Yargı demokratikleşmeden demokrasi gelmez!
Asker Türkiye’de ne zaman darbe yapsa, yanında yüksek yargıyı buldu.
Asker ne zaman darbe yapsa, anayasal ve yasal düzenlemelerle yargıyı yeniden yapılandırdı, kurumlaştırdı.
Asker ne zaman darbe yapsa, yüksek yargıyı biraz daha kendine tabi kıldı.
Asker ne zaman darbe yapsa, komünizm diyerek, irtica diyerek, bölücülük diyerek, demokrasinin kendini savunma hakkı diyerek, halkın cehaleti diyerek, Türkiye’nin gerçekleri diyerek, her seferinde bir kaç kulp takarak, kendisi gibi yüksek yargıyı da seçim sandığından çıkan millet iradesinin üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi konumlandırmayı öncelikli görev bildi.
Böyle olduğu için de, tıpkı asker gibi yüksek yargı da devlet içinde devlet gibi bir işleve sahip oldu.
Böyle olduğu için de, özellikle yüksek yargı Türkiye’de ‘askeri vesayet’in en önemli ‘savunma hattı’nı oluşturdu.
Kısacası:
Yüksek yargı bu ülkede ne yazık ki askeri darbelerin ürünü olduğu için referanslarında demokrasi ve özgürlüğün izlerini bulmak pek öyle kolay değildir.
Osman Can’ın deyişiyle:
“Türkiye’de Anayasayla birlikte temel yasaların neredeyse yüzde 80’i darbeciler tarafından yapılmıştır. Bu gerçek karşısında Türkiye’yi ‘hukuk devleti’ sınıfına koyabilir miyiz? Bu sorunun cevabı tabii ki ‘hayır!’ olacaktır.”
Bir an düşünün lütfen.
Bir ülkede eğer anayasayla birlikte temel yasaların yüzde 80’i darbelerin ürünüyse... O ülkede demokrasiden, demokratik yargıdan, gerçek hukuk devletinden söz edebilir miyiz?
“Öldürülen bir askere karşı beş DTP milletvekili öldürülmelidir” ifadesini düşünce özgürlüğü içine sokabilen bir yüksek yargıyı acaba demokratik hukuk devletinin neresine koyabiliriz?
Baskın Oran için kullanılan ‘kaniş’, ‘çanak yalayıcısı’ gibi rezil iftiraları ifade özgürlüğü içinde görebilen yüksek yargıyla hukukun üstünlüğü hiç yan yana getirilebilir mi?
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Berlin Duvarı’nın çöküşüyle birlikte Avrupa’da yüksek yargı devlet içinde devlet konumundan çıkarılıp demokratikleştirilirken, yargının ideolojik bir silah gibi çalışmasına son verilirken, Türkiye 27 Mayıs darbesiyle bunun tam tersi bir süreci yaşamaya başlamıştır.
Ama şimdi bu yapı Türkiye’de de temellerinden sarsılıyor. Yargının bu ülkede de, Avrupa’da olduğu gibi demokratikleşeceğinin sinyalleri alınıyor.
Bu meseleleri Osman Can’ın yeni çıkan kitabını okurken düşündüm son günlerde.
Hukuk eğitimini Almanya ve Türkiye’de yaptıktan sonra, anayasa hukuku alanında öğretim üyeliğine geçen, Anayasa Mahkemesi’nde raportör olarak çalışan değerli hukuk adamı Osman Can’ın bu ülkedeki yargı düzeniyle ilgili birçok ezberi bozabilecek nitelikteki kitabının adına gelince:
“Darbe Yargısının Sonu; Karargah Yargısından Halkın Yargısına.”(TİMAŞ Yayınları, İstanbul)
Kitabının, kısa adı HSYK olan Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’yla ilgili bölümünde artık bir şeylerin Türkiye’de de değişmeye başladığına işaret ederken şunları yazıyor Osman Can:
“1961 Anayasası ile 1982 Anayasası’ndaki HSYK yapılanmalarına baktığımızda benzerliklerin çok sayıda olduğu görülür. İkisinden de temel amaç; yargıyı politik etkileşimlerin tamamen dışında, ideolojik açıdan steril ve homojen bir yapı halinde tutmak ve yargının ideolojik bir silah olarak kullanılmasına imkan vermektir.
Bu yapı artık işlemiyor.
Bireyselleşme ve mobilizasyon sayesinde, yargıçların da zamanın ruhuna uygun olarak dünyayla iletişim ve etkileşim halinde olmaları kontrol edilemiyor. Devşirme yoluyla dayatılan sanal dünyanın gerçek olmadığının yavaş yavaş farkına varılıyor.
Yüksek yargıçlar da bu gerçeğin farkına vardıkça, toplumla yüzleşmek ve kendilerini ifade etmek zorunda kalıyorlar. Kendilerini ifade ettiklerinde ise zihniyetlerinin ne kadar sefalet içerisinde olduğu gün yüzüne çıkıyor.
Batı demokrasilerinde HSYK ve benzer yapılar, yargının ve yargıçların güvencesi amacıyla kurulmuştur. Ama Türkiye’deki HSYK, yargıçlar için tam bir güvensizlik ortamı yaratmaktadır.
Çünkü bu yapı, onları ideolojik olarak kontrol altında tutmak amacıyla yaratılmıştır.
Yargıç ve savcıları, parlamenter ve bürokratik iktidarların etkisinden koruması gereken kurum, bu görevinin aksine özellikle bürokrasiden gelen baskıları emir telakki ederek yargıç ve savcıların ipini bizzat kendi eliyle çekmiştir. Sacit Kayasu ve Ferhat Sarıkaya skandalları buna örnektir.
Dolayısıyla bu yapı hakkındaki esas sorun, içinde bulunduğu yargı sistemi gibi demokrasi karşıtı bir örgütlenme biçimine sahip olmasıdır.”(Sayfa 140-141)
İşte tam da bu nedenledir ki, 12 Eylül’de oylanacak anayasa paketinde yer alan HSYK değişikliği -eksiklerine rağmen- yerinde bir adımdır.
Kısacası:
Yetmez ama evet!
HASAN CEMAL / MİLLİYET