Röportaj: Özkan Erdem-Özkan Alkan
Özgür Eğitim- Sen Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi’den Kemalistleri kızdıracak tespitler…
Özgürlük nedir? Bir insanın ‘Özgür olması’ demek ne demek?
Bu konu, insanlık tarihi kadar eski bir tartışmadır. Bütün felsefeler, dinler, ideolojiler, en temel argümanlarından, kavramlarından bir tanesi; özgürlük meselesini tanımlamaya çalışmalarıdır. İdeolojileri birbirinden ayıran, biraz da, özgürlük konusunda ki yaklaşımlarıdır.
Bizim özgürlük algımıza dönersek: Bizim bir Müslüman kimliğimiz var. Bu, bizim dünyaya bakışımız, yaratılışa bakışımız ve insanlık tarihinin sonuna bakış açımız, tabii ki inanç değerlerimizle kaynaklanır. Bizim özgürlük algımızı da belirleyen ve şekillendiren, elbette ki, bizim en üst kimliğimiz olan inancımızdır.
Benim anladığımız özgürlük algısı şudur: Allah insanı imtihan için yarattığını söylüyor. İşte bu dünyaya o amaçla gönderilmiş bir insan var karşınızda. İnsanın Allah ile imtihanı var. Allah insana bir irade vermiş. Bu iradeyi insanın kullanabilmesi lazım. Bu iradesini eğer insan kullanabiliyorsa, yani insan kendi hür düşüncesi ile bağımsız düşüncesi ile ve hiçbir dayatma ve baskı altında kalmadan bir ortamda kendi tercihlerini yapabiliyorsa bu insan özgürdür. Ki Allah da zaten özgür bireyi muhatap alır. Özgür olmayan bireyi muhatap almaz. Onun yükümlülüğü de, sorumluluğu da yoktur.
Allah özgür olmayan bireyi muhatap olarak almıyor yani?
Evet, Allah ‘özgür insanı’ muhatap alıyor. Yani, tercihlerini özgür iradesiyle yapanı muhatap alıyor. Yani, ya özgür iradenizle Allah’ın varlığına iman etmişsinizdir, onunla bağınızı kurmuşsunuzdur ve Allah’ın yanında bunun bir değeri vardır. Ya da, inandığınız şeyleri yapmamanız yönünde bir dayatma vardır ve siz inandıklarını yapamıyorsunuzdur, Allah da bunun hesabını sormaz. Çünkü bir dayatma ile karşı karşıyasınız ve o inancı yaşamanız sizin gücünüz.
Bir insan özgürleştirilebilir mi?
Bir insan kimliğini netleştirmesi ve o kimlik içerisinde dipdiri sapasağlam durabilmesi ve kendi tercihlerini yapabilmesi için bir kere kendi varlığının farkında olması lazım. Kendi insan kimliğinin farkında olan kişi, o insan kimliği ile bir yaşam oluşturmaya çabalar, o gayretin içine girer. İnsan olma kimliğinden taviz vermemek gibi, onu eksiltmemek gibi, hatta onu arttırmak gibi bir çabanın içerisine girer. İşte bu çabanın içerisine giren insan özgürleşmenin içine girmiş demektir.
Bir insan zorla dindarlaştırılabilir mi?
İradenizle yapıp ettiklerinizin, hak ya da batıl, doğru ya da yanlış noktasında hesabını sorar, Allah. Kendi iradeniz ile yaptıklarınız Allah katında değerlidir. Ve onun bir hesabı vardır. Olumlu ya da olumsuz noktada bir hesabı vardır.
Ancak, iradesi baskı altına alınmış insanların, bu baskı her nerden ve kimden gelirse gelsin hesabı sorulmaz… Dediğiniz gibi mesela insanı zorla dindarlaştıramazsın, Allah’ı insanların gönlünde zorla sevimli hale getiremezsin. Bir devlet baskısıyla, bir devlet zoruyla, bir otoriter ile insanları zorla Müslümanlaştıramazsınız, yani onu takva sahibi yapamazsınız. Bu, insanın özünde oluşup gelmesi gereken bir şeydir. Ki Allah’ın yanında değerli olan da budur. Ya da, tam tersi de geçerlidir. Bir insanı inançlarından uzaklaştırmaya çalışırsanız veya inandıklarını fiiliyata dökmelerini engellemeye çalışırsanız, o insanların özgürlüğünden bahsedilemez.
Özgür bir insan her türlü fiiliyatı işleme hakkına sahip midir?
Hiçbir insan, kendi hayatı, yaşamı, bedeni üzerinde söz sahibi değildir. İnsan hayatını şekillendiren başka otoriterler var ve insan hayatını şekillendirmesi sahih olmuyor maalesef. Bugün modern toplumlara baktığımızda adeta bir kurum toplumudur. Kurumlar içinde doğuyorsunuz, kurumlar içinde yaşıyorsunuz ve kurumlar içinde ölüyorsunuz. Her şeyiniz dışarıdan belirlenmeye ve şekillendirilmeye çalışılıyor. Modern insanların, çok ciddi bir özgürlük algısının olduğunu da söylememiz lazım. Yani özgürlükten maksat sufli duyguları sonuna kadar yaşamak değildir elbette ki. Bu böyle algılanmaması lazım…
12 Eylül darbesini yapan darbeci paşalar din dersini zorunlu hale getirdiler. Normalde 1948 yılından beri seçmeli olarak veriliyordu. Din dersinin okullarda zorunlu olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Şunu tespit etmek lazım:
Darbeciler dindar insanlar mıydı? Değil.
Darbeciler, bu toplumun bir İslam toplumu olmasını mı istiyorlardı da, din dersini zorunlu kıldılar? O da değil.
O dönemi düşündüğünüzde, işte halkın devletten çok ciddi bir din dersi talebi mi var da, bu talebi karşılamak için mi koydular? O da değil.
Peki, o zaman ne için koydular? Şunun için: O zamanlar ciddi bir sosyalizm tehlikesi vardı ülkede. Darbeciler; kafa itibariyle Kemalist idiler. Darbeciler /Kemalistler baktılar ki sosyalistlerle nasıl mücadele edilebilir. Sosyalizm karşısında ne söyleyebilirler? Kendi değerlerine baktılar; Kemalist değerlerine… Ama sosyalizme ilişkin karşılık oluşturabilecek cinsten bir tek değere sahip değiller.
Yani, Sosyalizmi kabul ederiz, etmeyiz o ayrı bir mesele ancak sosyalizmin özü itibari ile baktığınızda bir takım evrensel değerleri söyler, bir takım evrensel değerlerin çağırıcılığını yapar, bu kavramları kullanır. Zaten sosyalizm bir ideolojidir. İdeolojinin bir özü de evrensel nitelikler taşımasıdır.
Ancak Kemalizm’e baktığımızda; Kemalizm sosyalizm kadar özgürlük, eşitlik gibi kavramlarının karşısına hangi değer yargılarını çıkarabilirdi, kendi ideolojilerinden? Bir tek insanî evrensel değere sahip değildir Kemalistler.
Bu geri ve ilkelliklerini aşmak için çare aradılar. Bu geri ve ilkelliklerini ne ile aşabilirlerdi? Tabii ki, din gibi bir argümanı – ki bu ‘din’, sosyal toplumda çok güçlüdür– işlerseniz, bunu araçsallaştırırsanız, bunu kullanırsanız, insanlara okullarda çocuklara biraz din biraz da Kürtçülük verirsiniz. Türk İslam sentezi noktasında zaten bir çıkarımları vardı. Biraz din verirsiniz, bunlar da Allahsız komünistler dersiniz ve böylece sosyalizmin önünü kesersiniz. Yani darbeciler, sosyalizme karşı bir barikat olarak, Kemalist geriliklerini aşabilmek için dinin argümanlarını kullanmayı tercih ettiler.
Muvaffak olabildiler mi sizce?
Muvaffak oldular tabii. Bunda da ciddi ciddi muvafakat oluşturdular kendi aralarında. Kendileri açısından tabi bir başarı elde ettiler. Çünkü zaten yatay düzlemde bu toplum Müslüman bir toplumdur. Yani sosyolojik olarak Müslüman bir toplumdur. Yatay zeminde de, zaten İslamî bir gelişmenin olduğu bir dönemlerdir. Bu noktada da biraz milliyetçiliği geliştirip ve din ile harmanlayıp sosyalizmin karşısına getirip devlet söylemi olarak çıkarttığınızda, başarı söylemi elde ettiler.
Sosyalistler neden bir türlü din ile barışamadılar?
Türkiye’deki sosyalistlerin de zaten bir açmazı bu. Ne yazık ki, din ile bir türlü barışamadılar. O pozitivist felsefeleri buna müsaade etmedi hiç. Özellikle de Türkiye’deki sosyalistler din ile sürekli çatışma haline girdiler. Hatta bu konuda İslami kesimlere karşı Kemalistler ile işbirliği yapmaktan da çekinmediler. Sol da bunu kendi içinde sürekli tartışıyor. Özellikle son dönemlerde çok ciddi tartışmalar var bu alanda. Yanlış yolda olduklarını ve hatalarını düzeltmeleri gerektiğini söyleyen sosyalistler de var... Çünkü bu Müslüman toplulukta, belirlediğiniz hedefleriniz ve amaçlarınıza; ideolojiniz, inançlarınız, siyasetiniz, partiniz, her neyiniz varsa, bu toplumun değerleri ile barışık olmadan yapmanız/ulaşmanız mümkün değildir. Sosyalistler de bunu kavramaya başladılar.
Dini yok etmek isteyenler oldu mu?
Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1950’ye kadar bir dönem var. Bu dönemde o pozitivizmin etkisi ile cumhuriyetin kurucuları muasır medeniyet seviyesine çıkmanın önünde en temel engel olarak dini gördüler. “Dini bu toplumdan nasıl çıkarırız, bu toplumu İslami kimliğinden nasıl uzaklaştırırız” diye pek çok çalışmanın, çabanın içine girdiler. Fakat bunu beceremediler; din yok olmadı, pasif de olsa direnişine devam etti İslami kesim.
Ne zamana kadar böyle devâm etti bu?
Çok partili sisteme dönüşme esnasında, Demokrat Parti’nin ortaya çıkması ile Cumhuriyet Halk Partisi bir iktidar kaygısına düştü. Bu iktidarı, DP’ye kaybetmemek ve seçmenlerin gönlünü kazanabilmek açısından dine belli bir noktada bir yaşam alanı açmanın zorunluluğunu gördü Halk Partililer. İmam hatip ve ilahiyat okullarının açılması vs. CHP döneminde başladı. Osmanlı döneminden beri var olan ve devam eden İslami müesseseleri yok ettiler. Mesela Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreseleri kapattılar, tekke ve zaviyeler kanunu ile de tüm cemaatleri ve sivil yapılanmaları kapattılar, ardından İstiklal Mahkemeleri’nin dehşetengiz uygulamaları, idamları ile bu toplumun önde gelen pek çok dini şahsiyetleri, cemaat önderlerini çeşitli hile ve desiseler ile o mahkemelerde idam ettiler. Ve toplum bu noktada çok ciddi bir travma yaşadı.
Bunu biraz daha somutlaştırabilir misiniz?
Size, daha önce dedemden dinlediğim bir meseleyi anlatayım:
‘Köyde bize gizli gizli Kur’an öğretirlerdi. Gizli gizli Kur’an okurduk’ derdi dedem. Hem bunu camide değil, samanlıklarda filan yaparlarmış. Tabii, ihbar etmişler bir ara, köye jandarma gelmiş. ‘Ellerindeki Kur’anları aldılar ve yırttılar, imamın sarığını cübbesini aldılar, yırtıp attılar, tartaklayarak arabaya bindirip götürdüler ve bir daha da haber alamadık’ diyordu dedem. Bu türden hadiseleri pek çok yerde duyabilirsiniz.
Cumhuriyet döneminde camilere sıra konulması ve kiliseye benzetilmesi yönünde mecliste teklifler bile yapılmış.
“İlerleyebilmemiz için batılılar gibi olmamız lazım. Batılılardaki dini algı neyse, ona benzememiz lazım, terakkinin ve muasır medeniyetin önünde engel teşkil eden dini toplumdan söküp atmamız lazım” filan diye projeler gerçekleştirdiler. Bu çerçevede din dersi bazen yasaklandı, bazen serbest bırakıldı, bazen seçmeli oldu vs.
Peki bu süreçte muhafazakar kesim nasıl bir tavır sergiledi?
Birincisi muhafazakâr kesim şunu algılayamadı: Yani, bu zorunlu din dersinin İslam’a değil de, sisteme hizmet edeceğini, Kemalist, cuntacı kesime hizmet eden bir unsur olduğunu çok da göremediler.
Bir de dine ihtiyaç da var, çünkü çocukların dinlerini öğrenebileceği hiçbir yer de yok. Sivil Toplum’un zaten dini eğitim vermesi yasak. Mesela ben çocukluğumda hatırlarım televizyonu açardık; yine, ‘bir irtica evi basıldı’, ‘polisler tarafından suç aletleri olarak rahle, tespih, Kur’an vs ele geçirildi’ vb haberler yapılırdı. Televizyonlarda bu türden haberler izlediğimiz çok olurdu.
İkincisi ise, bir taraftan da dini gelişmeleri kontrol altına almak gerekiyordu. Din mi lazım, onu da devlet verir anlayışıyla ve TSE damgalı bir dindarlık –o zaman ki tartışmaları hatırlayın– ‘Türk İslam’ı, ‘Türk’e göre İslam’, ‘Arabistan değil bizim İslam’ımız’ vb ayırımlar üzerine bir milli dindarlık, bir milli din üretilmeye başlandı. “Madem bu bizim için tehlike ise ve yok edemiyorsak, o zaman ıslah edelim, millileştirelim ve devlete ve devletin çıkarlarına uygun hale getirilmiş bir din üretelim” denildi. Yani, TSE damgalı bir milli dindarlık üretelim, çalışmaları bu yönde idi. Mesela Demirel döneminde, Ankara İlahiyat hocalarına bir kitap yazdırılmıştı; ‘Gerçek din’ vesaire… Bütün bu çabalar, halkta sivil ve özgür bir şekilde ve İslam’ın temel değerleri ve temel referanslarına bağlı şekilde sahih İslam algısının gelişimine karşı, devlet tarafından saptırılmış ve millileştirilmiş bir karşı din üretilmeye çakışıldı. Yani, devletin ‘dine karşı din’ politikasıdır. Bu, önemli bir mücadeledir. Çünkü nerde, dine karşı güç kazanamamış, dini yok edememiş iktidarlar, devletler varsa uyguladıkları B projesi stratejisi ‘dine karşı din’dir. Eğer bunu yok edemiyorsanız, o zaman öyle bir dindarlık üretin ki bu din size muhalefet etmesin, sizin ile uğraşmasın, sizin zulmünüzü ve olumsuzluklarınızı deşifre etmesin ve ortaya da adalet eksenli bir iddia da koymasın.
Ve nihayetinde, belli ritüellere mahkûm edilmiş, belli ritüeller ile sınırlı kalmış ve devlet sevgisi vs argümanlar ile doldurulan, sekülerleştirilmiş, Allah ile irtibatı koparılmış ve Allah’ın yerine devletin egemenleştiği iktidarını kurduğu bir din insanlara sunulmaya çalışıldı. Ve zaman zaman yapılan darbeler ile de, gevşemiş vidaları sıkmaya çalıştılar.
Devlet, bir İlâhlık dâvâ edip, insanları ötekileştiriyor mu yani?
Türkiye’de ne yazık ki henüz, var olan asıl problem devletin; halka dayanan bir devlet olamaması. Devletin bir iddiası da var tabii, temel argümanları “yeni bir ulus inşa edeceğiz”. Yani, insanı bu halden alacağız ve başka bir hale koyacağız. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu tamamen insana bir saldırıdır. Yani, senin devlet olman, sana beni değiştirip dönüştürme hakkı vermez ki?! Sen kimsin ki beni değiştirip dönüştüreceksin?! Sen nasıl beni başkası yapacaksın?! İşte çağdaşlaştıracağız, modernleştireceğiz vs vs.. Kimsin ki sen beni modernleştireceksin, çağdaşlaştıracaksın?! Ben başka bir hayatı yaşamak istiyorum, ben başka bir inancın insanıyım, benim başka değerlerim var. Yani, neden senin değerlerin ile değerlendirmeye çalışıyorsun ki beni?!
Bu, faşizan tüm argümanları da, çağdaşlaşma, ilericilik falan filan gibi ucube kavramlar ile savunmaya çalıştılar. Sizin üzerinize, bedeninizin üzerine, aklınızın içine, yüreğinize müdahele etmenin, sizin nasıl bir yaşam sürdürmeniz gerektiğine karar verme konusunda kendilerini yetkili görüyorlar. Bunu kendilerine bir hak görüyorlar. Bu, tanrısal bir güçtür! Ve bir kurtarıcılık misyonu da yüklüyor kendisine; Biz kurtardık, cumhuriyeti biz kurduk vs diyor… Ve bu kurtarıcılık üzerinden de, senin yaşama hakkını da, düşünme ve inanma hakkını da elinden alıyor, benim gibi yaşayacaksın, benim gibi düşüneceksin, benim gibi inanacaksın dayatmasını yapıyor. Tanrı devlet vardır havası oluşturuyor… Özet olarak, biz, devletin ilahlıktan vazgeçmesini istiyoruz.
Tekrar din dersine dönmek istiyorum… Din dersinin içeriğini nasıl buluyorsunuz? Sahih bir din eğitimi veriliyor mu?
Bir panelde konuşmacı olarak katılmıştım. Orada “Resmi ideoloji kıskacında din eğitimi” diye bir konuşma yapmıştım. Daha sonra CHP’nin eski Hatay milletvekili okullarda din dersi ile ilgili bir genelge veriyor. Sonrasında Hüseyin Çelik de çıkıp “Bizim okullarımızda din dersi değil, din kültürü ve ahlak bilgisi dersi var” demişti. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin içeriğinde ne var peki? Bakıyoruz, laiklik var, Kemalizm var, vatan millet bayrak sevgisi vs var, filan diyor. Okullarımızda din dersi hakikaten de yoktur. Müfredatta geçtiği şekliyle ‘Din Kültür ve Ahlâk Bilgisi’dir. Fakat hükümetler insiyatif alıyorlar, hükümetin rengine göre din dersinin içeriği de değişiyor. Bir takım kişiler bunu bir kazanç olarak görüyorlar. Ama sistemin bu din dersi üzerinden kazandığı bir kazanç da var.
Tutuyor zorluyorlar bir alevi vatandaşı o derse gireceksin, tutuyor ateist vatandaşı zorluyor o derse gireceksin vs vs. Şimdi, ateist insan bu sefer nereye düşmanlık edeceğini karıştırıyor. Din kendisini ona dayatıyormuş gibi, bu sefer dine karşı bir düşmanlık, bir argüman oluşturuyor. Aleviler de aynı şekilde… Hâlbuki bu dinin özünde dayatma zorlama yoktur ki!
Okullarda verilen eğitimin din değil, din kültürü ve ahlak bilgisi olduğunu ve içeriğinin ise laiklik, Kemalizm gibi ucube kavramlar ile tahrif edildiğini ve öğrencilere sahih bir din algısı verilmediğini söylediniz. Ve bu nedenle de din eğitiminin devletin tekelinden çıkmasını düşünüyorsunuz. Peki dini eğitim kimler veya hangi kurumlar tarafından verilmelidir?
Dini eğitim cemaatlerin işidir, devletin işi değildir. Devletten en son öğreneceğim şey bile değildir, din olgusu. Bir kısım vatandaş, benim çocuğuma din dersini devlet versin diyorsa yapacak bir şey yok. Onun çocuğuna din dersini devlet versin. Ama öteki de kalkıp diyorsa, benim çocuğuma devletin din dersi vermesini istemiyorum, kendi cemaatim var, dinimi öğrenirim, çocuğumu da oraya gönderirim ve çocuğumu orada istediğim gibi de yetiştiririm. Devlet, buna saygı duymak zorundadır.
Somut önerileriniz nelerdir?
Bizim önergemiz şu: Birincisi din dersi zorunlu olmaktan çıkarılmalı.
İkincisi 12 yaş altı çocukların dışarıda dini eğitim almalarına yönelik mevcut yasak kalkmalı. Sivil toplum dini eğitim verebilmeli. Bu eğitim için okullar açabilmeli. Bunlar devlet tekelinden çıkması lazım. Bu, devletin din eğitimine karşı yürüttüğü bir baskı politikasıdır. Bunun için din eğitiminin zorunlu olmasına karşıyız. Aslında burada mağdur edilen öncelikle dindarlardır, dini kesimlerdir. Çünkü, benim okullarda öğrendiğim din ile, Kur’an’dan anladığım din aynı din değildir. İşin içerisine birçok hurafe katmışlar. Dinin özünü koparmaya çalışıyorlar.
Türkiye’nin en temel sorunu nedir sizce?
Şimdi Türkiye’de temel sorun; Türkiye’yi bir özgürlük ve hukuk devleti haline dönüştüremememizdir. Hala bu toplum güvenlik üzerinden yürütülüyor. Devletin yapısı, demokrasisi, meclisi, siyaseti, ekonomisi her şeyi güvenlik temelli tartışılıyor. Çünkü TSK’nın hala ciddi bir etkisi var ülke üzerinde. Ve TBMM, yani siyaset, TSK’ya, bürokrasiye karşı henüz rüştünü ispat etmiş değil, ama bunun çabası içinde. Son girdiğimiz süreç, soğuk savaş döneminin bitmesi ile birlikte de bu sağ sol kavramları da aslında anlamını, değerini kaybettiler. Dünya’daki bir takım gelişmeler de Türkiye’yi zorunlu olarak bir yeniden bir yapılanmanın, yeni bir duruşun içine itiyor. İçerdeki toplumsal dinamiklerle ciddi bir şekilde zorluyor.
Bu zorlama sonucunda, Türkiye siyaseti nasıl bir şekil aldı?
Siyaset iki şekil aldı, iki taraf yeniden dizildi. Bir tarafta ulusalcılar, CHP, MHP, bir kısım sol kesim. Bu ülkenin içe kapalı, totaliter, Kemalist bir karakterde ve yine asker, bürokrat, sermaye işbirliğinde, o üç sacayağında iktidarın devam ettiği bir devlet ve toplum yapısı; devletin her şeyi belirlediği, toplumun nereye doğru dönüştürülüp dönüştürülemeyeceğine devletin karar verdiği, devlet tarafından bir modernizasyonun yürütüldüğü devlet yapısının egemenliğini savunanlar… Karşı tarafta da bunu artık bu ülkede gidemeyeceğine, gitmemesi gerektiğine inanan, insan hakları, dini ve bireysel özgürlükleri temel alan, demokratik kurumların işlemesini esas alan, sivil bir anayasa ile Türkiye’nin Dünya’ya açılması gerektiğini söyleyen bir cephe daha var.
Sanırım, bu iki cephe arasında mevcut bir kavga da var değil mi?
Evet, ortada bir kavga var. Hatta çok ciddi bir kavga var.
Neyin kavgası bu?
Ortadaki bu kavga, iki cephenin iktidar kavgasıdır. Bu sistem içi bir kavgadır. Sistem içindeki unsurlar, odaklar bir yer değiştirme bir iktidar kavgası veriyorlar. İktidar kavgası veren bu iki kutbun temel özelliği de bir tanesinin güvenlik temelli, ideolojik, Kemalist, içe kapanıcı politikaları benimsemiş olmaları ve bu halin devamından yana olmaları. Karşılarındaki cephenin ise daha özgürlükçü, insan haklarına saygılı, hukukun ideolojik taraf kirlikten çıktığı bir ideoloji adına kendi konseptini oluşturup, devleti vatandaşına karşı koruyan bir hukuk algısı temelinde değil de; vatandaşı, bireyi devlete karşı koruyan bir hukuk konsepti oluşturarak, Türkiye’nin yeniden yapılanmasını isteyen iktidarın paylaşımını yeniden dizayn etmek isteyen bir cephe var.
İkinci cephe dediğiniz kesim kimlerden oluşuyor? Biraz daha somutlaştırabilir misiniz?
Liberaller var, İslamcılar var, bir takım sosyalistler, Ak Parti var, ikinci cumhuriyetçiler var. Bu cepheyi de bunlar götürüyor. Bunlar doğal cepheler, yani birbirleriyle oturup mütabakat imzalamış değiller, doğal oluşmuş cepheler. Bu iki cephenin bir iktidar kavgası var. Bu son mecliste yaşanan tartışmalarda, hepsinin temelinde bu var.
Yani, Türkiye bir kırılmaya doğru mu gidiyor?
Evet, Türkiye bir kırılma yaşıyor, bu doğrudur. Bu kırılma eğer özgürlükçü kesim tarafından başarılabilirse, Türkiye’yi daha iyi bir gelecek bekliyor. Yok, bu başarılamayacak olursa, Türkiye yine kendisini bölgede kapatıp, yine içeride düşman, dışarıda düşman konsepti ile totaliter rejim ve baskı kendini davam ettirecek.
Kırılmaya doğru gidilen bu ülkede, ordunun duruşunu nasıl yorumluyorsunuz?
Militarizm, yani ordu, kendinin siyasete karışmasını, hukuka müdahalesini, sosyal olaylara müdahalesini, eğitime müdahalesini meşrulaştırdığı tek kavram güvenlik meselesidir. Diyor ki: Bu üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili cennet vatanı korumamız lazım. Düşmanlar sadece dışarıda değil, içeride de düşmanlar var.
Ordunun iç düşman algısı nedir?
Bakın Milli Güvenlik Konseyi’nin ilk iki sıralamasına, iç tehdit algısına: Birincisi irticadır yani İslami kesimlerdir, ikincisi Kürtlerdir. Bunlar ciddi bir şekilde laik cumhuriyeti tehdit ediyorlar, laik cumhuriyet tehdit altında iken, askerin müdahalesi kaçınılmazdır. Demokrasi, özgürlük, insan hakları lükstür. Hatta bunlar dışarıdaki emperyalist güçlerin ülkeye müdahale etmek amacıyla kullandığı koç başlarıdır. Bunlarla laik cumhuriyetimizi yıkmak istiyor dış düşmanlar. İnsan hakları diyor, evrensel değerler diyor, etnik haklar diyor, dini haklar diyor, özgürlükler diyor v.s. diyor. Bu kavramlarla laik cumhuriyet tehdit ediliyor, yıkılmak isteniyor. Onun için bu kavramlara karşı bizim sağlam durmamız lazım. Laik cumhuriyeti ilelebet, payidar kılabilmek için iç düşmanlara göz açtırmadan bir mücadele ve müdahalenin içinde olmamız lazım.
Bu işte, başı kim çekiyor?
Maalesef TSK çekiyor ve içerisinden süzülen darbecilerde bu ülkede kaç tane darbe yaptılar. Darbe dönemlerinde bu ülkede yaşanan katliamlar, kıyımlar, işkenceleri ekonomik ve siyasi anlamdaki baskıları, dayatmaları da hepimiz biliyoruz. Bunun bir kısmına yetiştik şahit olduk. Bir kısmını da geçmişte okuduk gördük. Yani temel sıkıntımızın bir tanesi şu: Asker kışlaya girmek istemiyor ama kışlanın dışına çıktığında askerin bu ülkeye yaşattığı acıları hala yaşıyoruz ve görüyoruz. Askerin sevilebileceği bir tek yer var, o da kışladır. Kışlanın dışına çıkan askerle problemimiz var. Çünkü askerin kışlanın dışına çıktığında neler yaptığına biz şahidiz.
Somut örnekler verirseniz, söylenenler daha çok netlik kazanır…
Mesela 28 Şubat’ta bir başörtüsü uygulaması getirdiler, yüzbinlerce gencimiz okuldan atıldı. Benim eşim de, başörtüsünden dolayı üniversiteden iki defa atıldı. Yüz binlerce genç kızımız yurtdışına çıkıp okuyabildiler. Üniversite eğitimi almak istiyor ve yurt dışına gidip alıyor ve geliyorlar. Ve kendi makamlarında ve kendi yurtlarında ve babasının vergisini vererek ayakta tuttuğu bir ülkede eğitim alamıyor ve çalışma hakkı elde edemiyor.
Bu zulmü kim(ler) yaptı?
E, tabii darbeciler… Ben de şimdi sorarım İlker Paşaya: Ya paşa, bu ülke değil kendi ordusu, bir işgal ordusu olsaydı, yüz binlerce genç kızımız gider yurt dışında okumak zorunda kalır mıydı acaba?! Paşanın bunu cevaplaması lazım tabii… Ve bu ülkede, başı örtülü olduğu için insanlar, en temel hakları olan çalışma haklarını elde edemiyorlar. Acaba, bir işgal ordusu olsaydı, sen başörtülüsün, çalışamazsın, der miydi? Üniversitelerden acaba öğrencileri kovar mıydı? Paşaya bunları sormak, bir vatandaş olarak ve bu sıkıntıları çekmiş insanlar olarak en temel hakkımız. Bu soruların cevap bulması lazım… ABD’nin eski bir başkanının çok güzel bir sözü var: ‘Önce güvenlik diyen insan ne güvenliği ne özgürlüğü hak etmiyor’ diyor. Önce özgürlük olması lazım… Çünkü özgürlüğün olduğu yerde, insanı korursunuz zaten. Ama güvenlik dediğiniz zaman, o insanın her alanına müdahale etmeyi meşru kılan bir gücü elinde tutanın ve buna mutlak bir iktidar veren ve bu iktidarı da çok kötü bir şekilde kullandığı imkânların önünü açan bir olguyu getiriyor karşımıza. Bir kere şunu iyi bilmek lazım: Bu ülkenin güvenlik sorunu diye bir sorunu yok, bu ülkenin özgürlük diye bir sorunu var. Bu ülkenin dayatılan bir ideoloji sorun var. Bu ülkede ben kışlama dönmem diyen bir asker sorunu var.
Güvenlik diyorlar, kimin güvenliği? Devletin güvenliği… Kime karşı bu güvenlik? Halkına karşı bu güvenlik… Peki, bizim güvenliğimiz var mı?! Kendi güvenliğini halkına karşı koyan bir anlayış var ortada. Tehdit edilen güvenlik ise, halkın güvenliği… Biz tehdit altında yaşamak istemiyoruz!
Risale Haber