Esat Arslan bir şey diyor!

İslam’ın yeri, Asr-ı Saadet’in dünyada neyi, ne yönde değiştirdiğini bulduğumuz yerdir…

Bir kitap: Tamamlanmamış İslâm Yazıları ya da Endülüs'te Raks

Esat Arslan; ODTÜ’de yüksek lisans yapan genç bir akademisyen. Okurları onu özellikle ‘Genç Siviller’ Hareketi içerisindeki çalışmalarıyla ve ‘Hür Düşünce’ ve diğer sitelerdeki alışılmış bakış açısının dışında durarak yazmış olduğu yazılarıyla tanıyor. ‘Namaz ve Zekat’ , ‘Dört Halife Solcu muydu ‘ ve ‘Çocuğum Sapına Kadar Şeraitçi Olsun!’ başlıklı yazıları bu anlamda oldukça dikkat çekici yazılardan.

Bu çalışkan genç akademisyenin kısa bir süre önce Kapı Yayınlarından çıkan ‘Tamamlanmamış İslam Yazıları -Endülüs’te Raks-’ adlı kitabı da işte bu alışılmadık tarzın bir ürünü sayılsa gerek.

Düşündürücü bir kitap

Baştan şunu belirtmekte yarar var; özellikle Batılı devrim tanımları ve solcu devrimci felsefeyle İslam arasında kurmuş olduğu bağlar dolayısıyla eleştirilmesi gereken bazı yorumları bir yana, Esat Arslan, her şeyden önce “Yirmi birinci asırda İslâm’ı anlamak ve yaşamak ne demektir?” sorusunu kitabının esasını teşkil edecek şekilde düşüncesinin odağına yerleştirmekle bile oldukça düşündürücü bir zihinsel çabaya girişiyor.

‘Tamamlanmamış İslâm Yazıları’nın girişinde mealen şöyle söylüyor Esat Arslan; “Müslüman’ın temel sorununu “küresel modernite denilen kalenin nasıl fethedilebileceği” sorunudur. İster tarihselci düşünce ile hemhal olsunlar isterse gelenekselci düşünsünler, Müslümanlar hem önermelerini geliştirirken hem de bu esnada birbiriyle çatışırken, nihaî hedef olarak halihazırdaki her türden cemaati korumaktan öte İslâm’ın talep ettiği barış ve adaleti cümle âleme mal etmeyi hedeflemelidirler…’

Büyük alimlerin mirasına talip olmak

Bu kitap Esat Arslan’ın düşünsel temellerinin ortaya çıkması anlamında hayli önemli. Zira Arslan, böylelikle kökenleri Bediüzzaman Said Nursi’den İbn Rüşd’ e kadar uzayan bir düşünsel mirasın varisi haline geliyor. Bu anlamda kitabın girişindeki şu açıklamanın altını çizmek gerekiyor; “Zamanın hakikati olduğuna inanmak, zamana kendine mahsus bir ilgiyle yaklaşmayı zorunlu kılar. Bu, her çağın farklı bir din usûlüne sahip olacağını söylemektir…”

Kitaptan başlıklar

Kitap genel olarak iki bölümde tasarlanmış: Birinci Kitap ve İkinci Kitap. Arslan, önce tefsir ve fıkıhtan yola çıkmış. Kitabın daha ilk bölümünde de görüleceği üzere, özümsenmiş ve iyice anlaşılmış bir gelenek, usül ve metod bilgisi ile birlikte, hemen hiçbir biçimde gelenekselci olmayan bir yol izlemiş. Hakeza kitabın ikinci bölümünü oluşturan Kelâm hususunda da aynı metodu sürdürmüş. Benim bu anlamda dikkatimi çeken en önemli husus ise Arslan’ın, kendine has bu metodolojiyi uygularken bütün eleştirel tutumuna rağmen oldukça düşündürücü, emek işi ve aynı ölçülerde samimi bir bakış açısıyla metoduna katmış olduğu özgün boyutlar… Sözgelimi her iki bölümdeki konu başlıklarına bakarak bile, bu anlamdaki özgünlüğü görmek mümkün. Mesela; ‘Kur’an’ı Kalemle Okumak’, ‘İslâm ve Sol’, ‘Kur’an ve Kadın’, ‘Kılıç Ayeti’, ‘Evrenselci-Tarihselci ve Mutezile’, ‘Hocaefendi’, ‘Fıkıh Usûlü’, ‘Hadis’i Neden Reddedeyim ki?’ gibi konu başlıklarıyla, ikinci bölümde yer alan; ‘…Kaya Nasıl Adam Olur-İhtira Kanıtı-’, ‘Nedensellik mi, Neden Benlik mi -Nizam Kanıtı-’, ‘Varolmanın Delta Kadar Hafifliği -Teoloji Kanıtı-’, ‘Acele Etme Descartes! Konuşmak İsteyen Biri Var’, ‘Şeyin Birliği Nereden Gelir?’, ‘O Kadar Saf ki Hiç Acı Görmemiş Immanuel!’, ‘Dürtüyü Kim Dürter?’, ‘Deleuze ve Guattari’ye de Şefkat Gösterelim’, ‘Büyüyü Yitirmemek’, ‘Hürriyetin Manevi Esasları: Descartes, Arthur Schopenhaur’, ‘Kant’ı Bediüzzaman’la Okumak ve Devam’ gibi konu başlıklarını sayabiliriz.

Arslan’ın işlemiş olduğu bütün bu konu başlıklarıyla da anlaşılabilecek haldeki derin, oylumlu ve özgün zihni çabasından da anlaşılacağı üzere, her şeyden önce bir Müslüman olarak düşünmenin, tartışmanın ve sürekli hissedilen bir estetik izleğindeki insafın izini sürmek mümkün. Buna ek olarak, Arslan’ın gelenekselci İslami yorumlar karşısında çoğunlukla çapaklı bir söylemsel alana kayarak salt iddiacı bir bakış açısına kapılabilen yenilikçi ve reformist söylemlere alternatif olabilecek nitelikteki bir düşünsel özgünlüğün peşinde olduğunu da ayrıca eklemek gerekiyor.

Kur’an hem alime hem ümmiye inmiştir

Bu bağlamda Arslan’ın dikkatimizi çektiği Kur’anî hassasiyetin ifade biçiminden bile bunu anlamak mümkün. “Kur’an’da bahsedilen hakikatler aslında çok zor, derin, anlaşılması müşkül hakikatlerdir. Fakat Kur’an onları bir çocuğun veya yetmiş yaşındaki okul görmemiş bir ihtiyarın bile üzerinde düşünebileceği kolaylaştırılmış bir formatta indiriyor ki, herkes kabiliyeti nispetinde ihtiyacı olan hakikati ondan alabilsin. Aslında Kur’an’da zikredilenler tefekkür edilerek, tedebbür edilerek, geleneğin ve modernitenin sınırlarından taşılarak, kısaca cehd sarfedilerek okunduğunda, bahsi geçen mevzularda serdedilen cümlelerin aslında ne kadar mühim hakikatleri hatırlattığı görülecektir.”

İslam ve Sol ilişkisi

Bununla beraber; Arslan’ın özellikle “İslam ve Sol” ekseninde incelemeye çalıştığı adalet ve özgürlük kavramlarının konumlandırılmasında ‘Sol’ ve ‘İslam’ eksenli bir birleştirme kaygısı taşıdığı ve son bir asırdan bu yana dünya ölçeğinde yaşanan adaletsiz gelişim karşısında yoğun bir ‘Sol’ u kesinleştirmeye çalışıyor oluşu da hayli düşündürücü. Sözgelimi, bu tavrını “…bugün İslam adına siyasi mücadele verecek bir bireyin, İslam’ın “en haklı” okunuşunda, kendini tamamen “Sol”da konumlandırması gerektiği…” ne dair yorumuyla belirlemek ve bir yere kadar anlamak mümkünse de, çağa İslamı anlatmak kaygısında olan bir Müslümanın kullanmış olduğu kavramlara da bir o kadar dikkat etmesi hususunda eleştirmek gerekiyor. Yine aynı biçimde sözgelimi, Fransız Devrimini anlamaya ve anlatmaya çalışırken, ihtilalin sloganı halindeki özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin açımlanması sırasında, adeta ihtilale rengini veren bütün Batılı ve Hıristiyan normları unutarak salt insan temelinde bir aynileştirme kaygısıyla İslam Peygamberinin yedinci asırda başlattığı eşsiz devrim’i Fransız devrimiyle birlikte açıklamaya çalışmasını da aynı kavramsal alışkanlığın bir sonucu olarak eleştirmek gerekiyor.

Bütün bunlara ek olarak, gerek Arslan’ı ve gerekse kitabı okuyan bizleri, bereketli bir tartışma alanına çekebilecek nitelikteki bu eleştirel taraflarına rağmen ‘Tamamlanmamış İslâm Yazıları’nın yukarıda da bahsetmeye çalıştığımız özgün yorumsaması dolayısıyla bile olsa okunması gerekiyor. O kadar ki, Kur’an’ın mesajı ve Peygamberin vazifesi konusunda çağdaş felsefeye bir katkı sunarcasına insan ve dünya ekseninde İslamın yerini oldukça verimli bir dille ele alarak ifade ederken ‘yer’ kavramına yönelik olarak söylemiş olduğu şu satırların altı çizilse yeridir;

Peygamberler ve toplumları

“…İslam’ın yeri, Asr-ı Saadet’in dünyada neyi, ne yönde değiştirdiğini bulduğumuz yerdir. Kur’an’ı Siyer’le okuduğumuz, Mekke’yi ve Medine’yi hissedebildiğimiz yerdir. Mekke dönemi boyunca Kureyş seçkinlerini eleştirmek için kullanılan kıssalar “mitolojik” ve “tekrarı olmayan” kıssalar değildir. Tüccar aklına sahip zeki bir Kureyşlinin, böylesi “mit”leri ciddiye alması saçma olurdu. Nuh Kavmi “sınıfçı” olduğu için, İslâm mesajını kabul etmez. Hud’un toplumu militarist’tir. Semud ise endüstriyalist/şehirli bir toplum olarak “deve”de sembolize edilen “göçebe”yi ve “doğa”yı “iğdiş” eder. Lut kavmi şehvet’inden helak edilir, ama Kur’an’da “şehvet”, insanın kendi evladına, atlara/arabalara ve evlere de duyulur. Kısaca Lutîlik, “hedonizm”dir. Şuayb’ın kavmi, Marx’ın tahlillerini hatırlatır tarzda “artı değer’e el koyan, “eşya”yla ilişkisini “hükmetme” üzerinden kuran, Hardt’la Negri’yi düşündürecek derecede “akışları kontrol eden” bir kavimdir, kapitalisttir. İbrahim’in başkaldırısı bir “din adamları sınıfı”na başkaldırıdır. …Yani kıssalar daha güzel bir dünyanın nasıl olabileceğine dair ilham veren, toplumsal kötülüklerin karşılığını içkin mekanizmalarla bulacağının garantisini veren, kendileriyle yirmi birinci yüzyılı anlamlandırabileceğimiz, Hitler’i, Stalin’i okuyabileceğimiz canlı portrelerdir…”

Hakeza, Arslan’ın Hadis ve Sünnet konusunda getirmiş olduğu yorumlar da bu özgün ve alışılmadık düşüncenin ipuçlarıyla dolu;

‘’…Kur’an’ın yarattığı varoluşsal gerilimi Sünnet’ten başka rahatlatacak merci yoktur. Bugün Hadis’i reddeden Kur’an Müslümanlarının da hayatlarının neredeyse sadece “kavga” olması, belki de bu eksiklikle bağlantılıdır. Zira Sünnet’in kemale erdirici vasfından, vahiyden anlaşılan mesajı somut hayata nasıl dökeceğinden bihaber olmanın doğurduğu zorunlu sonuç sürekli gergin olmaktan başka ne olabilir ki?...” 

 

dunyabizim.com'dan alıntıdır

 

Kültür-Sanat Haberleri