PROF. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN ‘KÜRT SORUNUNU ORTAK ÜST AKIL ÇÖZER’ DİYOR
Bu coğrafyada aidiyet olur, etnik kimlik olmaz
Öğün: Kimlik feodal yani devletsiz bir bin yıl yaşayan Avrupa’ya aittir. Bize uymaz. Bu coğrafyada kimlik değil aidiyet vardır. Selamün aleyküm diyerek Çine’e kadar gidersiniz.
Kürt meselesinde tam da ‘şükür artık silahlar susacak, konuşa konuşa anlaşacağız’ derken bir anda yine başa dönüldü. Demokratik Toplum Kongresi’nin tartışmaya açtığı demokratik özerklik önerisi, kamuoyunda her düzeyde tartışılıyor, eleştiriliyor ve herkes tepkisi neyse onu ortaya koyuyorken, daha önce bir araya geldikleri pek görülmemiş olan genelkurmay, hükümet ve muhalefet, kafa kafaya verip tek bir açıklama yaptı: ‘Tek devlet, tek bayrak, tek dil’. O kadar.
Ama elbette, tartışma kaldığı yerden devam ediyor:
Kürt meselesinin ve çözümün neresindeyiz? ‘Taraflar’ın psikolojileri nasıl? Müzakere mi ediyoruz meydan mı okuyoruz? PKK’nın sivil uzantıları aracılığıyla tartışmaya açtığı çözüm önerileri üzerine düşünülebilir mi? Kendi sorunlarımızı tanımlamakta hataya mı düşüyoruz? Bu mesele etki tepki mesabesinden nasıl kurtulur ve gerçekten adil bir formül bulunur? 20 yılı aşkın bir süre ders anlattığı Uludağ Üniversitesinden ayrılıp Maltepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesine gelen Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün ile konuştuk. Bu alanda yayınlanmış çok sayıda çalışması bulunan Prof. Öğün meseleye sadece siyasi açıdan bakarak büyük bir hataya düştüğümüzü söylüyor ve dikkatimizi bu coğrafyaya, Kürtler ile Türklerin ortak tarihine, kültürüne, ortak kolektif hafızaya çekiyor.
Önce bir koordinatları belirleyelim: Kürt sorunu çok daha eski bir sorun olmakla birlikte PKK’nın varlığıyla birlikte 30 yıldır başkalaştı, büyük kayıplar acılar yaşandı. Devlet bu sorunu silahla çözemeyeceği konusunda fikir birliğine vardı ve iki yıl önce demokratik açılım süreci başladı. Ancak PKK’nın silahsızlandırılması Habur deneyimiyle, Kürtlerin kimlik talebi demokratik özerklik taslağıyla kilitlendi. Devlet de tek ses halinde ‘tek devlet tek bayrak tek dil’ dedi. Siz bu süreci nasıl okuyorsunuz?
Müzakere siyasetin zorunlu parçası ancak bu toprakların insanları –her hangi bir etnik unsuru vurgulamıyorum- müzakere kültürünün çok dışında. Bu, çok taraflı olarak böyle. Nasıl müzakere edilir, müzakere edilirken ne önerilir, iki tarafın hassasiyetleri nelerdir? Müzakerenin kendini anlatmaktan ziyade karşı tarafı okumakla ilgili başka bir boyutu var ve bu ülkenin insanları bunu bilmiyor.
Bu konuda çok da deneyimsiziz.
Deneyimsiziz. Siyasi kültür tarihimizde böyle bir şey yok. İstişare, danışma var ama karar alma süreçlerinde müzakerenin yeri yok. Bu, Batının bir ayrıcalığı. Çünkü Batı, feodal yani devletsiz bir tarih yaşadı. İş başa düşünce de çatışmaları halletmekte böyle bir yöntem geliştirdi. Orada sözleşme kültürü de var. Yani müzakere-mukavele kültürü bu. Ama mesela bu ülkenin insanları söz verirler tutmazlar. Bu çok olağan bir şeydir. Kimse de hesap sormaz. Dolayısıyla biz müzakere etmeyi bilmediğimiz için mukavelenin dilini ve yöntemini de oluşturamıyoruz. Sözleşme yapmak gibi bir niyet de her zaman açık değil.
MEYDAN OKUNUYOR MÜZAKERE EDİLMİYOR
Tartışmalar nasıl yürüyor peki?
Dalgalar halinde. Daha çok meydan okuma var bizde. Meydan okumayı seven bir kültürüz. Bu konuda biraz fetişçi bir tarafımız var. Bu herkese sirayet eden bir şey, Kürtler için de geçerli yani. Ben bu topraklara Diyar-ı Rum diyorum. Diyarı Rum yani Roma topraklarının sakinlerinde –ki sakin olduklarını hiç zannetmiyorum- meydan okuma ve aceleye getirme kültürü vardır. Çok aculuzdur, bu topraklardaki dinamizm de buradan kaynaklanır. Onun için her şeyi çok aşırılaştırmayı severiz. Mesela komşumuz Fars diyarı öyle değildir. Onlar mübalağa etmeyi severler ama aşırılaştırmazlar.
Bu ayrım hiç sağlıklı bir ayrım olmamakla birlikte konuyu konuşabilmek için zorunlu olarak kullanmak durumundayım: Kürtlerin kimlik taleplerini dile getiren Kürt tarafı ile bunu müzakere etmesi gereken tarafın (devlet, siyasiler, Kürtler dışında toplum kesimleri…) psikolojileri nasıl?
Çok ortak psikolojiler bunlar. Bence esas kültürel durumlar da onlardır. Bir kültürel durum, bir kültürel iddia üzerinden anlaşılmaz. O iddianın nasıl dile getirildiği üzerinden anlaşılır. Dili üzerinden anlaşılır. Ve o iddianın karşı taraf itibarıyla nasıl algılandığı meselesi vardır. Bunlar da çok ortak; korkular, endişeler, gerilimler hali. Her adım kendi içinde bir meydan okuma ve karşı taraf da bunu bir meydan okuma olarak okuyor. Buralardan nasıl çıkılacak, bütün mesele budur. Yoksa bunun içinde bir kör dövüşüdür gider.
FIRSATÇILIKTAN VAZGEÇİLMELİ
Sizin öneriniz ne?
Müzakere etmeyi öğrenerek tabii, ama bunu nasıl yapacağımızı bilmiyorum. Bildiğim şu: Biz de müzakere yoktur. Müzakere olmayınca da sözleşme doğmuyor. Bizde tam tersine, her adımda bir fırsatı değerlendirme, azami fayda elde etme kültürü vardır. Çok fırsatçıdır bu ülkenin insanları. İyi de değerlendirirler. Bu bazı anlamlarda çok iyi sonuçlar doğurur, mesela ekonomi anlamında çok girişimci bir ruh doğuruyor. Ama siyasette tam bir kilitlenmeye yol açıyor.
TÜRKLERİN HAFIZASINDA DAĞILAN OSMANLI VAR
Psikolojileri konuşalım: “İki taraf” da korkuyor; Türkler bölünmekten Kürtler asimile olmaktan. Türkiye toplumunun genelinde geçerli olan bölünme korkusu gerçekliği olan bir korku mudur öğrenilmiş bir korku mu?
Elbette gerçektir. Müzakerede geçerli olan şey kendini anlatmaktan çok karşı tarafı anlamaktır. Türklerde Kürt problemi üzerinden bir bölünme korkusu varsa, bu bir vehim değildir. Talepler öne sürülürken bu hassasiyetin çok iyi anlaşılması lazım çünkü yakın dönem tarihimiz bunun çok somut örnekleriyle doludur.
Tanzimat gayet iyi niyetli bir adım attı. ‘Osmanlı Milletleri’ dedi, her topluluğa kültürel özerkliğini verdi, daha ne yapacaktı? Bakıyorsunuz bunların siyasette temsiline, her çeşit adam var, hiçbir şekilde etnik kompleks, dinsel kompleks falan yok. Ama ardından patır patır parçalar ayrıldı.
Bu, Türklerin bir vehimdir demek tarihsel olarak bir haksızlıktır. Dolayısıyla Kürtlerin kendi kültürel durumlarını onarmak, düzeltmek, esenliğe kavuşturmak gibi bir niyetleri varsa birinci derece veri almak zorunda oldukları şey budur. Ortaya ‘bayrak’ talebi koyarsanız bunun Türklerdeki tınlaması ayrılıktan başka bir şeydir değildir. Siz istediğiniz kadar “hayır öyle değil” diye anlatın.
Demokratik özerk Kürdistan taslağını siz nasıl buldunuz?
Bu taslak idari bir reform tasarısı ama aynı zamanda siyasal ve kültürel dinamikler üzerinden bir idari reform tasarısı. Bunlara bakıp “Bunlar düpedüz ayrılmak istiyorlar” diyemem, niyet okuyamam ama bunun nasıl anlaşılacağı konusunda bir şeyler söyleyebilirim: Bu devlet talebidir, başka türlü anlaşılmaz bu topraklarda. Bu algının arkasında tarihsel tecrübeler var, fethi 300 senede tamamlanmış Balkanların 12 günde nasıl elimizden gittiğinin kaydı var hafızamızda.
TÜRKLER DE O KADAR SAF TÜRK DEĞİL
Osmanlı’nın parçalandığı dönem milliyetçiliğin yükseldiği, imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin kurulduğu bir dönemdi. Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak kurulduğunda, farklı etnik unsurları barındırıyordu ancak, devletin bu ‘tek ulus tek dil’ politikasına karşı olarak neden değil diğer etnik unsurlar değil de Kürtler böylesi bir tepki verdi?
Bugün, Kürt olmayan eşittir Türkler, olarak adlandırılan nüfus, öyle bir etnik saflık içinde değil ki. Bunun içinde şu kadar milyon Türkmen, Yörük var ama ayrıca Lazlar, Çerkezler, Arnavutlar, Boşnaklar çeşit çeşit insanlar var. Onlar bunu niye benimsedi sorusunun cevabı: Çünkü onların büyük bir kısmı göçmendi. Onlar Osmanlı mülkünde yaşanan büyük siyasi demografik depremler sonucu, dalga dalga buralara tutunum sağlamaya gelmiş insanlardı. Ve gelmelerinin sebebi de tabii ağırlıklı olarak Müslüman olmalarıydı. Dolayısıyla İslamiyet’le Türklüğü eş değer kılan veya birbirine yakınlaştıran her türlü formülasyonun içinde yerlerini aldırlar.
Diğer tarafta, Kimileri Kızılırmak’ın öte tarafı diyor, bir kere hatırı sayılır bir nüfus var. O nüfusla coğrafyanın bağı var. Onlar da çok fazla Kürtlüklerinin de bilincinde değildi. Aslında öyle bir şey ki 20. asra girdiğimizde hiç kimse, kim olduğunu çok fazla bilmiyordu.
KÜRTLER KÜRTLEŞTİKÇE ZAZALAR DA ZAZALIKLARINI KEŞFEDECEK
Ne oldu da soruldu peki “ben kimim” sorusu, bu bilinç nasıl oluştu?
Bir takım entelijansiyalar ürettikleri bir takım siyasal formülleri siyasal toplumsal kimyaya dönüştürerek kimlik ihdas ettiler. Kimlik oluşturma zaten çok problemli bir iş. Bir kez başladığında sürekli olarak bir şeyleri dışarıda bırakır şu ya da bu sebeple, isteyerek veya istemeyerek. Bundan sonra gelecek olan zaten kimlikler savaşıdır. Türkler Türklüklerini keşfettikleri nispette Kürtler de Kürtlüklerini keşfedecekler.
KÜRTLERİN DEDİĞİ: BEN DE İSTEREM
Bu oldu zaten.
Tabi bu bir zincirleme reaksiyon. Kürtler Kürtlüklerini keşfettikçe Zazalar da kimliklerini keşfedeceklerdir. Önemli olan mevzi kapmak mı yoksa bu süreci toptan bir eleştiri konusu haline getirmek mi? Gördüğüm kadarıyla o meydan okumalarda “sen yaptın ben niye yapmayacağım” şeklinde tuhaf bir ilişki var. Karşı çıktığınız şeyler üzerinden kendinizi var etmeye çalışmak gibi bir şeye dönüşüyor. Bu bildiriye baktınız zaman bunu görüyorsunuz. Ben bunun popüler kültürdeki karşılığını söyleyeyim, çok güzel söylemişti İbrahim Tatlıses: Ben de isterem. Bunun açıklaması budur. “E sen de devlet var, ben de niye yok”, “sen bir etnik kimlik buldun kendine, benim de bir kimliğim var”... Bu, coğrafyanın tarih içinde gelişmiş aidiyet normlarıyla bağdaşmayan bir şeydir kimlik.
Neden kimlik bu coğrafya ile bağdaşan bir şey olmasın?
Çünkü kimliği feodal bir batı üretebilir. Bu feodal bağlar üzerinden modernliğe intikal ettirebileceği bir takım siyasal standartlar çıkarabilir. Çünkü bunlar aşağı yukarı bin yıl paramparça yaşadılar. Herkes kendi yağıyla kavruldu. Bir de tabi bu paramparça hali yaratan da barbarik gelişlerdi, kabilevi esaslarla geliyorlardı. Dolayısıyla böyle bir yerellikle kabileciliğin birleştiği bir bin yıllık tecrübe yaşadılar. Hâlbuki bizde öyle değildir. Bizde aidiyet daha belirleyici, çok açılımlı bir şeydir. “Monad” der Leipniz, monadlardan kapalı devre var oluşlardan bahseder felsefi olarak. Bu ülkeye bu coğrafyaya monadizm aykırı düşer.
ORTAK AİDİYET: SELAMÜN ALEYKÜM’DÜR
Birçok ulus devlet var ama “bu coğrafyada”, olan nedir peki?
Sonradan getirilmiştir. Bu coğrafyada eğer Müslümansınız selamün aleyküm lafıyla taa Çin’e kadar gidersiniz. Bütün kapıları açar o size. Bu topraklar ticaret üzerinden, zenginliklerin taşınması üzerinden, zengin mümbit akarsu havzalarında toprağı işleme üzerinden, limanlarıyla şehirleriyle ticaret yollarıyla kervansaraylarıyla sürekli bir harmanlanmalar diyarıdır. Onun için de siz bir kimlik monadı geliştiremezsiniz. Ya da bir aidiyeti ifade ettiğinizde o size bugün kimliklerin sunduğundan çok daha fazla açılım sağlar. Şimdi seviniyoruz vizeler kalkıp kapılar açıldıkça. Çünkü hafızamızda tabii olan bir şeyleri hatırlatıyor bize.
AYRIŞMIYOR HARMANLANIYORUZ
Sınırlar bu coğrafya için ekstra sanal yani…
Sınırlar daima sanaldır. Modern dünyanın jeopolitiği fiili durumlarla her yerde sürekli çatışır. Buralarda ayrıca çatışır. Buralarda şöyle oluyor: Her bir kimlik oluşturma, bir kompartıman geliştirmeyle sonuçlanıyor ve her bir kompartıman başka kompartıman oluşumlarını özendiriyor. Benim bu ülkede okuduğum şey budur.
Ama doğru zannedilen ve vahim olan şey şu: Ne kadar çok kompartımanlardan oluşursak o kadar zengin bir topluluk oluruz. Böyle bir ilişkiye çok deterministik bakıyoruz. Bu bizi zorunluluk olarak yeni bir kavramla tanıştıracak, gettolaşmayla. Asıl korkulması gereken şey o. Ki işin tuhafı, bakın zorunlu göçler oldu, Güneydoğudan büyük nüfuslar buralara geldi. Küçük ve Mersin gibi spesifik gibi yerler hariç, İstanbul Bursa İzmir gibi yerlerde asla gettolaşma olmuyor. Harmanlanıyoruz metropollerde. Hayatın dinamiğinde esas olan harmanlanmadır. Aidiyetler orada gelişir. Aidiyetler başka, kimlikler başkadır. Biz kimliği aidiyet zannediyoruz. Bir kimlikle bir aidiyet elde etmiyorsunuz ama aidiyeti elde ediyorsanız, o, ayağınızı bastığınız zemindir. Orada insanlarla kurduğunuz ilişkiler, yaptığınız işler, bu tecrübeyle aidiyet var. Kimlik ise bunun ne garantisidir ne de ispatı.
TÜRKÇE ORTAK DİLİ GÜDÜKLEŞTİRDİ
Kimlik ve aidiyet karşılaştırmasında dil nerede durur? Bugün tartışmanın bu kadar şiddetlenmesinin bir nedeni de iki dilli hayat talebi.
Bakın bu çok tuhaf bir şeydir. Bizim bir dilimiz vardı, bu coğrafyada yaşayan insanlar bu dili şurasından veya burasından bilirlerdi. Bu dil Osmanlıcaydı. Bu dil, bir tür Türkçeydi ama o kadar da Türkçe olmayan bir Türkçeydi. Farsça vardı içinde, Arapça vardı, Sırpçadan, Grekçeden geçen o kadar çok kelime vardı ki. Çok zengin bir dil ve böyle bir dil etniklik kokmuyordu. Kimseye ait değildi, bir bakıma herkese aitti. Böyle zengin bir dili biz kalktık güdük bir dil haline getirdik, saflaştıracağız diye. Kimlik dil üzerinden oluyor ya, kimlik ne kadar fakir bir dünyaysa, onun dili de o kadar fakir bir dildir. Daralttık ve ona bir de Türkçe dedik. Tescilini yaptık. Böyle bir güdük dil o kimlik üzerinden türerse burada konuşulan başka bir dil de benim neyim eksik diyecek. Benim neyim eksik, ben de kendime göre bir dilim, kendime göre edebiyatım var diyecek. İşte bu, iletişim doğuran bir şey değildir. Ne kadar çokluk elde edersek o kadar zenginleşiyor değiliz esasında. Bir yaşama birliği içinde ne kadar çok şeyi ifade edebiliyorsak o kadar zenginizdir. İngiliz kraliçesinin İngiliz dilinin bilmem kaçıncı yüzyılı kutlamasında yaptığı konuşmada “Ben dünyanın en mutlu kraliçesiyim. Benim dilime dünya dillerinden en az bir kaç kelime girmiştir” dedi. Bu çok ince söylenmiş bir laftır. Zenginlik buradadır. Her sahihleştirme, aslına döndürme onu fakirleştirmektir.
HERKESİN DERDİ İNGİLİZCE ÖĞRENMEK!
Kürtçe talebi daha çok kimliği koruyabilmenin bir yolu olarak, var kalabilmek dile getiriliyor.
“Vatandaş Türkçe konuş” da fakirleştirmektir, “sen bunu yapıyorsan ben de yanına bunu koyuyorum” demek de fakirleştirmektir. İkisini beraber anlayalım. Belediyelerde bir şeyi Türkçe ve Kürtçe yazmak, fakir bir Türkçenin karşısına fakirlikle mahkûm olacak bir Kürtçe koymak maharet değildir. Bu meydan okumaktır. Dil üzerinden kan davası demektir. Orada bir şey daha oluyor. Türkçe ve Kürtçenin altına bir de İngilizcesini yazıyor. Buna dikkat edelim.
Neden?
Çünkü galiba biz kendimizi konuştuğumuzu zannettiğimiz bir anda, başka bir dili konuşuyoruz, bu İngilizcedir. Bunu meseleyi sulandırmak için söylemiyorum. Meselenin görüldüğünden büyük bir mesele olduğunu ifade etmek için söylüyorum. Tonlamalarımız değişti, cümle başına düşen yabancı kelime sayısı artıyor. Bu ülkenin insanlarının asıl derdi ne Türkçe ne de Kürtçe; fakat İngilizce öğrenmek. Dava budur, bunu niye görmüyoruz?
Bu ülkede yaşayan insanların dil konusunda ortak endişesinin, telaşının şurada olması lazım: Aşağı yukarı yüz bin kelimelik dağarcığı olan Osmanlıcadan niye buraya geldik? Bu fakirleşme niye oldu? Bu fakirleşme üzerinden bir dil dayatıldı insanlara, vatandaş Türkçe konuş, gibi. Bunun kabul edilebilir tarafı yok ama buna karşı konulan tepkiler de aynı süreci esas alıyor. Her ulusun topluluğun kendi öz dili vardır. Oysa dilde maharet, yaşama beraberliği, kader birliği olan bir coğrafyada her bir yerel unsurun içine bir şeyleri akıtabileceği koyabileceği bir dil oluşturmaktır. Bunu da uydurmuyorum, bunun tipik örneği Osmanlıcadır.
ÜST AKIL OLMADAN OLMAZ
Sizin bu söylediğiniz, bir üst aklın, bakışın ifadesi. Devlet, vatandaş Türkçe konuş deyip Türkçe konuşmayanın tepesine vururken, buna maruz kalanın var kalabilmek için dilini korumaya çalışması normal değil midir? Yani bu üst aklı neden ondan bekleyelim?
Ben de bunu söylüyorum. Bu ontolojik bir problemdir aslında. Eğer bütün bir var oluşunuzu karşı olduğunuz şeyler üzerinden var etmeye çalışırsanız karşı olduğunuz şeye dönüşmeniz çok muhtemeldir. Bunun alametlerini de görüyorsunuz. Ama siz bir şeye var ederken ne kadar çok şeyi içinize katıyorsunuz ve açık uçlu hale getiriyorsunuz? Aldığınız etkiler, sizi zenginleştiren unsurlar sizi bir yere götürür. Üst akıl odur işte. Ne etkiler ne tepkiler üst akıl değildir. Koca bir imparatorluğun o çok zengin kültürel mirası bir çırpıda silinmiştir. Onun içinden bir şeyler çıkarıp onu, elde kalan coğrafyada herkese buyurgan kılmak ve herkesi onunla standartlaşmaya kalkmak ne kadar küçültücü bir şeyse, ona karşı doğacak reaksiyon da eğer bir etkiye tepki geliştirmekse o derece de küçük olacaktır. Bütün mesele ne kadar ölçek artışı sağlıyoruz meselelerimizde. Veya Marx’ın güzel bir sözü vardır: Sorunlarımızın seviyesini ne kadar yükseltebiliyoruz?. Bana göründüğü kadarıyla küçük ölçekli sorunlar bunlar.
TOPRAKLAMA YAPMAK ŞART
Küçümsüyor musunuz bu meseleleri?
Hayır. Belki ben de girseydim Diyarbakır cezaevine, etkiye tepki verecektim. Orada bir hınç var. Hıncın olduğu yerde akıl yoktur. Bu zordur. Bunlar, hınçlaşmalar. Hınçlaşma üzerinden siyaset yapmaktır.
Hınç duyulan şeyler de haklı sebepler vardır, onurları çiğnenmiştir, onlara pislik yedirilmiştir. Bu insanlara korkunç acılar yaşatılmıştır. Bunlara saygı duymak, anlamak gerekir.
Ama artık bunların sonuçlarını yaşıyoruz. Buralardan bir takım acı meyveler vermeye başladı bu süreç. Oradaki kimyaya da bir şeyler söylemek lazım.
PKK ya onurlu bir barış ya mücadeleye devam, diyor. Türkiye toplumu da tamam seni anlıyorum ama sabrımı da zorlama diyor, hatta birlikte yaşamak zorunda olup olmadığımız bile tartışılıyor. Süreç maalesef etkiye tepki mesabesinde ilerliyor. Bu kısır döngüyü kim kıracak, devlet adamları mı?
Elbette. Çok büyük bir sorumluluk düşüyor ve bu sorumluluğun layık-ı veçhiyle yerine getirildiğini söylemiyorum ben. İnsanlar Kürtçe konuştuklarında eskisi kadar horlanmıyorlar evet ama bununla bitmiyor iş tabi. Burada ki ortak akıl prensibini, etkiye tepki prensibinin dışında oluşturacaksak oluşturacağız. Bunun bir tarafında devlet aklı var. Siyasal seçkinlere, kanat önderlerine, sivil topluma çok büyük rol düşüyor. Önemli olan biz bu gerilimi yumuşatacak veya giderebilecek, bir başka topraklama yapabilecek miyiz?
HINÇLAŞMADAN İNATLAŞMADAN
Kürt ulusal bilincinin bu denli geliştiği, silahlı bir tecrübenin yaşandığı ve uzun sürmüş çok can yakmış bir meselede, bulunduğumuz evre itibariyle; köy isimlerinin iadesi, Muğlalı kışlasının adının değiştirilmesi gibi jestlerle bugün kilitlendiği noktadan çıkış mümkün müdür yoksa bu evre geçilmiştir de iki dilli federal bir yapı mı şarttır?
Belki bu tip dokunuşlarla sükûnet sağlanabilir ama ardından ne geleceği bilinemez. Çünkü meydan okumalar bitmiyor. Devlet meydan okuyor PKK meydan okuyor, Türkçü siyasetçiler Kürtçü siyasetçiler meydan okuyorlar. Bunun gerilimi içinde hiçbir şey ne bir kazanım olarak algılanabilir ne de pekiştirebilecek bir sürekliliğe oturtulabilir. O üst akıl oluşacaksa eğer, bu coğrafyaya çok farklı çok daha tarihsel bakmak, coğrafyanın kültürünü iyi etüd etmek gerekiyor. Verdim aldım, yatıştırdım kopardım, daha fazlasını isterim, ne kadarını koparabilirim, ne kadarını esirgeyebilirim, gibi pazarlıklarla olmaz bu işler. Bu coğrafyada nüfusların harmanlanmasını ve kuvvetli bir aidiyete ulaşmasını engelleyen her şey ilkesel olarak tartışılmalıdır. Üst akıl bunu yapmalıdır.
İlkesel olarak tartışmaktan kastınız ne?
Mesela ulus devlet tabii ki sorgulanmalıdır ama ulus devlet kadar sorgulanması gereken bir şey de her bir ulus devlet tecrübesinin doğurduğu yeni ulusal ya da yarı ulusal taleplerdir. Bunlar prensipler olarak sorgulanmalıdır. Bu sorgulama, Sen yaptın, o zaman öde veya sen benden bunları aldın, şimdi faiziyle ver onları bana, gibi değil de bu topraklarda biriken ve üstü örtülen, unutturulan bir takım şeylerin yeniden canlandırılmasıdır. Bu, batıya özgü normlarda değil buraya özgü daha açık bir kültür oluşturularak olacaktır.
Bir de şu var: Bu konu çok fazla siyasal bir mesele haline getiriliyor, oysa biraz sivil tutulması gerek. Mümkün mertebe siyasetçilerin dışında başka aktörlerin ön plana geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda biraz ümitliyim. Biraz daha sivil, bırakın bizi kendi halimize diyen sesler çıkıyor. Bu siyasal bir mesele haline dönüştüğünde o sivil sesler kısılıyor. Siyasal araçlar gidiyor bastırıyor ya da emiyor onları. Sivil sesler ne kadar artırılabilirse, üst aklın oluşmasına bir katkı olacaktır.
İSPANYA’YA DEĞİL YUGOSLAVYA’YA BAKALIM
Ulus devlet olarak inşa edilen bir devletin sonradan özerklik gibi idari yapıları içeren başka bir yapılanmaya geçmesi mümkün müdür? Yoksa hayati bir hata mı olur bu?
Çok ileriye dönük bir olasılık dâhilinde soruyorsunuz ama bir kere işin buraya geleceğine dair tereddütlerim var. Tarık Ziya Ekinci çok güzel bir şey söylüyor: Bir noktadan sonra Türklerin de hassasiyetleri hesap edilmeli, nasıl algılandığı. Feodal bir geçmişi olan dünyada bu olaylar vakayı adiyedendir. Batı bir manada kendi ortaçağını özlüyor. O kadar birlik bile onlara fazla geliyor. O bin yılın hafızası muazzam bir hafıza. AB ile bir anlamda Roma tarihini hatırlıyor ama bir yerden sonra o da çok şiddetli protesto ediliyor. Bugün AB’yi sürdürmek ya da vazgeçmek arasındalar. Bu onların kültür kodlarında bir yere oturuyor. Ama burada oturmuyor. Bu topraklarda böyle boşluklar, her mahallenin kendi yağıyla kavrulma hali falan yok. Buralarda bir birlik olmayı arama hali var. Dinsel olarak belki bu tevhittir. Daha tekçi düşünme var bizde. Bu büyük bir dezavantaj olabilir totalitarizmle birleşebilir ama aynı zamanda da bir şeylerin üzerinden insanları bir arada yaşayacak bir birlik ilkesi oluşturmakta avantaj olabilir. Bakacağız. Buraya özgü konuşalım yeter ki.
Yoksa adamların feodal yapıdan kurtulmak için oluşturdukları bir birlik fikrini aynen alıp ulusal birlik diye koymak, ondan sıkılıp ondan vazgeçmek istedikleri noktada biz de öyle yapalım demekle olmuyor tabi.
Mesela “bakınız İspanya’ya Belçika’ya” deniyor. Doğru oralarda da sorun var ama pek onların algıladığı gibi değil bana kalırsa. Bugün küçücük Belçika’da Valonlarla Flamanları konuşturamıyorsunuz. Demek ki çok da demokrasiye hizmet etmiyor bu. Mesela Kanada’da Quebec’in ayrı bir varlık olduğunu söylemek sizi yüzde 50 dinlenebilir kılıyor. Ama Quebec’in bağımsız olmasıyla ilgili endişe yaratacak bir şey söylediğiniz de ihanetle suçlanıyorsunuz.
Yani?
Biraz tuhaf yani, görüldükleri gibi değil. Ama anlıyorsunuz onları. Kendi tarihsel çevrelerinde böyle bir tecrübeyi sırtlanıyorlar. Belçika güzel peki, İspanya da güzel peki. Ama bu tarafa geldikçe alarm veren şeyler var. Balkanlar var. Orası bize çok yakın. Orada yaşananlar bizi daha çok ilgilendirmeli.
Bize yakın olan, bize benzeyen Yugoslavya, bu örneğe mi bakalım diyorsunuz?
Ellbette öyle. Eğer işi kültürel bölünmelere dökerseniz orada kafamızda steril gördüğümüz ve harika sonuçlar doğuracağına inandığımız İspanya örneğindeki gibi bir sonuç çıkmayabilir. O kadar basit değil bu işler.
HİR MİLLİYETÇİLİK KİBİRLİDİR
Türklerin ulusal kibrinden bahsediyor, bu meselenin konuşulmasına bile tahammül edilemediğinden bahisle…
Kibirli olmayan ulusçuluk var mı? Her milliyetçilik bir çeşit kibirlenme konusudur. Bütün bu meydan okumaları ateşleyen şey o kibirdir. Bunu eleştiri konusu yapabilirsiniz, yapılmalıdır. Her milliyetçilik bu anlamda bir sorgulamadan geçirilmelidir. Mesele şu: Kürtler Aleviler Müslümanlar herkes bir hikaye anlatıyor. Her hikaye kendini en düşük tondan anlatsa bile bakıyorsunuz büyük acılar var arkasında. Öyle bir hikaye yazalım ki ; hem o küçük hikayeler atlanmasın içinde, ama küçük bir hikayeler olarak da kalmasın, daha büyük bir hikaye yazalım.
MANİSALI GENÇ ÖLÜNCE ÖDEŞMİŞ Mİ OLUYORUZ?
Türklerde şöyle bir algı oluştu son dönemde: Kürtler yaşadıkları bütün bu mağduriyetlerin toplamından kendilerine şöyle bir psikoloji devşirdiler: O kadar mağduruz ki her durumda haklıyız.
Eh işte sıkıntı da bu. Mağdur olmak bir haklılık durumu doğurur. Hak arama durumu doğurur elbette ama önemli olan bir haklılık durumu değil. Bundan daha önemli olan bu haklılık durumunun ne kadar sürdürülebilir olduğudur. İşte orada problemler var. “Ordu geldi Kürtleri öldürdü. Biz de şimdi o zaman Türkleri öldürürüz”. Bu sürdürülebilir bir haklılık değil. Bir süre sonra hatta haksızlık. Buna haklılık diye bakamayız ki. Manisalı bir genç Cudi dağlarında öldürüldüğü, bedeni toprağa düştüğü zaman “dur ama bunun arkasını anlamamız lazım, zamanında da Kürtler öldürüldü” diye düşünülemez.. Sürdürülebilir bir haklılık elde etmek üst akıl işidir. Düşük profillerde seyreden, taktik ve strateji düşünen basit akıl yürütmeler değildir. Bu şekilde en fazla bir arenada sizi izleyen taraftarlarınızı coşkulu tutabilirsiniz. O kadar.
MESELE SİYASİ MELESE OLMAKTAN ÇIKMALI
Mesele siyasi bir mesele olmaktan çıkmalı dediniz. Akil adamlarca mı konuşulmalı mesele?
Bir heyet toplansın bizim adımıza düşünsün demek meseleye plastik bir yaklaşım olur. Önemli olan bu çatışmaların gerilimlerin doğrudan emzirmediği başka kaynaklardan gıdasını alabilen bir dili inşa etmektir. Dil inşa etmek anlattığınız şeye sadakatinizi kaybetmeden o meseleyi başka türlü anlatabilmektir. Bu bence kendi içinde kendini üretecek bir şeydir. Çok akıllı Kürt kökenli bir ahbabım Başbakana bir mektup yazdım, dedi. “Güneydoğudaki meselede çok büyük bir sıkıntı şurada: Oralar göç vermeden önce doğan bütün meseleler cemaatte halledilirdi. Bir adam hakkında kanaat bildirilirken, yaramaz adam cemaat görmemiş, denirdi”. Cemaat bir anlamda dini bir topluluk ama bir kanaat önderliği durumu var. Eşraftan seçkinlerden çıkıyor tabi o kişiler, köylerde kasabalarda, olaylara müdahale ederek hallediyor, kan davalarının, kız kaçırmaların vs. önünü alıyor. Göçlerle birlikte gittiler o adamlar batıya. O yapı bozuldu. Bir manada güneydoğu seçkinlerini kaybetti.
Aslında tüm toplum bu anlamda şirazesiz kaldı.
Öyle. Dolayısıyla bu toprağın insanları her şeyi aşırılaştırır, her zaman böyleydi, çetin insanlarız biz. Fakat bunu dengeleyen tarihsel avantajlarımız da vardı. Sizin akil dediğiniz adamlar, bilgeler vardı, duruma vaziyet ederlerdi, yatıştırırlardı. Aşağıdan başlardı her şey. O mekanizmaları yeniden nasıl kuracağız? Üç beş siyasetçinin Ankara’da oranın temsilciliğini yapmaları değil de, bu meseleleri beraber konuşmak halletmek… Bugün devlet aklına örnek olarak, kendini iline, bölgesine adamış valiler falan da var. Cinayete kurban gitti mesela Gaffar Okkan, istenmedi şu ya da bu taraftan. Aşırılar istemedi. O kanaat önderlerinin kendilerini seslendirmeleri çok mühimdir. O zaman bir takım şeyler marjinal kalır. Yoksa bazı şeyler çok haşin geliyor.
O toplumsal doku Türkiye’nin tamamında bozuldu artık, bugün var olan modern toplumsal yapı içinde o bilgelerin yerini kim tutabilir, bunu düşünmek gerekir herhalde?
Bu şart. Bakın mesela Moğol istilasında Anadolu’daki bütün dokular tahrip oldu. O aşamada çıkıyor işte Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre. Bunlar dönemdaş. Yatıştırıyorlar toplumu, sükuneti sağlıyorlar şu veya bu şekilde. En azından doğabilecek çok daha feci sonuçları önlüyorlar. Bu çok ama çok önemli bir şeydir, bu gün için de.
FETHULLAH GÜLEN BU MESELEDE ÇÖZÜM OLUR MU?
Tam da burada sorulması gereken şu belki de: Gülen cemaatinin Kuzey Irak’taki yapılanması biliniyordu, son birkaç yıldır özellikle güneydoğuda da etkinliği arttı. Devletin bilgisi dahilinde olsa gerek. Ve son olarak Öcalan’ın PKK’lı gençlere “cemaate dokunmayın” talimatı geldi. O yatıştırıcı ‘bilge’ kişi ‘taraflarca da onaylanan’ Fethullah Gülen olabilir mi?
Eğer orada çok sağlam yerel unsurlarla gidiyorsa bu iş, belki bir dereceye kadar yatıştırıcı olacaktır. Yoksa yukarıdan aşağıya gelmekle olmuyor bu iş. İyi bir kaymakam, anlayışlı bir polis şefi küçümsenecek şeyler değildir. Oranın dilini bilen, oranın hissiyatını kavramış, orada olup bitenlere akıl erdirmiş bir kişi orada ne kadar stabilize edebilecek bir rol oynarsa, onun tek başına bir şey başarması sınırlıdır ama oradan gelecek başka akil oluşumlarla beraber olur bu işler. Daha vasıflı yöneticilerin oraya gönderilmesi –ki bu çok önemli bir adımdır- yanı sıra oradaki bir takım yerel akil unsurlarla bunların birleştirilmesinin oluşturacağı sinerji yatıştırıcı olacaktır esasen. Bir başka damar oluşturacaktır, bir topraklama olacaktır. Ondan sonra İstanbul’daki rafine Kürt Türk entelektüeller bunun üzerinden bir şeyler söylesinler.
Star-Fadime Özkan