TÜRKİYE, İKİ FAŞİST PARTİYİ TAŞIYABİLECEK GÜÇTE DEĞİLDİR.
İşte, kırılma noktası burası.
Toplumun değişim isteğine, iradesine dayanamayacağını anlayan çevreler, genel başkan değiştirerek durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Bu durum tam bir “alabora” olma durumu.
Ne var ki, Çanakkale’de Seyit Onbaşının ( bazı hakimler onbaşı benzetmesine tazminat cezası verse de) attığı top mermisiyle batan İngiliz kruvazörünü hatırlatıyor. Malum şahıs, kendini Çörçil’e, Başbakanı da Hitler’e benzetmişti. İnönü – Hitler tartışmasının kapılarını da aralamıştı.
Bir genel başkana ait olduğu iddia edilen uygunsuz görüntülerin kabulü mümkün olmadığı gibi, olayı ayrıntılamayı da olayın “nedenine , niçinine” girmek de elbette doğru değildir. Yanlışın reklamı yapılmaz.
Ancak, bugün uygunsuz görüntülerden dolayı mağdur olduklarını ileri sürenlerin, 28 Şubat Post Modern sürecinde Müslüm Gündüz’den, Fadime Şahin’den Ali Kalkancı’dan doğurttukları, peydahladıkları “piç süreç” henüz unutulmadı. Bu mel’un sürecin etkileri devam ediyor.
Kanal kanal gezdirilen başörtülü hanımın göz yaşlarından bir başörtüsü zulmü çıkardılar. Sakallı bir zaniden “Bütün sakallılar zanidir.” hükmüne vardılar.
Üç kişinin uçkurunun hesabını koskoca bir ülkeye fatura edenler, ne yazık ki bugün ibretliktirler, “ mahremiyet” kavramına sığınıyorlar. Mahremiyete saygı her zaman ve her şartta gösterilmelidir. Ama, mahremiyetin katili de zinadır.
Tuzak kuran kendi tuzağına düşer, Mazlumun ahı aheste çıkar.
Bunların yüzünden binlerce öğrenci okulundan, binlerce çalışan; işinden, aşından, ekmeğinden mahrum bırakıldılar.
“Laikliği koruyoruz” görüntüsü arkasında bankaları hortumladılar, 60 milyar doları ceplerine indirdiler.
Bunların yüzünden, meslek liselilere “katsayı” uygulandı, istikballer mahvedildi.
Şimdi kaset olayının da rejim meselesi yapılmasıyla “laikliği korurken biraz hortumladık”a benziyor. “Rejim mücadelesi yaparken olanlar oldu.” denilemez. Bunun mahremiyeti de yoktur. Gayri meşruluk, hiçbir gerekçeyle masumlaştırılamaz, meşrulaştırılamaz.
Cunta, toplumu yönlendirebilmek için “resmi” irtica siteleri kurarken belli ki fuhuş ekibi de boş durmamış. Bu açıdan bakılırsa, görüntüdeki bu istifa, gerçekte, Ergenekon’un “ gönüllü avukatını azletmesidir.”
Cunta, kendince kaybettiği mevzileri ele geçirmeye çalışıyor, yetersiz gördüklerini saf dışı ediyor. İstifa açıklamasında “rejim mücadelesi yaparken, şimdi bu da nerden çıktı, ne gereği vardı.”anlamındaki ifadeler, aslında “müvekkile” derin mesajlar içermektedir.
Yedekte bekletilen slogancı, şoven, grubun, “Onların yokluğunu aratmayız” çıkışı olursa, böyle bir çıkış toplumsal bir dalgalanma oluşturmayacaktır. 1999 seçimlerinde baraj altında kaldıklarında şoven kıtasından bu anlamda bir çıkış olmuştu. Bu çıkışın sonucu olarak, bir sonraki seçimlerde kendileri barajın altında kalmışlardı.
Toplum mühendisliğinden sabıkalılar fena halde kıstırılmış durumdalar. Kendilerini çembere alınmış hissettikleri anlaşılıyor. Son bir “yarma harekatına” hazırlandıklarının emarelerinden biri işte bu “istifa”(azil) olayıdır.
Anayasa değişikliğinde “ engelleyicilik” yeterli bulunmadığından, istifa süreci devreye sokulmuşa benziyor. Bu durum, anayasa değişiminin, gerekli ve zamanında yapıldığının da ifadesi açısında önemlidir.
Cunta’da daha da çözülmeler, belki de iç hesaplaşmalar başlayacaktır. Bu hengamede 171 yıllık sürecin en keskin de virajına girilmiştir.
Tanzimat’la başlayan yenileşme çabası böyle devam ediyor.
Türkiye ne Türklerden ibaret; ne de Türkiye, sadece Türklerle ilgilenmekle mükellef… Ait olduğu konum itibariyle, medeniyet mirasıyla dünya ile bütünleşmek zorunda olan bir ülke … Misakı milli sınırı bu medeniyet anlayışını kısırlaştırmış , medeniyet mirasını inkara kadar götürmüş, toplumu, katı “ulusalcı”, “milliyetçi” kalıplara hapsetmiştir. Tek parti anlayışının ülkeyi her on yılda darbelerin eşiğine getirmesini nedenlerinden biri de bu faşist anlayıştır.
Kendini kurucu idare olarak gören ne getirilecekse ben getiririm anlayışı çoktan miadını doldurdu. 2. dünya savaşından sonra zoraki demokrasiye geçiş, kendilerini “kurucu irade” olarak görenleri pek de memnun etmedi. Sürdürebilselerdi “ Açık oy, gizli sayım” formülünden vazgeçmeyeceklerdi. Dün nasıl bu anlayışı terk etmek zorunda kaldılarsa bugün de antidemokratik tutumlarından vazgeçmek zorunda kalacaklar, çünkü değişim acımasızdır. Değişim, değişmeyeni bir okyanus gibi kıyıya atar, saf dışı eder.
1950 seçimlerinde iktidarı devralanların “ Yeter söz milletindir!” sloganı, sosyal psikolojiyi yeterince anlatmaktadır. “Yeter” ifadesi bıçağın kemiğe dayandığı noktadır. Tek Parti”nin millet nazarındaki itibarını(!) göstermektedir.
Bugün gelinen nokta da bundan farklı değildir. Toplum yararına olan her yeniliği “rejime saldırı” olarak algılayan anlayışı halk, cezalandırmaya hazırlanıyor. Bunun sonuçları en yakın referandumda görülecektir. Şimdi, bütün hesaplar bu hezimeti önlemeye yönelik yapılıyor.
Dünyayı iyi okuyamamış bu oligarşik-bürokratik, vesayetçi kadro hala kendini 1940’larda zannediyor.
Halbuki hesap yanlış.
1950’den sonra şehirleşme başladı. Ogünlerde Türkiye, kırsal bir toplumdu, nüfusun yüzde yetmiş beşi köylerde yaşıyordu, şimdi ise tam tersi… “Tek kanaldan, tek elden” dönemi bitti. Artık, sadece radyo evini ele geçirmekle ülkeyi ele geçirmek mümkün olmuyor. Üstelik kasetler, darbe planları anında deşifre oluyor. Darbeciler ve onların “goygoycuları” yargılanıyorlar.
Bu ülkede 1909’dan beri siyasi cinayetler işlendi, ama hiçbiri 1961’deki kadar toplumda nesiller boyu sürecek yaralar açmadı. Bu yarayı açanlar bunun bir de reklamını yaptılar. İdamları, sonraki siyasileri “yola getirme” aracı olarak gördüler Anayasanın ortadan kaldırılıp da sonra da bunun bayram ilan edildiği tek ülke herhalde Türkiye.
1971’de muhtırayı görünce şapkasını alıp giden siyasiler hiçbir zaman bu toplumu temsil edemedi. 28 Şubat rezaletinde Halkın egemenlik hakkını “ sayısal değil, siyasal gücü dikkate alırım.”diyerek cuntaya peşkeş çekti.
27 Mayıs 1960’da sicili bozmakla, darbecilikle övünenlerin bugün avukatlığına soyunanların 50 yıldır “demokrat gelenekten” olduklarını iddia etmeleri de çok acıdır. 1960’da demokrat oluşuma düşman olanların bugün bu anlayışın “temsilcisi” konumunda oluşları çetenin gücünü göstermesi açısından dikkat çekicidir.
1980’de aynı zihniyet darbe meşrulaştırıcı bir işlevle yönetimin militarizme geçmesine vesile oldu.
1950’den beri toplumun merkeze yürüyüşü devam ediyor. Zaman zaman yol kazaları, yol kesmeler olsa da bu yürüyüş devam ediyor, edecek.
1989’da Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığına çıkışını engellemeye çalışanların ,aynı gerekçelerle ve aynı metotlarla Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına engel olmaya çalıştılar.Öylesine cansiperane mücadele ettiler ki anayasayı bile çiğnediler. 367 kararı bunun en açık delilidir. 411 milletvekilinin elini “kaosa kalkan el” olarak nitelendiren zihniyet faşizmin zirvesiydi, en açık zırvasıydı.
Danıştay saldırısıyla toplumsal bir kriz peşinde koşanların, özellikle “27 Mayıs bir devrimdir. diyerek adeta, yeni planlanan darbeyi meşrulaştırmaya çalışıyordu. Aynı şahsın, Danıştay binası önünde önceden hazırlanan metni okuyarak ve “katil silahını tekbir getirerek ateşledi. Biz Allah’ın askerleriyiz diyerek bağırmış .” açıklaması , bir kumpasın varlığını gösteriyordu.
Aynı yerde ve aynı anda “Siyasete kan bulaştı.”ifadesinin sahibi artık siyasi bir mevtadır
Şimdi gelinen şu noktada geriye dönülüp bakıldığında çok büyük badireler atlatılmış olduğunu görüyoruz. “367 reddedilirse çatışma çıkar.” sözünün sahibi o gün böyle bir sözü ne amaçla söylediğini toplum gün geçtikçe daha çok açık bir şekilde anlayacak.
Son günlerde anayasa değişikliği çalışmalarında da görüldü ki tek parti anlayışı duvara dayandı. Daha ötesi yok. Sağındaki, solundaki ve bölgesele indirgenmiş faşizm değişime direniyor.Toplum bunu çok net olarak gördü.
Bunlara bel bağlayan çevreler kontrolü tamamen kaybetmek istemediğinden, kasetsel bir operasyonla bir u dönüşü yapmak istediler. Ancak, bu dönüş başa dönmek oluyor. Çünkü, karşıdan gelen çok hızlı bir yenileşme süreci var.
Tek kişilik bir değişim yeterli olmayacaktır. Değişime direne bir anlayış ve bir kadro var. Önce bu anlayışın ve kadronun değişmesi gerekiyor.
Büyük bir ihtimalle bu olmayacak ve bir dönem de “tek parti” anlayışı tasfiye olacaktır. Sovyet artığı bu idare anlayışının son demlerini yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bundan sonra neler olabilir?
Türküye, çok hızlı bir şekilde yeni bir muhalif yapılanmaya gidecektir. Yeni yapılanmada “demokratik açılım”ın genişlemesi gündeme gelecek ve yepyeni bir anayasa yapma çalışması başlayacaktır.
Yeni yapılanmaya darbeci kadro sızmak isteyecektir. Toplum tarafından sevilen kişileri de vitrine koymaya çalışacaklar. Ancak, halk, söylemden çok; eyleme bakacak ve icraat isteyecektir. Gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır.
Şehit törenlerini siyasi gösteri haline dönüştürmek isteyen malum çevre de buna daha fazla devam edemeyecek duruma gelecek, cami alanına dahi yaklaşamayacaklardır. Çünkü bu açık bir istismar ve ölü soyuculuğudur. Halk, bu anlayışı asla tasvip etmemektedir.
Türkiye’nin iktidardan çok muhalefet problemi var. Bu problemin çözümü de daha çok demokrasi, daha çok özgürlük anlayışıyla ve liberal politikalarla olacaktır.
Türkiye’yi demokrasi ve özgürlük yarışı olan bir süreç bekliyor.
Psikolojik sınır aşıldı.
Asıl cayırtı, anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra başlayacak.
Merhaba, hayırlı sabahlar Türkiye!...
Behçet CANÖZ-ÖZGÜR EĞİTİM-SEN GENEL SEKRETERİ