EMPERYALİZM VE SİYONİZM’İN KORKULU RÜYASI ‘’ÇAKAL CARLOS’’

‘YAZARIMIZ İbrahim DANACILAR ’ÇAKAL CARLOS’’ LAKAPLI Ilich Ramirez Sanchez’le tarihi bir röportaj gerçekleştirdi.

www.habername.com tarihi rö portajlarndan birini daha gerçekleştirdi. 

Ben dünya’da Çakal Carlos olarak tanınan, Ilich Ramirez Sanchez’i ve yaptığı inanılması güç atakları ciddi ölçüde takip ettim…

 İlginç bir aile, mücadele ile dolu bir yaşam öyküsü…

Sanchez 25 Mart1949yılında Marksistbir ailenin oğlu olarak Venezuela'nın Karakasşehrinde dünyaya geldi.

1966yılında annesi ve kardeşleriyle birlikte Londra'ya gidip, İngiltere'de üniversiteeğitimi gördü. Uzun bir dönem Marksist gençlik örgütlenmelerinin içinde yer alan Carlos, 1975yılında Filistin Halk Kurtuluş Cephesi(FHKC) kamplarında eğitilerek İsrail'e karşı savaşmaya başladı. Daha sonraki yıllar İsrailhükümetine karşı verdiği mücadeleyi Batı'nın büyük şehirlerine taşıyan Carlos, İsrail’le ilişkisi olan birçok banka, dernek, gazeteve elçiliğebombalı saldırıda bulundu. 1980yılında dünyanın en çok aranan adamı olarak ilan edilen Carlos, CIA, Mossad, Interpolve Fransız istihbaratını birçok kez atlatmayı müthiş bir zeka ile başardı..

Özellikle 1980'li yılllarda yaptığı eylemlerle adını duyuran Ilich Ramirez Sanchez hakkında birçok kitap yazılırken, hayatı da defalarca kez filmlere konu oldu. Binbir surat olarak da tanınan Carlos'un en önemli eylemlerinden birisi de Viyana'daki OPECtoplantısında, aralarında 10 petrol bakanının da bulunduğu 70 kişiyi rehin alması ve olay sonrası rehineleri Cezayir'e kaçırmasıydı. Carlos, 25 yıllık bir kovalamacanın ardından 1994yılında Fransız ve Sudanistihbarat örgütlerinin ortaklaşa düzenledikleri bir operasyonla yakalandı. Mahkeme sonrası müebbet hapis cezasına çarptırılan Carlos, yargılanma esnasında tanıştığı avukat Isabella Coutant Peyre ile evlendi. Fransa'da Fleury Merogis Cezaevi'nde bir hücrede tutulmaktayken Clairvaux'da çok sıkı korunan bir hapishaneye nakledidi. Eşi sağlık merkezlerinden uzaklığı sebebiyle bu nakle karşı çıkıyordu. Şu anda Paris'te Poissy cezaevinde kurbağa lakaplı gizli fransız polislerinin suikast girişiminden yeni kurtulmuş halde bulunuyor. İzolasyon şartları ağırlaştığı gibi vatandaşı olduğu Venezuella'nın Fransa elçiliği tarafindan iadesine dair hiçbir esaslı teşebbüste bulunulmamasından ciddi ölçüde yakınmaktadır. 1975'de müslüman olan Çakal Carlos, Salim Muhammed Nuri adını almıştır.

Hadi bakalım sohbet samimiyetindeki keyifle yaptığımız bu röportajımı takdirlerinize sunuyorum.

İ brahim DANACILAR

www.habername.com

 

Çok ilginç bir hayat hikâyeniz var. Bunca mücadele niçin?

Beni çevreleyen şartlar dolayısıyla, evet, bu tesbit doğrudur. Verdiğim mücadelenin tarihi, yakın tarihin de bir parçası artık.

Bunca mücadelenin niçin olduğuna gelince, doğrusu ne diyeceğimi bilmiyorum. Eğitimimden veya karakterimden kaynaklanabilir. Ancak en başta, beni saran tarihî şartları ön plâna çıkarmak gerekir. Öyle ki, ortasında bulunduğum bu tarihî şartlar, beni sorumluluklarımı üstlenmeye sevketmiştir. Her şey bir yana, bugüne kadar süren mücadele hayatımla gurur duyuyorum.

 

Ilich Ramirez Sanchez’i tek bir kelimeyle nasıl tarif edersiniz?

Bir değil, iki kelime kullanacağım: “Şehîd hayy”, yâni “yaşayan şehid”. Veya, “devrimci”.

 

Siyonizm ve emperyalizm nedir sizce?

İlk olarak, siyonizm nedir: Siyonizm, ırkçı, emperyalist ve sömürgeci bir ideolojidir. Sömürgeci son hareket de siyonizmdir zaten.

Fakat diğer bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, ki burası çok önemli, dinî bir çerçevede ve yahudiliğe nazaran siyonizmin bir “sapkınlık” olduğunu görüyoruz. “Dinden sapma” belirten bir ideoloji.

Kendilerinin “yahudi halkı”nın tarihî haklarını –ki yanlıştır!- temsil ettiklerini iddia ederler. Bir kere, kasdettikleri tarzda böyle bir “yahudi halkı” yok, din olarak yahudilik vardır. Diğer dinler gibi bir dindir o da. Vahiy çizgimizin atası olmak bakımından çok saygıdeğer bir dindir ancak, lafını ettikleri gibi bir “yahudi halkı”nın mevcudiyeti de söz konusu değildir.

Böylece, her şeyden önce bir “yalan”la başlıyorlar işe..

 

Emperyalizm yapılanması ve kudüs?

Aynı şekilde, Filistin’e ve Kudüs’e geri dönmek gibi hiç bir yerde yazılı olmayan bir şeyi icad etmekle, yahudilik nazarında “sapkınlık” olan bir nitelik belirtiyorlar. Yahudilikte var olan bir şey varsa, o da Cennet’e giderken Kudüs’ten geçileceğidir. Hepsi bu.

Emperyalizme gelince... Çok yönlü olarak cevablanması gereken bir soru.

Emperyalizm bakınız ne demektir: Basitçe ve tarihî kavramlar çerçevesinde, en güçlü olanın komşu toplumlar üzerindeki idaresidir. Askerî bakımdan muzaffer olanların yönetimi demektir.

Emperyal güçler, öncelikle askerî, ayrıca iktisadî bakımdan, çevreleri üzerinde hâkimiyet kurarlar. Yaptıkları iş de, işgal ettikleri toprakların, üzerlerinde hâkimiyet kurdukları toplumların ürün ve kaynaklarını sömürmektir.

Roma imparatorluğu bu bakımdan çok ilginç bir örnektir. Çok sert olabilirler. Fakat aynı zamanda, bir toplumu bir kez kontrol ettikten ve bir toprağı bir kez işgal ettikten sonra, bir yandan bu toplumların bazı âdetlerini asimile etmeye çalışırken, diğer yandan da onların dinlerine, geleneklerine, alışkanlıklarına ve manevî değerlerine saygı göstermişler, kendilerine vergi ödemelerini istemişlerdir sadece. Onlar için isyancı demek, vergisini vermeyen demektir bu anlamda.

Çok tanrılı bu dönemde iş o noktaya varmıştır ki, işgal ettikleri topraklarda yaşayan toplumların kimi tanrılarını alıp, Roma’nın çok tanrılı “Panteon”una getirmişlerdir. İşgal altındaki toplumların bir takım tanrıları, bir zaman sonra muzaffer işgalcilerin, emperyal güçlerin, Romalıların tanrısı olmuştur. Çok ilginç! (Carlos, gülüyor.)

Sonraları daha modern bir emperyalizm çeşidiyle karşılaşıyoruz. Bu emperyalizm çeşidi, 15. yüzyıldaki Portekiz ve İspanyol emperyalizmiyle ortaya çıkmıştır. Bunlar, bir yandan kendi dinlerini, yâni katolikliği zorla empoze ederken, diğer yandan da işgal ettikleri toplumların kültürlerini tahrib edeceklerdir. Bu insanların tarihlerini bile tanımayacaklar, onlara sadece ve sadece Portekiz ve bilâhare İspanyol İmparatorluğu’na tâbi olmalarını, bu çerçevede kendilerine vergi vermelerini, kendileri için üretim yapmalarını ve tabiî kaynaklarını kendilerine sunmalarını dayatacaklardır. Peru tipik bir örnektir bu bakımdan. Peru’dan ve şimdiki Bolivya’yı oluşturan Peru’nun yüksek kesimlerinden çıkarılan gümüşün tamamı İspanya’ya gönderilmiştir. İspanya, yaptığı tüm bu sömürü dolayısıyla, o dönem dünyanın en zengin ülkesiydi.

Geçmişin emperyalizmi bu şekilde. Lâkin daha da yakınlara geldiğimizde, emperyalizmin bambaşka bir nitelikte karşımıza çıktığını görüyoruz. Burada iki temâyül, iki eğilim dikkati çekiyor.

Birincisi, faşist ideoloji olarak isimlendirilir. Bir toprağı “üstün ırk” ideolojisiyle işgal etmek ve düşük ırkları sömürmek... Faşizm veya Nazizmin emperyalist ideolojisi böyle. Bereket ki yalnızca 20-30 sene sürmüştür.

İkinci olarak, daha “demokratik” bir emperyalizm çeşidini görüyoruz. protestan, daha doğrusu “anglikan” Britanya İmparatorluğu... Bunların da işgalci olduklarını ama ırkçılıklarının tavırlarında “mündemiç”, idare tarzlarında “gizli” olduğunu görüyoruz. İşgalleri altındaki toplumlara kendi anglikan veya protestan değerlerini aşıladıklarını, empoze ettiklerini tesbit ediyoruz.

 

Britanya emperyalimi derken?

Britanya emperyalizmi, bilâhare Birleşik Devletler kolonileri hâlinde, yâni Amerikan emperyalizmi tarafından sürdürülüyor. Söz konusu 13 koloni, önce bağımsızlığını ilân ediyor ve federasyon oluyor, şu ân itibariyle ise giderek en büyük emperyal güç hâline geliyor. Artık çöküş devresine girmiş olsa bile, dünyanın kalanını daha birkaç nesil sıkıntıya sokabilecek bir güç...

Emperyalizmin en kötü çeşididir Amerikan emperyalizmi. Yalanlar ve ikiyüzlülük üzerine bina edilmiştir çünkü. “Demokrasi”den bahsederler ama insanların iradesine saygı göstermezler. Kendi ülkeleri içinde bile! Amerika Birleşik Devletleri’nde nüfusun yüzde 50’si oy kullanmaz. Hangi demokrasi?..

Hükümetler halkın çoğunluğunu temsil etmez buralarda. Şimdi bulunduğum Fransa’da meselâ, oy kullananların yüzde 40’ı mecliste temsil edilmez. Evet, seçmenlerin yüzde 40’ının bir temsilcisi bile yoktur parlamentoda! Türkiye Cumhuriyeti’nin askerî ve otokratik idare altında olduğu en kötü ânlarda dahi, “demokratik” Fransa’dan çok daha temsiliyetçi bir sonuç aksederdi meclise. İnkâr edilemez, üstelik gizli de olmayan bir hakikat bu.

Anlaşılıyor ki, emperyalizmin birçok çeşidi varsa da, en kötüsü, en ikiyüzlüsü ve neredeyse en zalimi, hâlihazırdaki Amerikan emperyalizmidir. Daima “insan hakları” adına yola çıkar ve insanlara hakettiklerini getirme iddiasıyla davranırlar ama, yine daima bu söylediklerinin kesinlikle tam tersini yaparlar. Yetmiyormuş gibi, dünyadaki başka herhangi bir emperyalistten çok daha fazla insan öldürürler, öldürmüşlerdir. Irak’ta milyonlarca insanı katletmişlerdir. 1991’de başlayan Amerikan müdahalesinden bu yana, Irak’ta ölen sadece çocuk sayısı 1.5 milyon civarındadır. Suriye’de bugün yaptıkları ve hazırlandıkları da işte bu.

Evet, bir emperyalizm var. Aynı şekilde bunun siyonizm dediğimiz bir çeşidi de var. Ancak emperyalizmden bahsederken her zaman belli bir şablonla yaklaşamazsınız. Tarihî bir takım durumları da dikkate almalısınız.

Şöyle ki, emperyal güçler bazen ilerleme sağlayıcı roller de üstlenebilirler. Bu bakımdan, işgal altındaki toplumların yararına da olurlar kimi zaman.

Bu vesileyle, siyonizm bahsinde eklemem gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. Filistin’deki siyonist hareket başlangıçta “insancıl” bir hareketti. Öyle emperyal davranışlar içerisinde değillerdi. David Ben-Gurion’un büyük kardeşi tarafından kurulmuştur ilk siyonist koloni. Arablarla birlikte yaşamak ve ülkeyi modernize etmek istiyorlardı. Bunun gibi başka müsbet düşünceleri de vardı ancak bunlar ütopikti ve Filistin’deki ilk kooperatifte yapılan seçimde mağlub olunca, adını unuttum, David Ben-Gurion’un kardeşi ve onunla birlikte olanlar Filistin’i terkedip Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. Sosyal demokrat veya demokratik siyonist malûm ırkçılar ise Filistin’de kaldı. İlginç bir mesele ancak bu kadarı kâfi.

 

Ortadoğu’daki emperyalizm ve siyonizm kardeşliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ortadoğu, dünyada önemli ve stratejik bir rol oynamaktadır. Tarihî bakımdan aslında biz onu “Yakın Doğu” şeklinde adlandırıyoruz. Akdeniz’e sınırdır. İngilizler ve Amerikalılar’ın isimlendirmesidir “Ortadoğu”.

19. ve 20. yüzyıllarda, bu bölgenin tüm dünyanın ihtiyaç duyduğu en zengin petrol ve gaz yataklarını barındırdığı keşfedilir. Petrol ve gaz olmadan başka her şey bir hiçtir. Ne elektrik ne sanayi ne araba ne de diğerleri. “Ortadoğu”nun bu kadar önemli olmasının temel sebebi de bu.

Siyonizm ise, bölgedeki çatışmalardan yararlanarak kendini buraya kakmış ve yerleştirmiş bir hareket…

 

Geçmişte bu bölgede Sultan II. Abdülhamid’in siyasetini nasıl buluyordunuz?

Sultan Abdülhamid, “ehli kitab” sayılan yahudilerle daima iyi geçinmiştir. Kaldı ki, Avrupa’da infaz edilen yahudileri Türklerin kurtardığını insanlar unutuyor bazen. Bugüne kadar daima rahat etmişlerdir Türkiye’de. Kimse rahatsız etmemiştir burada onları. Türkiye’nin kötü bir malî duruma düştüğü, Viyana’dan dönüp zamanla Bulgaristan’a kadar gerilediği, savaş üstüne savaş kaybettiği, Kafkaslar’dan geri çekildiği ve sürekli paraya ihtiyaç duyduğu böyle bir demde, siyonist yahudi bankacılar Türk hükümetine çok büyük borçlar vermeyi teklif etmişler, ancak bunun karşılığında kendilerine “siyonist” koloniler kurma izni verilmesini taleb etmişlerdir. Dikkatinizi çekerim, “yahudi” kolonisi kurmak değildir istekleri, “siyonist” kolonidir. Çünkü Türk idaresindeki Filistin’e yahudiler her zaman kabul edilmiştir zaten. Toprak da alabilmişlerdir. Lâkin iş bir çeşit “siyasî güç” tesis etmeye gelince, işte buna izin verilmemiştir. Böyle olunca, Sultan da bunların teklifini geri çevirir.

Onlar da ne yapar, 1917’deki Britanya İmparatorluğu idaresinden istifade eder ve onların İngiliz, Fransız ve İtalyan siyonist bankacılardan malî destek alması karşılığında, meşhur Balfour Deklarasyonu’nu imzalarlar. Bugüne kadar uğraştığımız bu mesele böylece başımıza sarılır. Emperyalist iki kanadın “Ortadoğu”da buluşup bölgeye çöreklenmesi işte bu şekilde.

 

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkiler üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Maalesef, ki bunu samimiyetle söylüyorum, Kemal Atatürk’ün ölümü Türkiye’yi gerçek bir liderden mahrum bırakmıştır. Onu takib edenler arasında en iyileri bulabildiğiniz gibi, en kötüleri de bulabilirsiniz.

Sabetayist kökenli bir kısım generallerin bile tamamen Türkiye’ye ihanet içerisinde olduklarını söyleyemeyiz. Bazıları gerçekten Türk milliyetçisi olmuşlardır. Allaha, İslâm inancına ve Kur’an’a ne derece yakın olduklarını bilemesem de, bu insanların bir bölümün hiç de fena olmadığını söyleyebiliriz sanırım.

Problem teşkil eden nokta, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne yanaşmak gibi fırsatçı bir temâyülün gelişmesidir ki, bugün olan biten de budur. Türkiye NATO’ya katıldı ve işi bitti!

Büyük bir ekonomik krizden geçen Türkiye’deki insanlar, II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından “yerle bir olmuş” Avrupa’ya gönderilip, oradaki en ağır, en aşağı, en kirli işlerde çalıştırıldılar. Almanya’yı baştan aşağı inşâ eden Türklerin Almanya’da doğan çocuklarına bile Alman vatandaşlığı verilmedi.

Türkiye’nin Amerika ile böylesi ilişkilere girmesi ve NATO’ya katılması Türkiye’nin çıkarına sonuçlar vermediği gibi, Türkiye’yi Arab dünyasından ayırmış, onu Arab dünyasının düşmanı ve İsrail’in müttefiği kılmıştır. Türkiye’nin silâhlı kuvvetleriyle siyonist İsrail’in silâhlı kuvvetleri arasında bugüne dek süren ilişkiler, tabiata aykırı bir niteliktedir.

Diyeceğim o ki, Amerika Birleşik Devletleri, çöküşte ama tarihin hâlâ en büyük gücüdür. Türkiye, kuşkusuz, mümkün olduğu sürece herkesle iyi ve sıcak ilişkiler tesis etmelidir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin yapmayı sevdiği şey, bir ülkede NATO üsleri kurmak ve oradan müslüman ülkelere saldırmak, o yolla müslüman ülkeleri imha etmektir ki, elbette bu kabul edilemez.

Bu bakımdan, Türkiye’yi bağımsız bir ülke kılmaktan, Türk halkının ve müslümanların çıkarını savunmaktan sorumlu olan Türkiye’deki herhangi bir hükümete, tüm yabancı askerler ülke dışına çıkarılıncaya ve Türkiye NATO’dan çıkarak hakikaten bağımsız bir ülke oluncaya kadar, asla saygı duymayacağım.

 

Peki Müslüman olmanıza öncelikle ne vesile oldu?

“Devrimci İslâm” ismiyle 2003’te Fransa’da yayınlanan kitabımın ilk bölümünde bu mevzudan bahsettim gerçi.

İslâma geçtim, çünkü en başta savaşçı bir din. Hak olduğu kadar, haklı bir savaş da veren bir din. Hıristiyan katolik dini ise halk düşmanıdır.

Çocukken, çoğu komünist gibi, bu konuda kafamız karışıktı. Birçok komünistin de yanlışıdır bu. İslâm gibi savaşçı bir dine inanmak noktasında hatalı düşünüyorduk. Anlatayım:

Bugün müslümanlar içinde “dinî lider” bilinen kimileri, İslâm nazarında gerçekte haindir ve bizzat Şeriat’ın kendilerine tatbik edildiği bir durumda öldürülmeleri gerekir. Büyük münafıklar, büyük ikiyüzlüler onlar. Burası açık.

Dinin inananları idare etmek üzere bir iktidar ve güç kullanma çerçevesi olması başka bir şeydir, bir iman veya vahiy veya mukaddes kitab demek oluşu başka bir şey. Sadece İslâm bakımından da konuşmuyorum. Tüm dinler böyledir. Kaldı ki, müslüman olduktan sonra diğer insanların inancına da saygı göstermeye başladım ben. Bir şeye samimi olarak iman eden insanların inancına. Bizim için ister doğru isterse yanlış olsun, insanların samimi inancına saygı göstermemiz gerektiğini düşünüyorum.

İslâma girişime gelince... Tesadüfî bir hâdise... Doğu Afrika’da özel bir operasyona gidiyorduk. Çok tehlikeliydi ve hayatta kalmak güçtü. Oradakiler bu operasyonun Cennet’e gitmelerine vesile olmasını istiyorlardı. Hepsi müslümandı çünkü. Kumandanları olan ben ise ateisttim. Yalnız bu kez, o eleştirel karakterim içinden fışkıracağı ânı kollayan bir iman bekliyordu beni. Normalde sürekli eleştirel yaklaşan bir insanım ben. Daima sorular sererim ortaya: Bu nedir, nereden gelmiştir, niçin böyledir? Ancak bu defa, bir müslüman olmanın huzurunu, mutluluğunu ve ruhî yüceliğini  hakikaten kalbimde hissettim. Bu yüzden önemli işte benim için o ân. Yoksa, başlangıcı bakımından tesadüfî bir hâdise, bir çevre dekoru...

 

Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki düşünceniz nedir?

Osmanlı İmparatorluğu, Moğol İmparatorluğu’nu tevarüs etmiştir bir anlamda. Unutmamalıyız ki Türk İmparatorluğu şimdiki Türkiye’de değil, Bağdad’ın fethiyle başlar. İşte Osmanlı Türkleri de İslâma giren Moğolların genlerinden ve geleneklerinden gelen bir takım özellikleri tevarüs etmiştir.

Moğollar... En iyi savaşçılar onlardı. Askerî strateji ve taktiğin en iyisine sahibtiler. Savaş sahasında mağlub edilemezlerdi. Ama aynı zamanda, çok hoşgörülü ve açık fikirli olmayı da bilirlerdi.

Diyelim ki bir şehrin kapısına vardılar. Şöyle derdi Moğollar:

- “Teslim olursanız size hiç bir şey olmaz! Ama eğer direnmeye kalkarsanız sizi imha ederiz!”

Tam da buydu yaptıkları. Şayet direnirlerse gelip şehri yerle bir eder, tek bir adam kalmayıncaya kadar herkesi öldürürlerdi.

Osmanlılar da bir yönüyle işte bu Moğol geleneğini tevarüs ettiler.

Diğer yandan, Osmanlı’nın Batı medeniyetiyle temas kurması, Batıda gelişen bir takım teknik becerileri kendine mâletmesine vesile oldu.

Tüm bu temel üzerinde sonraki muhteşem, açık fikirli, yahudi ve hıristiyanlar da dahil diğer tüm azınlıkları himâye eden imparatorluk yükseldi.

Bir dönem Avrupa’da diri diri yakılan yahudilerin kaçmayı başaranlarının hayatını, bir kol olarak göç ettikleri Kuzey Afrika’nın müslüman Arab idaresi, diğer bir kol olarak göç ettikleri -şimdi Yunanistan’da olan- Selânik’in müslüman Osmanlı idaresi kurtarmıştır.

Müslümanların halifesi Sultan Abdülhamid çok büyük bir padişahtı. Ne var ki, artık çöküşe geçmiş bir sistemi idare ediyordu. Türkiye’deki sistem, modernliğin belirttiği sosyal ve ekonomik gelişme seviyesinden uzaktı. Böyle bir demde gelen Sultan Abdülhamid, son büyük padişah oldu. Ondan sonrası tam bir tufan.

Derken, Sabetayist üç subayın yaptığı devrime geliyor sıra. O dönem bir ihtilâl kaçınılmazdı. Onlar da diğerlerini en iyi organize eden teşekkül oldukları için iktidara geldiler ve şimdi eskisi kadar güçlü olmasalar da, o günden bugüne iktidarı asla terketmediler.

Bilvesile, son büyük sultan II. Abdülhamid’in hatırasını saygıyla yâdedelim…

 

Size göre Kudüs niçin mahzun bugün? İslâm ilkeleri niçin İsrail’e karşı gelemiyorlar aynı şekilde?

Kudüs’ün durumu gerçekten çok hüzün verici. Niçin?

Kudüs, tüm semavî dinlerden inananlar için mukaddes bir şehirdir. Hem yahudiler, hem hıristiyanlar, hem de müslümanlar için... Bizim için, üçüncü mukaddes şehir...

Sayı itibariyle, dünyada tüm mezhebleriyle birlikte birinci en büyük din hıristiyanlık, yine tüm mezhebleriyle beraber ikinci en büyük din ise İslâm’dır. Yahudilik ise, sayıca en küçük topluluğa sahib din olmasına ve çoğu hıristiyana göre Roma dönemindeki kimi yahudilerin Hazreti İsa’yı, hattâ onlara göre Tanrı İsa’yı öldürmesine rağmen –ki bizim için yanlıştır!-, nasıl oluyor da şimdi yahudilerin bu mukaddes toprakları işgal etmesine, müslüman veya hıristiyan demeden insanları katledip bombalamasına, giderek nükleer bir güç olmasına izin verebiliyorlar?

Günümüz bakımından cevabı açık: Emperyalizmin, Amerika Birleşik Devletleri ve diğerlerinin “özel” mütefiği!.. Öyle bir “özel” müttefik ki, zaman zaman “süpergüç” gibi davranabiliyor ve ABD’nin kimi bölge politikalarına karşı çıkma gücünü dahi kendinde bulabiliyor.

“İslâm ülkeleri”ne gelince... “İslâm ülkesi”; bu sadece bir “isim”. Bölgedeki tüm rejimler, Suriye’yi hariçte tutarak, emperyalizmin “kız yeğeni”dir yalnızca!

Bir “bağımsız” Yemen vardı eskiden, önce kuzey ve güney diye ayrılmış, Sovyetler’in çöküşünden sonra ise birleşmiş. Şimdi tam bir karmaşa içinde. Irak diye “bağımsız” bir ülke vardı eskiden. Şimdi o da tam bir karmaşa içinde. Enver Sedat’a gelinceye kadar, Mısır diye “bağımsız” bir ülke vardı. Ve tabiî, Libya diye “bağımsız” bir ülke vardı geçmişte. Tunus da istikrar içinde bir ülke değil artık. Bölgede “bağımsız” sadece Suriye kaldı geriye. Diğer tarafta ise, Cezayir!

Şu ân Suriye üzerine yoğunlaştılar. Suriye halkı bu yabancı müdahalesine ve işgaline karşı direnecektir inşallah.

Gelen haberlere göre, dün veya bu sabah itibariyle, Suriye’de tam bir yıldır isyancıların elinde olan bir bölge, yâni Humus’un güney girişindeki Bâb-ı Amr düştü. Suriye ordusu başka herhangi bir orduya benzemez. Gerçek anlamda savaşçıdırlar. Bu bölgeyi yabancı savaşçılardan ve mahallî direnişçilerden temizlemek için niçin koca bir yıl beklediler acaba? Düşünmek lâzım.

“İslâm ülkeleri niçin İsrail’e karşı gelemiyorlar?” şeklindeydi soru. Bağımsız değiller ki!..

Modern tarihte kurulan ilk rejimler, güya Vahhabî Suudî Arabistan ve yine o çoğu güya Vahhabî yoz komşularıdır. Ben Vahhabî filân değilim. Ancak Vahhabîlerin de kendi inançlarına sadakatleri ve yüksek maneviyatları bakımından saygıdeğer olduğunu düşünürüm. Biz Hanefîler için doğru değildir ama sırf inançlarındaki samimiyet bakımından böyle. Ne var ki, kendilerini Vahhabî inancıyla maskeleyen iktidardaki bu aileler, bizzat Britanyalı emperyalistler tarafından yerleştirilmişlerdir oraya. Kendi başlarına hiç bir güç belirtmeyen bu insanları iktidar mevkiine getirenler Britanyalılardır. Peşinden, Amerika Birleşik Devletleri tutmuştur onları iktidarda. Bu tip insanlar ve devletler mi savaşacak İsrail’le? Tam tersine, objektif olarak İsrail’in müttefiğidir onlar. Olan bu ve çok üzücü.

Size bir şey söyleyeyim: Kudüs’ün kurtarıldığını görecek kadar uzun yaşamak istiyorum. Sanıyorum, o kadar uzun da yaşayacağım.

Filistin Halk Kurtuluş Cebhesi’nin (FHKC) kurucu kongresinde alınan ilk karar ve benim 1967’de İspanyolcaya tercüme ettiğim, FHKC’nin kararlaştırılan “Filistin’in kurtuluş stratejisi” şudur:

- “Kudüs’ün kurtuluşu, Bağdad’ın, Şam’ın, Amman’ın, Beyrut’un ve Kahire’nin kurtuluşundan geçer!”

Mesele budur ve ben buna inanıyorum.

“Niçin İsrail’e karşı gelemiyorlar?”. Tek düşündükleri şey, kendilerini iktidarda tutmak, ülke ve halkın zenginliklerini soyup soğana çevirmek de ondan!

 

Sizce Türkiye niçin Ortadoğu ve Asya’ya açılıyor?

Sanıyorum, Türkiye’nin stratejik temâyüllerindeki bir değişimden ve Ortadoğu ve Asya’daki eski iktidar pozisyonunu yavaşça geri almasından bahsedebiliriz.

Avrupa’nın Türkiye’yi içine almamasından dolayı cidden çok memnunum. Türkiye, Avrupa Birliği’nin bir parçası olmamalıdır. Çünkü bu defa, kendisindeki en son bağımsızlık kırıntısını da kaybedecektir.

Kuşkusuz, Türkiye Avrupa’ya yakın olmalıdır. Avrupa’yla sıcak ilişkiler içerisinde olmalıdır. Serbest dolaşım ve serbest ticaret ilişkisi neden olmasın meselâ? Ama asla Avrupa’nın bir parçası olmamalı ve Avrupa Komisyonu’ndan, Avrupa Merkez Bankası’ndan emirler almamalıdır. Bu tür şeyler Türkiye’nin hayrına değil.

Ancak şimdi Türkiye’nin daha ziyâde Batıya açıldığını, İran’a saldırmak üzere topraklarında füze tesisleri falan kurdurduğunu görüyoruz ki, Türkiye’nin politikasında tam bir değişim demektir bu.

Türkiye’nin bu politik değişimi, El-Cezire televizyonunun değişimini hatırlatıyor bana. Öyle bir değişim ki, bir zamanların Arablara ve müslüman toplumlara sesini duyurma imkânı veren El-Cezire’si gitmiş, yerine bir başka El-Cezire gelmiştir. Birçok El-Cezire çalışanı geçmişte Amerikalıların saldırı ve bombalarına hedef olmuş, bazıları ölmüş, bazıları da mahkemeye sevkedilmiştir. Derken âniden –ki dört yıl önceki bir taleb ve sonraki bekleyişimden sonra ben de cezaevinde izleyebiliyorum iki haftadır-, bir de ne görelim, Amerikalılardan, İngilizlerden ve Fransızlardan daha aşırı biçimde onların tezlerini savunan bir El-Cezire var karşımızda! Aynen Türkiye’nin de bugün değişmesi gibi.

Oysa Türkiye, Filistin halkını desteklemek, Suriye’yle veya Irak’la veya Libya’yla dost olmak gibi güzel bir pozisyon almıştı geçmişte. Ama birden, gidip Suriye’yi işgal etmekten bahseden, İran’ın işgali için üs hazırlayan, Rus ordusuna saldıranlara sığınma hakkı veren bir Türkiye çıktı ortaya.

Size bir şey söyleyeyim: Rusya’nın eleştirilecek birçok yönü vardır. Ancak şu da bir gerçektir ki Türkiye’yi işgal etme hesabı yapanlar Ruslar değildir. Aksine, eğer bugün Türkiye diye bir devlet varsa, Stalin’in Sovyetler Birliği ve Batı arasında bir bariyer olması için Türk devletinin varlığını istemesi dolayısıyladır.

Şu ân Türkiye’de olup biten şey, Ortadoğu ve Asya’ya açılıp sorumluluklarını üstlenmek değil, gerisin geriye dönmektir. Bundan da doğrusu hiç hazzetmiyorum. Umarım Sayın Erdoğan ve hükümetteki arkadaşları hakiki vazifelerini üstlenir ve emperyalistlerle işbirliği yapmayı terkeder.

 

Fransa’da ömür boyu hapis cezasına çarptırılmanıza rağmen mücadelenize aynı hızla devam ediyorsunuz. Niçin?

Size söyleyebileceğim şudur: Bilmiyorum. Ben böyle biriyim. Bir aile geleneği bu. Annemin sütüyle büyüdüğüm kadar, babamın bana öğrettikleriyle de büyümüşümdür. Yaptığım, bu öğrendiklerimi muhafaza etmek sadece. Bunları kendi tecrübem, eğitimim ve araştırmamla da geliştirdim. Benim açımdan hiç de olağanüstü değil bunlar. Ailemdeki herkesin yaptığını temsil etme sırası bana geldi, o kadar. Gerçi ailemin bugüne kadar karşı karşıya kaldığı düşmanlara kıyasla benim düşmanım hepsinden çok daha kuvvetli ama mesele yok, devam!..

Buna dair çok özel bir meziyetim de yok. Bazı insanlar diğerlerine göre daha güçlüdür, bazılarıysa güçsüz. Bunun gibi bir şey.

 

Hür masonlar ve masonik yapı hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Hür mason, hür mason, hür mason” diye çokça konuşma yapılıyor.

Hür masonluk, eşitlik ve insan hakları fikrini Batı dünyasına ve genel olarak dünyaya kazandırma konusunda esaslı bir rol oynamıştır.

Hür masonluk, İskoçya’da gelişip İngiltere’ye yayılan devrimci ve aristokratik bir ideolojiydi. Giderek sömürgeci bir ülke hâlinde mücessemleşti. Sonraları Fransa’ya getirildi ve burada daha çok inkişâf etti. Fransız devriminde öyle söylendiği tarzda bilfiil rol oynamadılar belki ama, insan hakları ideolojisini yaygınlaştırdılar ve bu da Fransa’daki devrimi geliştiren bir unsur oldu.

Çocukluğumda Nikaragua, Kolombiya ve Venezüella’da Amerikalılarla savaşan her çeşitten masonla karşılaştım. Devrimci ve iyi insanlardı bunlar. Gerçi o tuhaf hür masonluk unsurları vardı kendilerinde ama buna rağmen olumlu rol oynamış insanlardı onlar.

Problem, düşmanın akıllılığı ve her yere sızmasıdır. Bu bakımdan hür masonluk, emperyalizm ve siyonizm tarafından kontrol edilmektedir. Bu bir gerçek. Yine de hür masonların çoğu namuslu insanlar olduğu da bir başka gerçek. Mücerred olarak masonluk başka, onları temsil eden ve halkın çıkarına olmayan “yapı” çok daha başka.

 

Bilderberg’in Türkiye ve Ortadoğu’daki gücü ne kadardır?

Bilderberg’in Türkiye ve Ortadoğu’daki gücünün hangi seviyede olduğunu tam olarak bilmiyorum. Fakat Avrupa, ABD ve Kanada’da çok ama çok güçlü olduklarını biliyorum. Bunlar, tesbit ettikleri bazı zeki, becerikli ve karizmatik öğrencileri okul hayatının en erken döneminden itibaren alıp üniversite sonrasına kadar yetiştirir ve nihâyet bunları politikacı, ekonomist, profesör, bankacı falan olarak istihdam ederler. Gizli bir cemiyet hâlinde çalışırlar ki, şu ân Avrupa’yı yönetenler de bunlardır. Bugün İtalya ve Yunanistan’da şâhid olduklarımız bunun delili.

Bu vesileyle söylemek istediğim şey, mason kitlesi veya masonluk değil ama, onları temsil eden bu “iktidar yapısı”nın bizim düşmanımız olduğudur. Nihâyetinde bugün dünyanın çoğunu veya yarısını yönetenler tam da onlar.

 

“Büyük Doğu” ideolojisi sizin için ne anlama geliyor?

Bu bahiste konuşmaya ehil olan insan ben değilim. Türkçe bilmiyorum. Ancak, İngilizcesinden okuduğum kadarıyla çok ilginç. Bir de tabiî, hür masonların kullandığı “Great Orient” tâbirinin karşılığı falan değil “Büyük Doğu”. Zerrece alâkası yok!

“Büyük Doğu”nun anlamına gelince... Size daha önce Moğollardan, Bağdad’ı işgal etmelerinden ve bilâhare Osmanlılardan söz etmiştim. Bunların hepsi “Doğu”dan geldi, “Büyük Doğu”dan. “Büyük Doğu” ifadesi de, dünyaya kanun ve nizam hâkimiyeti, bir bakıma emperyal bir düzen getirmek üzere, şövalyece bir ruh ve fikirle harekete geçen bu muazzam kitle hareketini hatırlatıyor bana.

Elbette, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun meseleleri alış tarzı bu şekilde değil; burası âşikar. Şu hâlde O, benden çok daha iyi bir biçimde cevablayabilir bunu.

Size bu vesileyle söyleyeceğim şey ise şudur: Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun fikirlerinde derin bir âidiyet ve ayniyet hissi duyuyorum. Bu insan yeterince gençtir ve Türk siyasî hayatında oynayacağı muazzam bir rol vardır öncelikle. Bir lider olarak ise, hem Türkiye halkı ve inananlar için, hem de çevre ülkelerin toplumları için oynayacağı bir rol.

 

Türk ve İslâm dünyasına vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Basitçe şu: Büyük ve bağımsız bir Türkiye istiyoruz. II. Abdülhamid Han gibi bir sultanın zamanındaki gibi hükmetmeyi bilecek, eşitlerin ilişkisi çerçevesinde tüm dünya liderleriyle münasebet kurabilecek, geçmişteki bu münasebet tarzını komşu ülkelerle bu kez modern bir tarzda yeniden inşâ edebilecek, sadece müslümanların değil -himâyeye muhtaç Ermeniler ve Gürcüler gibi toplumlar da dahil olmak üzere- komşusu olan tüm toplumların koruyucu büyük ağabeyi olabilecek, bunu da saygı dairesinde gerçekleştirebilecek bir Türkiye!

Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Rasûlullah.

Allahü Ekber!

 

Tarafıma yönelik samimi ilginize, kitabıma göstermiş olduğunuz öneme ve nezaketinize teşekkür ediyorum.

Sultan II. Abdulhamid Han şuurunda idealist birini karşımda görmekten dolayı çok mutlu oldum. ‘’Bu kitap derindir boğulursun’’ adlı yeni kitabınızın ülkenizdeki tüm okuyucuların mutlaka okuması gerektiğini önemle tavsiye ediyor, size ve tüm okuyuculara hayırlı olmasını yüce Allah’tan temenni ediyorum. Şahsıma gösterdiğiniz ilgiye bilakis ben teşekkür ediyorum…

 

‘’Bu röportaj 2 Mart 2012’de gerçekleşmiştir. Şahsım adına Av. Güven Yılmaz aracılığıyla İngilizce olarak yapılan özel tele-röportajın Hayreddin Soykan tarafından yapılan tercümesidir. Röportajın gerçekleşmesinde büyük rol oynayan gazeteci yazar Fazıl Duygun’a ve tüm emeği geçenlere sonsuz teşekkür ediyorum.’’

 

İbrahim DANACILAR

Araştırmacı Yazar

Bu röportajın tüm ses kayıtları mevcut olup, tüm hakları Sn. İbrahim DANACILAR’A ve www.habername.com'a aittir.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Özel Röportajlar Haberleri