikisini de olayların geçtiği ülke (büyük ihtimalle yazarın yaşadığı Amerika) kazanmıştır. Bu ülkede yaşayanlar zengindir, iyi besleniyorlardır. Dünyanın geri kalanı ise yoksuldur ve açlıktan ölmektedir. Montag sorgular: "dünyanın ağır şartlarda çalıştığı ve bizim eğlendiğimiz doğru mu? Bu yüzden mi bizden bu kadar nefret ediyorlar?"
Kitapta bir de "Cesur Yeni Dünya"daki gibi kahramanımızın aradığı cevaplara sahip, ama ruha sahip olmayan "Mustafa Mond" benzeri Beatty vardır. Beatty Montag'ın çalıştığı 451. birimin şefidir. Clarisse ile konuştuktan sonra kafası karışan Montag'a itfaiyecilik tarihi ile ilgili; 1790 yılında, ingiliz etkisinde kalan kitapların yakılması için kolonilerde "Benjamin Flanklin tarafından" kurulduğunu söylemesine rağmen daha sonra üstü kapalı olarak bunun resmi ağıza ait bir yalan olduğunu, ikna olmayan Montag'a itiraf ederek itfaiyeciliğin iç savaş zamanında kurulduğunu söyler. Aynı adam daha sonra yaktığı evden çaldığı kitapları evine getiren Montag'ın evini kendisine yaktırdıktan sonra Montag tarafından yakılarak öldürülecektir. Montag'ı şikayet edip alarmı veren ise kendi karısı Mildred'dir.
Kitapta Beatty'nin ağzından dünyanın bu duruma sürükleniş serüvenini okuruz. 20. yüzyılın başlarında sinema doğar. Radyo ve Televizyonun kitleleri olmaya başlar. Kitleleri oldukça basitleşirler. Artan nüfusla birlikte filmler, radyolar, dergiler, kitaplar bir çeşit puding hazırlama yönergesi düzeyine iner. Klasik yapıtlar kesilip on beş dakikalık radyo oyunlarını, tekrar kesilip, iki dakikalık kitap sütununu dolduruyor, daha da kısalınca sözlük sayfasında on ya da on iki satırlık özet oluyorlardı.
Okullar kısaltıldı, disiplin gevşedi, felsefe, tarih, dil dersleri kalktı, yaşam kolaylaştı, iş azaldı, eğlence çalışmaktan hemen sonra gelmeye başladı. Artık herkese daha çok spor, topluluk ruhu, eğlence düşer ve düşünmek gerekmez. Beatty şöyle devam eder: Hiç de anayasanın dediği gibi kimse eşit ve özgür doğmamıştır, herkes eşit yapılır. Her insan bir diğerinin sureti olunca herkes mutlu olur.
Bu arada karşımıza korkak aydın rolüyle Faber çıkar. Onun şu sözleri hem düşündürücü hem de içinde bulunduğu durumu iyi resmetmektedir. Aslında belki de yazar bu sözlerle hem kitabı yazma sebebini ifade etmekte hem de okuyucuya nasihat etmektedir: "Uzun zaman önce olayların ne yöne gittiğini görmüştüm. Hiçbir şey söylemedim. Hiç kimsenin 'suçlu'ları dinlemeyeceği zamanda ben her şeyi çekinmeden yüksek sesle söyleyebilecek suçsuz insanlardan biriydim, fakat ben de sustum ve kendim de suçlu durumuna düştüm. En sonunda kitapları yakmak için merkez kurarak itfaiyecileri kullandıkları zaman bir iki kez söylendim, fakat sonunda boyun eğdim, çünkü benimle birlikte haykıran, söyleyen hiç kimse yoktu o zaman. Şimdi de her şey için çok geç."
Montag onun eylemlilikteki eli olacaktır. Faber, değişimin bilişim teknelojisinden uzak gerçekleştirilemeyeceğini düşünmektedir ki; uzun yıllar boyunca, bu sessizlik döneminde, çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırmıştır. Faber'in Montag'a söylediği, "sana gereken kitaplar değil, bir zamanlar kitapların içinde olan bazı şeyler. Aynı şeyler bugünün oturma odası ailelerinde de(yani duvar televizyonlarında) olabilirdi" gerçeği, bana Mustafa Mond'un "bir zamanlar insanlar bilimin sonsuza dek gelişeceğini zannederlerdi, ama bilimin uygarlığımızın aleyhine gelişmesine izin veremezdik" itirafını hatırlattı.
Daha sonra Kitap-İnsanların da ifade edeceği gibi Faber de savaşı beklemektedir. Bu bağlamda Montag'a "oturma odası ailelerinden daha yüksek sesle bağırabilir misin? Bırak savaş ailelerin sesini kessin" diyecektir. Faber ve Kitap-insanlar savaşın mevcut düzeni bozarak onlara ihtiyaçları olan hareket alanını açmasını beklemektedirler.
Ve Montag artık bir suçlu olarak arandığı şehirden kaçarak sonunda kitapları ezberleyerek, her biri bir kitap haline gelmiş, kimliklerini bir kitapla değiştirmiş, adları sorulduğunda bir kitap başlığı söyleyen insanların yaşadığı gizli bir gettoya iltica eder. Bu kaçış esnasında helikopterli, medyatik ve sıkı bir takip yaşanır ve Montag yakalanamayınca, toplumun gözü önünde yürütülen yakalama harekatını başarıyla tamamlanmış gibi göstermek isteyen otorite, üstünlüğünü kanıtlamak için daha önce akşamları gezintiye çıkarak şüpheleri üzerine çekmiş birini yakalayarak suçlunun yakalandığını söyler.
Kitap-insanlar yaşadıkları ormanlık alanda rahattırlar. Otorite, şehri "oturma odası aileleriyle" yeterince kontrol altında tuttuğunu düşündüğü için olacak, bu insanları bulmak için ayrıntılı bir takibe girişmez. Onlardan biri, "kafalarında şiirlerle dolaşan birkaç çatlaktan onlara zarar gelmez. Bunu onlar da biliyor, biz de biliyoruz, herkes biliyor. Nüfusun büyük kısmı Magna Carta ve Anayasadan alıntılar yaparak dolaşmadıkça, sorun yok" diyerek, uyanışı gerçekleştirme rolünü Magna Carta ve Anayasaya bağlamış olması ilginçtir.
Yine Montag'ın çalıp ezberlemeye çalıştığı kitabın Kitab-ı Mukaddes oluşuyla, yazar, yol gösterici olarak "dine" işaret etmektedir.
Kitabın sonunda, beklenen savaş başlar ve şehir bir atom bombasıyla yok olur. Ve kitap-insanlar, 'bilgi'den uzak 'enformasyon' bombardımanıyla beyinleri uyuşmuş çoğunluktan geriye kalan yalnız insanlara sadece "hatırladıklarını" söylemek için yola koyulurlar. Evet, yıkmanın bir zamanı ve yeniden yapmanın bir zamanı vardır.
Kitap, Hollywood Sinemasının bilim kurgu filmlerini görsel planda öne çıkarmaya çalışan anlayışının tersine, "Yeni Dalga" akımının kurucularından François Truffaut tarafından sinemaya aktarılmıştır. Filmde yakılan ilk kitap Don Kişot'tur. Kitapta, papazın, Don Kişot'un kitaplardan etkilenmesini engellemek için yaktığı kitaplar gibi, filmde de insanların hayallerinin ürünleri olan kitaplar yakılmaktadır. Kitap, Mell Gibson'un baş rol oyuncusu olduğu yeni bir projeyle tekrar sinemaya aktarılmak istenmekte.
Sonuç olarak; kitap, genel olarak modern insanın kendine, çevresine ve doğaya yabancılaşmasını karanlık bir dünyada betimler. Yazarın 1953 yılında kitabı kaleme alırken kendi tabiriyle "kehanette" bulunarak söylediği gibi ve yine kitapta Beatty'ye söylettiği gibi "eğer dünya kitap okumayanlarla, öğrenmeyenlerle, bilgisizlerle dolmaya başlarsa, kitapları yakmak zorunda kalmazsınız." Fakat odaların dört duvarını kaplayan televizyonlarla insanların aynileştirilip standartlaştırıldığı bu dünyada bile herşeyi olmasına rağmen eksik birşeylerin farkına varıp mutlu olmadığını anlayan Montag'ın tarihle bağ kurmasıyla uyanışı başlar. Montag'ın uyanış serüveniyle birlikte yazar, modern insanın yabancılaşmasını yoğun bir elştiriye tâbi kılmasına rağmen Montag'a yol gösterici olarak seçtiği din (Kitab-ı Mukaddes) hiçbir şekilde yeni seçilen yaşam tarzında etkin değildir. Ve hatta bu hayat tarzı ve dolayısıyla kitap tamamen ideolojiden soyulmuştur. Bu anlamda bilim kurgu romanlarının ideolojiden uzak oldukları eleştirisini hak etmektedir. Bunun da ötesinde gelecekle uğraşma çabasında olanların sıkı ilişkiye girdikleri bu tür, 'uydularla iletişim', 'karadeliklerin kestirme yol olarak kullanılması' ve 'internet' örneklerinde olduğu gibi bilim adamlarına yol gösterici olma özelliği taşımaktadır. Bu nedenle anti-ütopya yazarları ve genel olarak bilim kurgu yazarları eleştirdikleri sistemin lokomotifleri haline gelmekten uzak olamazlar.
Yazarın "Anka Kuşu" romanında daha belirgin ortaya çıktığı gibi sınırları çizilmemiş bir özgürlük anlayışı vardır. Bununla birlikte yazar, modern hayatın getirilerini bu kadar karanlık bir şekilde anlatır ve uyanışı gerçekleştirecek unsurlar olarak yine modernizmin elemanları olan Magna Carta ve Anayasaya işaret eder. Bu noktada yazarın bir açmaza girdiği görülmektedir.