Türkiye’de eğitim sistemindeki problemler sosyalist, liberal, muhafazakâr, hatta Kemalist çevreler tarafından yıllardır dile getirilmektedir. Yapılan tartışmalara baktığımızda sürekli eğitime aktarılan kaynaktan, okullardaki eğitimin yönteminden, kaliteli kadro ihtiyacından, vs. dem vurulduğunu görüyoruz. Ancak “eğitim”in, ulus-devletlerin bireyleri biçimlendirme işlevinden hiç bahsedilmiyor. Aynı şekilde Türkiye’de eğitim sisteminin resmi ideolojiye nefer yetiştirme vazifesi, eğitimle ilgili tartışmalara yeteri kadar yansımıyor.
Kritize.Net olarak bu sorunsalın peşinden gittik ve aradığımız cevapları Özgür Eğitim-Sen Başkanı Yusuf Tanrıverdi’de bulduk. Sendikacılık sektöründe yeni olan Özgür Eğitim ve Bilim Çalışanları Sendikası, muadillerinin aksine oligarşik bürokrasiye ve her türlü dayatmaya “herkes için özgürlük, herkes için adalet” ilkesinden hareketle karşı çıkıyor; eğitim sistemini, sorunların kökenini de kapsayacak şekilde eleştiriyor, dahası özgürlüğü ve adaleti merkeze alan çözüm önerileri sunuyor.
Türkiye’de sivil toplum ve sendika geleneği ne yazık ki yerleşememiştir. Çeşitli şekillerde devlete bağlı sendikalar mevcut. Özgür Eğitim-Sen’in farkı nedir, nasıl bir ihtiyaca cevap verebilmek amacıyla kuruldu?
Bildiğiniz gibi ülkemizdeki temel sorun demokrasi sorunu, özgürlükler sorunu... Bunu geliştirebilmenin yolu da elbette sivil toplumun gelişmesinden ve kendini ifade edebilmesinden geçiyor. Fakat Türkiye’de kurumlar vesayetçi, devlet merkezli, devletin izin verdiği kadar ya da devletle bir bağ kurabilirse sivil toplum örgütleri bu zamana kadar yaşayabiliyordu. Althusser’in bir tespiti var, “devletin ideolojik aygıtları” diye, bunların içinde sendikaları, dernekleri, aileleri vs. sayıyor. Devlet bunları kendi ideolojisinin taşıyıcı unsuru olarak örgütlüyor ve kullanıyor. Bu örgütleme ve kullanmadan dolayı Türkiye’de ne yazık ki sendikal hareket de gelişmiş değil. Yanılmıyorsam 1948’de mecliste cemiyetler yasası oylanıyor. O zamanki yapılan tartışmaya baktığımızda, vekiller diyor ki “sendika falan bize ters, o nedenle bu yasayı kırpıp kendimize uygun çıkarttık.” Bu yasa, derneklerin ve sendikaların kurulmasına yönelik bir yasa. O yasa çıktıktan sonra o zaman DP 20 küsur sendika kurduruyor, Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu şeklinde örgütleniyor. CHP de bir o kadar sendika kurduruyor, onlar da kendi çevrelerinde örgütleniyorlar. 1952’de bu ikisi evleniyor, ortaya Türk-İş doğuyor. Türk-İş’in tarihine baktığımızda, o dönemler komünist tehlike nedeniyle Avrupa’daki ve Türkiye’deki pek çok sendikalar ve dernekler anti-komünist hareket içerisinde örgütlendiler ve kullanıldılar. Türk-İş’in de genel politikaları bu şekilde devam etti ki süreç içerisinde 600 küsür tane yönetici ABD’ye gider ve eğitim alır. Bugün CHP ile birlikte en fazla gayrımenkule sahip olan bu ikisidir. ABD’den hükümete, hükümetten de Türk-İş’e aktarılan paraların olduğu söylenir. Bu, bir süre devam ettikten sonra partiler bakıyorlar, sendikalardan kendilerine ekmek var, her parti kendi sendikasını kuruyor. Tabelası sendika olan ama gerçek anlamda bir siyasal partinin uzantısı ve bir memur ya da işçi teşkilatı gibi hareket eden sendikalar türüyor. MİSK kuruluyor MHP’ye bağlı, ardından Hak-İş kuruluyor MSP’ye bağlı, ardından DİSK solu temsilen kuruluyor. Kamu sendikacılığı ise daha yeni biliyorsunuz. Oradaki örgütlenmeler de aynen işçi sendikaları örgütlenmeleri gibi daha çok partilerin arka bahçesi şeklinde oluşuyor. Bu nedenle de sakat bir sendikacılık kültürü gelişiyor Türkiye’de.
Özgür Eğitim-Sen’in farkı nedir?
Biz Özgür Eğitim-Sen olarak sendikacılığın bu şekilde yapılanmasının sendika mücadeleciliği açısından da üretici olamayacağını, ayrıca ülkenin demokratikleşmesi ve özgürleşmesinde gerekli katkıyı sağlayamayacağını düşündük. Çünkü bağımsız değiller, kendi güçleriyle, ilkeleriyle, idealleriyle kurulmadıkları için demokratikleşme ve özgürleşme konusundaki tavır ve tepkilerinde bağlı olduğu siyasi partiye endeksli oldu; yani konunun özüne ilişkin bir tutum geliştiremediler. Bu nedenle de mesela A konusunda çok özgürlükçü bir söyleme sahipken, B konusuna gelince çuvalladıklarını görüyorsunuz. Mesela Eğitim-Sen’in demokratik söylemine bakın, dindar kesime karşı katı bir tutumları vardır. Başörtülülerin özgürlüğü konusunda çuvallarlar, hem çalışma, hem eğitim konusunda inançları ölçüsünde yaşamalarının önüne geçerler. Öteki taraftan muhafazakâr sendikalar da zorunlu din dersine, yani alevilerin sünnileştirilmesi asimilasyonuna taraftırlar. Anadilde eğitim konusunda tavır koyarlar. Çünkü daha çok düşünce temelleri muhafazakâr-devletçi bir zihniyete dayanıyor. Baktığımızda her birinin bir taraftan arızası var.
Biz kendimize temel olarak bir tek ilke koyduk ortaya: Herkes için adalet, herkes için özgürlük. Özgürlüğü ve adaleti “ama”sız ve bir taraf adına değil de, bu ülkede yaşayan; kimliğine, inancına, hayat tarzına bakmadan “benim canım yanıyor” diyen insanın yanında durabilmek konusunda samimi olmayı kendimize amaç belirledik. Temel olarak diğer sendikalardan farkımız bu. Bir, devletçi değiliz, ulus-devletin sanal kutsallıklarıyla kendimizi ifade etmiyoruz. İkincisi, temel değer olarak özgürlük ve adaleti alıyoruz. Bu temelde bireyin haklarını esas alan özgürlükçü bir toplumsal yapının oluşması gerektiğine inanıyoruz. Sendika olarak ne kadar bağımsız olabilirsek, değerler noktasında o kadar samimi davranışlar içinde olabiliriz. Herkesin hakkını hukukunu sahiplenebiliriz ve adaletin, özgürlüğün gelişmesi, yeşermesi noktasında sendikanın yapabileceği katkıyı yapabiliriz diye düşünüyoruz.
Bağımsızlık zayıflığı da beraberinde getirmiyor mu? Sırtınızı bir yere yaslamadığınızdan onlar tarafından korunmamanız, tam aksine taciz edilmeniz gibi bir durum söz konusu…
Dediğiniz doğru, bağımsız kalmanın bir bedeli var ve biz en başta bu bedeli ödemeyi sendika olarak göze aldık. Bir siyasi partinin desteği yok, öyle bir bağlantımız yok. Çünkü biz, sendikaların tüm siyasi partilere eşit mesafede durması gerektiğini; onları etkileyerek gerek eğitim, gerekse ülkenin diğer problemleri karşısında doğru politikalar üretmesi noktasında onları enforme etmeyi ve yönlendirmeyi sendikaların görevleri arasında görüyoruz. Bunun için de tüm partilere karşı eşit mesafedeyiz. Bu nedenle diğer sendikaların avantajları bizde yok. Bunu bir dezavantaj olarak düşünmüyor muyuz, düşünmüyoruz. Bunun bizatihi sendikayı kişiliksizleştirdiğini düşünüyoruz. Aslında bu, onlar için bir problem. Biz bu noktada yalnızlık içinde de değiliz. Kullandığımız özgürlük dili, bu ülkenin trendidir. Ve bu trend bizim yanımızda ve arkamızdadır.
Batman’da yaşananları medyadan takip ettiğimiz kadarıyla biliyoruz. Batman'da süreç nasıl işledi?
Batman meselesi bunun tipik bir örneği tabi ki. Batman’da bir önceki vali “Hedef 15” diye bir proje gerçekleştiriyor ve hafta sonu kurslar düzenleniyor. Bu kurslarda yer alan öğretmenlerin paralarının bir kısmı ödeniyor, bir kısmı ödenmemeye başlıyor. Bizim arkadaşlarımız 3 defa ilgili şube müdürüyle görüşme yapıyorlar. Paranın ödeneceği kendilerine söylenmesine rağmen her seferinde erteleniyor. Bunun üzerine arkadaşlarımız il Milli Eğitim Müdürlüğünün önünde bir basın açıklaması yapıyorlar. Basın açıklamasından 5 gün sonra 107 bin lira öğretmenlerin hesabına yatırılıyor. Olay da bundan sonra başlıyor. İl Milli Eğitim Müdürü, “madem siz benden bu parayı alırsınız, ben de size burada sendikacılık yaptırmam” düşüncesiyle üyelerimiz ve yöneticilerimiz hakkında soruşturma başlatılıyor. Eylemde olmayan dört üyemize de soruşturma açılması, bu soruşturmanın kasıtlı olduğunun göstergesi.
Soruşturma o kadar maksatlı ki, sanıyorum il Milli Eğitim Müdürü“Ben soruşturma açarım, bunlar da çil yavrusu gibi dağılır, bu sendika da burada faaliyet gösteremez” şeklinde düşünüyordu. Fakat karşısında çok onurlu, ahlaklı bir direniş gördüler. Çünkü soruşturmaya giren arkadaşlar, bu soruşturmanın 4688 sayılı sendika yasasına da, 2005/14 sayılı başbakanın genelgesine de, toplu yürüyüş kanununa da aykırı olduğunu deklare ettiler; ardından Batman Cumhuriyet Başsavılığına suç duyurusunda bulundular. İl Milli Eğitim Müdürü bunları beklemiyordu tabi…
İşin bir ilginç yanı da şuydu: Batman İl Temsilciliği mali sekreterimiz Murat Kurhan hakkında soruşturma açılmıyor. Eylemde kendisi de var, zaten fotoğrafta çok açık bir şekilde kendisi de bulunuyor. Kendisi gitti “ben de vardım eylemin içinde, bana da soruşturma açın” diye dilekçe verdi. Dilekçeye karşı İl Milli Eğitim Müdürlüğü alakasız maddelerle olayı şişirmiş, bir sürü yasalar ekleyerek hiç alakası olmayan şeylerden bahsetmiş, sonunda da “sizin hakkınızda soruşturmanın açılması hukuken mümkün değildir” diye yazılı bir cevap vermiş.
Bir kere basın açıklaması tamamen meşrudur, bir sendika bunu yapar. Bahsettiğim kanunlar bize bu eylemleri yapma hakkı veriyor, biz bu kanunlara göre davranırız. Milli Eğitim Müdürü bu kanunları yok sayıyor, hukuksuzluğun bir boyutu bu. İkincisi, bir sorun hakkında basın açıklaması yapmak sendikanın doğal bir işidir. 2005/14 sayılı Başbakan’ın genelgesinde “hiçbir sendika üyesi şubeleri yapmış olduğu etkinlikler nedeniyle soruşturulamaz” diyor. İl Milli Eğitim Müdürü bizim üst amirimiz falan değil. Biz bir tüzel kişiliğiz ve sendika yasası bize bu hakkı verdiği için o tüzel kişilikle bu işleri yapıyoruz.
Türkiye’de çok ağır bir ideolojik merkez vardır. Eğitim sisteminin amacı tamamen o ideoloji doğrultusunda çocukları yetiştirmektir.
Son durum nedir?
Şu anda mahkemedeyiz, il Milli Eğitim Müdürü hakkında makamını kötüye kullandığı gerekçesiyle suç duyurusunda bulunduk. İşin bir ilginç yanı da valinin bu soruşturmaya nasıl olup da izin verdiği... Demokratik bir hakkın kullanımına karşı il Milli Eğitim Müdürünün yaptığı hukuksuz bir işe siz vali olarak nasıl izin veriyorsunuz? Olay ulusal basına yansıdığında da valinin bu soruşturmayı durdurup, il Milli Eğitim Müdürü hakkında yasal işlem başlatması gerekirdi ama anlaşılan vali de oyuna getirilmiş.
Şöyle de birşey var, bizim duruşumuz bazı insanları tedirgin ediyor. Çünkü bizim sendikacılık tarzımız alıştıkları birşey değil. Bakıyorlar, bizim katsayı konusunda, başörtüsü özgürlüğü konusunda çok net tavrımız var. Birileri kendilerine yakın görüyorlar. Sonra bakıyorlar anadilde eğitim de istiyoruz, din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını da talep ediyoruz, eğitim sisteminin devlet tekelinden tamamen çıkmasını da talep ediyoruz. Bu noktayı anlamlandıramıyorlar. Çünkü eğitim camiasında maalesef ciddi düşünce problemleri var. Sanki verili olan mutlakmış, tartışılamaz bir realiteymiş ve biz de buna teslim olmak durumundaymışız gibi. Biz de bu düşünceye karşı çıkıp yeni bir şeyler söylediğimiz için algılama probleminden kaynaklanan bir tedirginlik oluşuyor bazı kesimlerde. Onların devleti kutsayan, mutlaklaştıran anlayışına da uymadığı için bunlar bizi rahatsız edecek diyorlar. Çünkü biz oligarşik bürokrasiye karşıyız, bürokrasi bizim tepemizde bir kutsal değil, bize hizmet etmesi gereken bir kurum olarak görüyoruz.
Tam da o noktada benim şöyle bir sorum olacak. Sendikanın tüzüğünde "eğitim ve öğretimin resmi ideolojiyle yönlendirilmesine karşı olan sendika; insanın özgür bir kimlik ve şahsiyet geliştirebilmesine imkân veren serbest, gönüllü ve çoğulcu bir eğitim anlayışını savunur." "...devleti ve bürokrasiyi bireyin hizmetinde olan bir araç olarak görür" şeklinde ifadeler yer alıyor. Böyle bir sendikanın Türkiye gibi yarı otoriter bir ülkede varlığını sürdürebilmesi hakikaten zor. Batman'daki olay dışında sendikaya yönelik negatif ayrımcılık gerçekleşti mi?
Bazı illerde hükümete yakın sendikalar tarafından arkadaşlarımız bazı tehditlere, baskılara uğradılar. Başarılı oldukları yerler de oldu, mesela Bursa’da bir örgütlenmemiz engellendi, bu örgütlenmeyi sağlayan arkadaşlar istifa ettirildi. Bu türden şeyler yaşıyoruz ama biz bunları önemsemiyoruz. Çünkü biz darbeleri de yaşadık bu ülkede, 28 Şubat’ları da yaşadık. Özgürlük diye yola çıkıyorsanız, bedelini ödeyeceksiniz.
Türkiye'de eğitim ve öğretimde ciddi anlamda problemler olduğu yıllardır söylenen bir gerçek. Sizce Türkiye'deki siyasi, iktisadi ve sosyal problemlerin en büyük nedeni Milli Eğitim sistemindeki veya daha genel olarak Kemalist eğitim modelindeki sorunlardan mı kaynaklanıyor?
Temelde problemi şu olarak görüyoruz: Ulus-devletler kendilerine uygun vatandaş yetiştirmek için eğitimi bir araç olarak görmeye başladılar. Ailenin, caminin, sivil toplumun rollerini çalıp, hepsini “okula” giydirdiler. Ulus-devlet çocuğu ailesinden de kopararak, kendi çocuğu gibi görmeye başladı. Ve bu çocukları kendilerine sorgusuz sualsiz, mutlak bağlılık içinde itaat eden bir vatandaş yaratma çabası içine girdiler. Buna kul-yurttaş da diyebiliriz. Baktığımızda eğitimdeki temel amacın insan yetiştirmek olmadığı çok aşikâr biçimde görülüyor. Türkiye’de çok ağır bir ideolojik merkez vardır. Eğitim sisteminin amacı tamamen o ideoloji doğrultusunda çocukları yetiştirmektir.
Anaokulundan üniversiteye kadar...
Aynen öyle... Biz buna karşıyız, yani devlet bize din, ideoloji, dünya görüşü dayatamaz. Bizim kafamızda devlet, bir toplumsal sözleşmeyle oluşturulan bir hizmet kurumudur. Bunun dışında insanlar nasıl inanacaklarına, nasıl düşüneceklerine, nasıl yaşayacaklarına kendileri karar verirler. Bu devletin işi değil, bunu devlete verdiğinizde ortaya mutlak iradeye sahip tanrı-devlet çıkıyor. Zaten öteden beri uygulanan politikalar da insanların “birey” kimliklerini yok ediyor. Mesela bir çocuğa “ne olmak istiyorsun” diye sorduğunuzda hep devlete ait bir kurumda görev almayı hedefler. Ya öğretmen, ya doktor, ya mühendis falan... Tabi buralara gelmek için de öpülmesi gereken ne kadar el varsa öpülecektir.
İnsanlar, kendisine devletin dışında bir yaşam alternatifi kuramıyor. Kalkıp da “hayır kardeşim ben piyasada şu işi yapacağım” diyemiyor. Şu an bir işsizlik furyası var, bakıyorsunuz hükümet bir kadro açıyor, on binlerce insan kapısına yığılıyor. Bu nereye kadar sürecektir böyle? Bir de şu var, bunu devlet bilinçli şekilde yaptı. Ekonomik olarak insanları kendine bağımlı yaptı, eğitim alacaksak ondan alacağız, tedavi olacaksak ondan olacağız, para lazımsa ondan alacağız, iş gerekiyorsa o verecek... O, her şeyi yoktan var edecek bir pozisyona bürünecek, tanrılaşacak ve ona karşı biz bütün özgürlüklerimizi devredeceğiz. Devletin istediği bu, yurttaşı kendisine ne kadar bağlarsa, o kadar da itaat alacaktır karşılığında. Yapılan hesap bu.
Sizin de dediğiniz gibi Türkiye’de eğitim, bir ideolojik endoktrinasyon kurumu olarak sürdürülüyor. Bunun ortadan kaldırılması için kısa ve uzun vadede neler yapılabilir? Zorunlu eğitimin kaldırılması ya da eğitimdeki devlet tekelinin tamamıyla ortadan kaldırılması bir çözüm olabilir mi?
Şimdi, aslında iki tane başımızın belası olan zorunluluk var: bir tanesi zorunlu askerlik, bir tanesi de zorunlu eğitim. İkisi de, devletlerin kendi yurttaşlarını köleleştirdikleri ve seçim hakkı bırakmadıkları iki olgu. Bu iki olguyu aşabilelim ki, gerçek anlamda özgür bir toplumu oluşturmaya gidebilelim. Şimdi genelde ulus devletler bu eğitim işinden elini çekmeye çok taraf değiller. Çünkü getirilerini biliyorlar. Bizim temel bakış açımız bu işin devletten tamamen alınması, devlet eğitim sistemine hiçbir şekilde karışmamalı, yani müdahale de etmemeli. Bu neye bağlı? Toplum olarak şu anlayıştan kurtulmamıza bağlı: “adam ederse devlet bizi adam eder.”
Okullarda öylesine bir düşmanlık ve ırkçılık aşılanıyor ki, bu müfredat o çocuk masumiyetine boca edildiği sürece, bu ülkede Hrant Dink gibilerini öldürme kastı olanlar, tetikçi bulmakta zorlanmazlar. Çünkü bu sistem bir taraftan bunu üretiyor.
Hiç okumamış insanlar için bile “askere git de adam ol” derler...
Tabi, tabi... Bunu devlet beynine çakmış insanların; öncelikle bundan vazgeçmemiz lazım. Yani bunun, bir birey olarak şahsiyet kazanmamızı nasıl engellendiğinin farkına varmamız lazım. “Devlet bizi adam etsin...” Adam, kendini adam edebilir, başka hiç kimse onu adam edemez. Yani adam olan insan kendi kişiliğini, kendi özgürlüğünü, kendi şahsiyetini inşa edebilir. Yoksa kendisinin dışarıdan adam edilmesini, hele de devlet denen güç tarafından adam edilmesini bekleyen bir anlayışta, insani niteliklerin geliştiğini zaten göremeyiz ve bekleyemeyiz.
Bu noktada biz sendika olarak yapılması gereken bazı şeylerin olduğunu düşünüyoruz. Madem devlet eğitimden elini çekmeyecek, o zaman biz devleti mevcut kamu okullarında ne kadar geriletebilirsek, ne kadar eğitimin dışına atabilirsek, resmi ideolojiyi eğitim sisteminden ne kadar dışarı çıkartabilirsek, ders kitaplarının içeriği konusunda ne kadar birey merkezli, özgürlük merkezli ve demokratik bir kültürün oluşması noktasında bir içerik kazandırabilirsek bunlar bize kazanç olacak.
Yani yapmamız gereken şey mevcut eğitim sistemini ciddi bir eleştiriye tabi tutmak... Mesela kitaplara bakıyorsunuz, acayip bir ırkçılık var, acayip bir ayrımcılık var, acayip bir ötekileştirme var. Geçen, Hrant Dink’in ölümü üzerine yayınladığımız bir mesajda biz dedik ki Hrant’ın katillerini okullardan biliyoruz. Nasıl biliyoruz okullardan? Çünkü okullarda öylesine bir düşmanlık ve ırkçılık aşılanıyor ki, bu müfredat o çocuk masumiyetine boca edildiği sürece, bu ülkede Hrant Dink gibilerini öldürme kastı olanlar, tetikçi bulmakta zorlanmazlar. Çünkü bu sistem bir taraftan bunu üretiyor. Ders kitaplarına bakıyorsunuz, bu ülkede yaşayan hiçbir etnik veya dini kimlikten bahsedilmez. Bu insanları tanıtmaya yönelik bir içeriğe rastlayamazsınız. Hâlbuki tanışıklık, dostluğu ve barışı getirir. Yani birbirinizle tanışık olmadığınızda, her türlü manipülasyona açık bir haldesinizdir. Bunun için biz istiyoruz ki, ders kitaplarının içeriği hazırlanırken, bu ülkenin bütün renkleri o kitapların içerisine girsin, tanıtılsın. İnsanlar Alevi kim bilsinler, Süryani kim bilsinler, Sünni kim bilsinler; bunların değerlerini, kutsallarını, geleneklerini, kültürlerini tanısınlar. Ancak ders kitaplarına baktığınızda bu ülkede sadece Türk yaşıyor, başka kimse yaşamıyor.
Hatta hiç Kürt, Ermeni görmemiş bir çocuk canavar gibi bir şey düşünebiliyor...
Tabi, şok oluyor… Mesela benim sınıfımda Kürt öğrenciler vardı, Kürt olduklarını söylemekten çekiniyorlar. Bu çok acı bir durum. Bir çocuk niye etnik kimliğini söylemekten çekinsin ki? Ama resmi ağızdan şu çıkıyor, “Türklerle Kürtler etle tırnak gibiyiz.” İyi de bu niye yansımıyor eğitim müfredatına, ana dilde eğitim olarak? Yasak koyuyorsunuz, tanımıyorsunuz. Açıyorsun bütün kitapları, sosyal bilimler, hayat bilgisini, şunu bunu, bir yerde Kürt kelimesi geçiyor, tek bir yerde geçiyor, o da nerde? Milli mücadeleye zararlı cemiyetler içindeki, Kürt Teali Cemiyeti. Bir de İslam Teali Cemiyeti geçer…
Zaten TSK’nın da biliyorsunuz, iç tehditte iki tane düşmanı vardır: Bir tanesi irticadır, diğeri de bölücü Kürtlerdir ve bu ikisinin üzerine planlar, projeler iç tehdit olarak algılanır ve kurulur. Bu ders kitaplarına da tamamen giydirilir. Mesela bakıyoruz okullarda Milli Güvenlik denilen bir ders var hala lisede. Muvazzaf subay geliyor, Avrupa Birliği meselesini, Kürt meselesini, irtica meselesini, vs. konuşuyorlar. Yani okulda geliyor subay, öğrencilere bu konularda nasıl düşünmesi gerektiğini, nasıl bakması gerektiğini anlatıyorlar, kısaca çatır çatır siyaset yapıyor.
Dünyada bunun bildiğiniz bir örneği var mı? Yani askerin gelip de, siyasi konularda eğitim verdiği bir örnek var mı?
Sanmıyorum, varsa belki Stalin döneminin Sovyet Rusya’sında, Hitler döneminin Almanya’sında, Mussolini döneminin İtalya’sında olur böyle şeyler. Yani demokratik bir ülkede böylesi bir uygulama mümkün değil. Bir kere tevhid-i tedrisat diyorsunuz -ki başlı başına bir problem, hatta problemin kaynağı- ona bile uygun değil yapılan. Muvazzaf subayın, eğitim pedagojisi almamış bir insanın okullara gelip, “rahat-hazır ol” çektirerek bu konulardan bahsetmesi kadar saçma bir şey olabilir mi? Gitsin askerliğini yapsın, okulda ne işi var? Kaldı ki 28 Şubat sürecinde bunlar geldiler ve okullarda bir sürü fişlemeler yaptılar “bu Kürt, bu İslamcı, bu Alevi, bu Sünni” şeklinde… Ben de bundan rahatsızlığımı belirttim; devlete-askere hakaret diyerek 301’den yargılandık…
Bir de şu var, eğitim sisteminin bütün dizaynı tamamen militarist. Beden eğitimi dersleri bile çocuklar sağlıklı olsun diye değil, çocukları militarize etmek, rap rap yürütmek için. “Her Türk asker doğar” diyorlar, biz de diyoruz ki “Hayır, her Türk sivil doğar ama elini siyasetten çekmeyen TSK’sı, silahlı kuvvetleri onu özgür bırakmaz, sivil bırakmaz; militer yapar.” Hâlbuki bütün insanlar gibi Türkler de en insani kimlikleri ile sivil doğar. Eğitim sistemimizde o militer yapıyı ders kitaplarına kadar işlemiş, öğrenci davranışlarına kadar işlemiş sorunlarımız var maalesef.
Bakıyorsunuz sabahın soğuğunda, karda-kışta okulun önünde bekletilirler sanki bir kışla gibi… Bazı arkadaşlar da kendilerini alamazlar, “rahat olun, hazır olun, adam gibi durun; yoksa sizi burada bekletirim içeri almam” gibi tehditleri duyabilirsiniz okul önlerinden geçerken. Ya bunlar asker mi, bunlar çocuk, geçsin gitsin sınıfına girsin, niye bekletiyorsun? Ama örtülü müfredat diye bir şey var. Bunlar o örtülü müfredatın parçaları…
Milli Güvenlik denilen bir ders var hala lisede. Muvazzaf subay geliyor, Avrupa Birliği meselesini, Kürt meselesini, irtica meselesini, vs. konuşuyorlar. Yani okulda geliyor subay, öğrencilere bu konularda nasıl düşünmesi gerektiğini, nasıl bakması gerektiğini anlatıyorlar, kısaca çatır çatır siyaset yapıyor.
Örtülü müfredat ne diyor?
“Bunları disipline edeceksiniz, devlete karşı mutlak itaati aşılayacaksınız” diyor… Bunları militarizmi içselleştirme faaliyetleri olarak görmek lazım, militarizm buralardan zihinlere kazınıyor, kendini meşrulaştırıyor. Onun için bu ülkede bu kadar darbe oluyor. Eğitim sistemi bunu besliyor. Yani eğitim sistemi insana “sen insansın, sen temel insan haklarınla doğarsın, hiç kimse sana bir din, bir ideoloji, bir yaşam formu dayatamaz, insan olarak tüm bunları seçme hakkına sahipsin” demiyor, tam tersini söylüyor. Şunlar şunlar senin düşmanlarındır, şu pencereden bakacaksın, aksini iddia edemez, tartışamaz, konuşamazsın… Ondan sonra da “vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştireceğiz” gibi laflar üfürülüyor…
Hükümetin getirdiği bir sistem vardı…
Bizde daha önce, öğretim metodu olarak davranışsal öğretim yöntemi kullanılırdı. Şimdi onu kaldırdılar, yapısalcı öğretim yöntemi getirdiler ve “eleştirel düşünen, sorgulayan bir nesil yetişecek, farklılıkları görebilecek vs. vs…” dendi. Ancak nihayetinde bu bir öğrenme türü. Sen yine getirip Kemalizm’i dayatırsan, o zaman sorun şuna iniyor: Kemalizm’i davranışçı yöntemle mi alırsın, yapısalcı yöntemle mi alırsın, yoksa başka yöntemle mi alırsın? Fark eden ne?
Yöntem değişiyor, öz değişmiyor...
Tabi, milli eğitimin temel ilkelerine dokunmuyorsun. Milli eğitimin temel ilkeleri sana bir seçme şansı bırakmıyor, seçimi senin adına zaten yapıyor. O dünya görüşünü, o inancı, o düşünceyi, nasıl bir insan olacağını zaten senin adına tercih ediyor ve senin yapman gereken onu ezberlemek, kendini ona adamak ve uygulamak. Farklı olursan ne olursun? Razı olunan yurttaş tipinin dışına çıkarsın, zararlı bir unsur olursun; terörist, bölücü, eşkiya olarak nitelendirilirsin. Çünkü mevcut sistemin dışında bir yapı ve düşünce üretiyorsun. Bu da resmi ideoloji tarafından kabul edilmiyor.
Özgür Eğitim-Sen olarak öncelikle mevcut kamu eğitiminin reforme edilmesi gerektiğini düşünüyoruz; ikinci olarak da şunu dillendirmemiz gerekiyor, devlet, okulları tekelinde tutmaktan vazgeçmeli. Çünkü zaten devlet bu işi beceremiyor. OECD ülkeleri ile yapılan karşılaştırmalarda, ülkemizdeki özel okulların –“özel”lik sadece sahibinin özel şahıs olduğunu gösteriyor, gösterilen müfredat yine aynı- hayli başarılı olduğunu görüyoruz ama devlet okulları oldukça geri düzeydeler…
Özel okuldan ne anlamamız gerekir?
Özel okul, müfredatını da kendi yapar, kitabını da kendi seçer... Cemaatler, sivil toplum örgütleri, sanayicisi, vs. çıkar, bir okul kurar, müfredatı belirler, topluma sunar. Toplumda ilgi görürse yaşar, görmezse, kaybolur, gider. Ancak bizde sadece sahibi özel oluyor, devletin dayattığı müfredat, devletin dayattığı kitap buralarda okutuluyor…
Peki devlet ne yapacak?
İki konuda denetleyicilik yapacak: İlk olarak çocukların sağlık, ihtiyaçlarını karşılayabilme, araç-gereç sağlama noktasında okulların bazı genel standartları belirleyecek. İkincisi, eğitim-öğretim müfredatını, temel insan hakları açısından denetlesin. Bunların dışında da karışmasın. Bu bir arz-talep meselesidir. Zorunlu eğitim denilen, devlet tandanslı eğitimi öyle bir boca etmişler ki kafamıza, 100 yıl geriye git, okul denen bir şey yok! Ama o toplum yine bilim adamı üretiyordu, o toplum yine felsefecisini, zanaatkârını, sanatçısını üretiyordu. O toplum yine kendi kültürünü aktarıyor, yaşatıyordu. Demek ki bunun için devlet gerekmiyor. Özgür bir toplum zaten kendi kendisine organize olur, kendi kendisine örgütlenir ve kendi ihtiyacı olan şeyleri örgütler ve yapar. Ancak toplumu kendi başına bırakmayan totaliter yapılar, bürokratik seçkinler eli ile milleti hizaya sokmanın plan ve projelerini ürettiler.
Bizim mevcut sistemle ayrıştığımız temel nokta burası. Bir yurttaş olarak, devletin bizi endoktrine etmesine, devletin bize din, ideoloji ve dünya görüşü dayatmasına karşıyız. O zaman eğitim sisteminde iki şey yapacağız: Bir, mevcudu reforme edeceğiz; iki, devletin bu noktada kendisini rekabete açmasını ve özel kuruluşların da özel okullar, müfredatının da özel olduğu okullar kurulmasının önünün açılması için mücadele edeceğiz. Bunları dillendreceğiz, tartışacağız.
Resmi ideolojinin eğitim süzgecinden geçmiş nesillerin bundan sonra özgürce düşünebilmesi mümkün müdür? Gerçi biz çıktık ama biz fabrika hatalarıyız sanki…
(Gülüyoruz) Allah’tan şöyle bir şey var. En katı eğitimleri totaliter rejimler yapar. Eğer eğitim yoluyla, okul yolu ile amaçlarına mutlak anlamda ulaşabiliyor olsalardı, şu an yeryüzünde totaliter rejimlerin ebediliğinden bahsediyor olurduk. Ama patır patır yıkılıyorlar. Niye? Çünkü insan fıtratına aykırılar. Evet, tahrip edebiliyorlar, belli bir düzeye kadar etkileyebiliyorlar, ancak sonunda yıkılıyorlar.
Bir de şu açıdan mesela ben bütün değer yargılarımı, siyasi görüşlerimi, hayat tercihimi ailemden aldım... Geçtiğim zorunlu eğitim süreci içerisinde oradan bana transfer edilen bir tek değer yok. Dilipak bunu şöyle dillendirir, “ben ne öğrendiysem okuldan kaçtığım zaman öğrendim.” Tabi ki ümitvarız, sonuçta insan doğasının sorgulamaya açık bir yönü var, böyle bir öz var. Bu özü bütünüyle yok edemiyorlar. Ama uğraştıkları bazı şeyler var, “bilincin uysallaştırılması” diye bir kavram var. Mevcut eğitim sistemi öğrenci kitlesini uygulamadan geçirerek bilinç uysallaştırmasına neden oluyor. Bu ne demektir? O süreçten, fabrikadan çıkınca ürün şöyle düşünüyor, aslında mevcut olan ürün bunu fark ediyor. Ancak verili, kötü olana karşı mücadele edilemeyeceğini, başarılı olamayacağı yönünde kendinde bir çöküntü yaratıyor. Bilincin uysallaşmasıyla kastedilen bu. “Ne yapalım yani, gücümüz yetmez” falan gibi. Çünkü devlet kendisini çok merkeze alıyor, devasalaşıyor. İnsanı karşısında çok aciz bir duruma düşürüyor. Eğer buna yenik düşerse insan, zihinler için tabi ki endişelenmemiz gerekiyor. Ancak öteki taraftan insan doğası devreye girdiğinde insan her şeyi sorguluyor ve sorguladıkça da birey olarak kendi varlığının farkına varıyor. O kolektivizm içerisinde kendi kimliği yokken, farkına varıyor ve sorgulamalar da özgürleşmeler de başlıyor. Hepimizin özgürleşmesi biraz böyle olmuştur, kendi kişisel varlığımızın farkına vararak. Kendi kişiliğimizin farkına vardığımızda da kendi tercihlerimize biz karar vereceğiz. Mesela ben sakallı olmayı çok severim, şu an bembeyaz oldu sakallarım ama siyahken sakalları uzatıp gezmeyi isterdim. Devlet bana “sen sakal bırakamazsın” diyor, benim bedenimi sınırlıyor.
Size bir olay anlatayım. Bir gün okulun bahçesinde bir öğrencimi gördüm, nasıl iyisin sordum. Benim de saçlarım uzundu biraz, öğrenci dedi ki “aaa öğretmenim saçların ne güzel” dedi falan. “Sen seviyor musun uzun saçı” dedim, “evet” dedi. “Niye kestirdin o zaman?” “Babam okulda kızarlar diye kestirdi” dedi.
Bunları militarizmi içselleştirme faaliyetleri olarak görmek lazım, militarizm buralardan zihinlere kazınıyor, kendini meşrulaştırıyor. Onun için bu ülkede bu kadar darbe oluyor. Eğitim sistemi bunu besliyor.
Şimdi bakın, dünyaya gelmiş bir çocuk, kendisine göre bir beğeni geliştirmiş, tercihte bulunuyor. Bu insanın kendini inşası ama devlet, o koskoca adamlar küçücük çocuğa “hayır sen karar veremezsin” diyor. Şimdi düşünelim; saçıma, sakalıma, kıyafetime, dinime, ideolojik görüşüme karar veremem, neyi sevip neyi sevmediğime karar veremem. Bütün bu kararları benim adıma devlet alıyor. İnsan nerede? İnsan, devleti yaşatmak için bir araç haline sokuluyor.
Bizim temel mücadelemiz de insanı yeniden var etmek. İnsanın var olduğunu ve insan elinden çıkan hiçbir şeyin insandan daha değerli olmadığını ve olamayacağını ifade etmek. Devlet de insanın elinden çıkmış olan bir araçtır, ancak özünde taşıdığı o otorite ile öyle bir özelliğe sahip ki hukukla sınırlandıramadığınız zaman devasa bir güç haline gelebiliyor ve hakikaten ürettiğiniz bir araç olan devlet sizin üzerinize egemen bir tanrı olarak, bir kutsal olarak çıkabiliyor.
Avrupa’daki totaliter devletler demokratikleşmesine rağmen, Türkiye siyasetinin halen otoriterliğe yakın bir şekilde varlığını sürdürebilmesini Kemalist eğitime bağlayabilir miyiz?
Tabi Türkiye'nin, ağır aksak da olsa, halkın tepkileri ile yükselen demokratik kazanımları var. Tek parti diktatoryasının bitişi ve Adnan Menderes'in ortaya çıkması gibi demokratik girişimler önemliydi. Bu noktada Rusya'nın Stalinist yönetim tarzıyla ya da Alman faşizmiyle kıyasladığımızda belli farkları var Türkiye’nin. Fakat bu farkları yaratan Kemalistler değil. Bu farkları yaratan, Kemalistlere karşı direnen halk ve direnenlerin kazanımları… Kemalistlere karşı yükseltilen özgürlükçü söylem ve Kemalistlerin geri adım atmış olması. Zaman zaman darbelerle müdahale ederek sistemi yeniden kendi hatlarında sıkılaştırmaya çalışsalar da yine de bütünüyle o baskıyı her alanda dayatamamaları... Mesela din alanı bunun tipik bir örneğidir. İlk başta bakarsınız Kemalistler dini gelişimin engeli, geri kalmışlığın nedeni olarak görürler. Dini ne kadar geriletirsek o kadar modernleşilebileceğine, gelişilebileceğine falan inanırlar, politikaları da bu yöndedir. Fakat halktan gelen tepkilerin Menderes'in şahsında somutlaştığını görünce politika değiştirdiler: yok edemediğin şeyi kullan. Dini, devletin kullanabileceği bir araç haline getirdiler.
Din dersi konusunda muhafazakâr kesimin kafası aslında biraz karışıktır. Bu, önemli bir konu. Çünkü din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılmasının tartışıldığı bir dönemde muhafazakâr bir sendikanın başkanı çıktı, "din dersini eğer zorunlu olmaktan çıkarırsanız Kızılay’ın göbeğine bir milyon insanı toplarız" falan gibi laflar etti.
Şimdi bakıyorsunuz, din dersi ne zaman zorunlu hale getirildi? 12 Eylül’de, Kenan Evren döneminde zorunlu hale getirildi. Niye zorunlu hale getirildi? Kenan Evren ve avanesi çok dindar insanlardı ya da halktan o dönemde böyle ciddi bir talep vardı da mı zorunlu hale getirildi? Hayır. Sorun şuydu, o zaman yükselen bir sosyalist trend vardı. Kemalistler sosyalistlerin eşitlik, özgürlük, vs. gibi bir takım değerlerine karşı ne söyleyebilir, hangi insani değeri koyabilirler? Benim bildiğim bir tane bile değerleri yok Kemalistlerin. Evrensel anlamda söyleyebilecekleri bir tek insani değere sahip değiller. İşte bu boşluğu dinle doldurabileceğini düşündüler. Okullara koyun zorunlu din dersini, biraz da yanına milliyetçilik katın, bunlara da "allahsız komünistler" deyin, bitirin işlerini…
Din eğitimi yapılacaksa bunu cemaatler kendileri yapar. Aile nereye yakınsa, hangi düşünceye sahipse oraya gönderir. Cemaatlere, sivil toplum örgütlerine, vakıflara ya da kurulacak okullar her ne olacaksa oralara gönderir, din eğitimi verdirir. Devlet, vatandaşın din eğitimine karışmamalı.
Bir de “biz halka din öğretmezsek, onlar gider cemaatlerden, tarikatlardan falan öğrenir, başımıza bela olur” düşüncesi var…
O da çok önemli. Çok doğru, ikinci amaç da o. Dini biz şekillendirelim, resmi bir din oluşturalım düşüncesi… Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı da bunun için kuruldu. İslami düşüncenin kendi özgün seyrinde gelişmesini engellemek ve onun muhalefet etme boyutunu kırmak için bir resmi din üretelim, bunu da biz öğretelim. Ne lazım olacaksa devlet patentli olacak. Bize eğitim sistemiyle dayatılmaya çalışılan TSE damgalı vatandaşlık, TSE damgalı etnik kimlik, vs… Bunu din için de yaptılar, o dinin niteliklerini de belirlediler.
Bu nedenle bizim talebimiz de şu, din eğitimi yapılacaksa bunu cemaatler kendileri yapar. Aile nereye yakınsa, hangi düşünceye sahipse oraya gönderir. Cemaatlere, sivil toplum örgütlerine, vakıflara ya da kurulacak okullar her ne olacaksa oralara gönderir, din eğitimi verdirir. Devlet vatandaşın din eğitimine karışmamalı. Kaldı ki, İslam tarihinden de biliriz ki devlet dini araçsallaştırdığında bir tür zulüm aracı olarak kullanır. Buna da fırsat vermemek lazım.
Eğitim kelimesinin kendisinde de bir problem yok mu? Mesela insanın bir hayvanı eğitmesi gibi bir başka insanı 'eğitmesi' söz konusu olabilir mi?
Kesinlikle var. Zaten biz sendikanın ismini koyarken eğitim kelimesini kullanmak istememiştik. Eğitim şu: Birisi mutlak hakikate ulaşmıştır, Promete’dir (Prometheus); karşısındaki de bilmeyendir, senin himmetine muhtaçtır. Bu bir kere karşısındaki insana saygısızlıktır, yok kabul etmektir. Bu ulus devletlerin keşfettiği ve ürettiği bir olgudur. Tabi ki buna da karşı çıkmak ve eleştirmek lazım. Aslında tabir-i caizse sistemi şöyle bir tepe taklak etmemiz lazım. İşimiz o kadar vahim...
Değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz…
Ben teşekkür ederim, başarılar dilerim…
Röportaj: Ahmet İhsan Kaya- Said Bahadır Kritize.net