CHP'den aday olan Mustafa Balbay'ın darbeci değil de gazeteci kimliğini nasıl ön plana çıkardılar? Darbe günlüklerini nasıl unutturdular? Taraf gazetesi yazarı Alper Görmüş, Mustafa Balbay'ın unutulan darbeci kimliğini anlattığı yazısında, hafızaları tazeledi.
Yazısında "Mustafa Balbay gibi “solcu” olduğunu söyleyen ve ağzından “demokrasi” sözcüğünü hiç düşürmeyen biri bile demokratik meşru siyasete kast edenlerle böyle bir ilişkiye girmişse, bu ülkede kimbilir daha neler olmuştur!" diyen Görmüş,
"Fakat böyle olmadı! Sözünü ettiğim “perde”yi gerenler, darbesever “özde Mustafa Balbay” yerine solcu ve demokrasi savunucusu “sözde Mustafa Balbay” imajını dudak uçurtan bir başarıyla öne çıkardılar ve benimsettiler." diyerek, darbeci kimliğiyle tutuklanan Mustafa Balbay'ın gazeteci kimliğiyle nasıl pazarlandığını anlattı.
İşte Alper Görmüş'ün o yazısı...
Parlamenter Balbay’ın ‘sivil’ alerjisi
Mustafa Balbay’ın milletvekilliği adaylığı, CHP’liler tarafından, malum, coşkuyla karşılandı... Balbay’ın Ergenekon sanığı olmasından rahatsızlık duyanlar bile onun adaylığını, mesela Mehmet Haberal’ınkinden daha “kabul edilebilir” bulduklarını gizlemediler. Hatta bu tavrın bazen “adaylığını sempatik bulma” noktasına vardığı dahi oldu...
Ben, İzmir’deki “maske” hadisesinden beri, “Mustafa Balbay sırf gazetecilik yaptığı, sırf muhalif olduğu için tutuklandı” mugalâtasına karşı “maskesiz” bir yazı yazmayı planlıyordum, bir türlü fırsat bulamadım, kısmet bugüneymiş. (Duymayanlarınız vardır: CHP’nin İzmir’deki aday tanıtımında Mustafa Balbay’ın adı okununca, partililer yüzlerine kâğıttan yapılmış Balbay maskeleri takmıştı.)
Özde Balbay, sözde Balbay...
Balbay’ın “sırf gazetecilik yaptığı için” tutuklu olduğuna dair efsaneyi, başlıca iki kategoriden insan kümesi taşıyor...
Birinci kategoride, onun 28 Şubat’tan beri ordu içindeki darbeci kesimlerle giriştiği al takke ver külah ilişkisini bilen, fakat bunda hiçbir sorun görmeyenler (yani “‘baş düşman’ AKP’yi kim, hangi yöntemle ‘imha’ ederse etsin, benim dostumdur”cular) yer alıyor.
İkinci kategori ise, 12 Mart’ın 40. Yıldönümü toplantısında Hasan Cemal’e hayretini ifade eden genç kız gibilerden oluşuyor (“Gerçekten öyle mi? Solcu aydınlar darbelere destek mi verdiler? Bu benim için yeni bir şey...”). Yani, Balbay’ı “solcu bir gazeteci” olarak bilen, başka da bir şey bilmeyenler...
İkinci grupta yer alan kişilerin, Balbay’ın, Ergenekon iddianamesine giren “günlükler”inden habersiz olmaları gerekiyor. Çünkü o günlükleri okuyan ve mezhebi darbe destekçiliğini kaldıracak kadar geniş olmayan birinin, “Balbay, sırf gazetecilik yaptı diye tutuklandı” tezini savunmaya devam etmesi imkânsız...
Demek ki, çok sayıda insan –ilk bakışta fazlasıyla anlaşılmaz görünse de- o günlüklerden bîhaberdir. Bunun nedeni, bu insanlarla Balbay’ın gerçek “siyaset”ini gösteren o günlükler arasına çekilmiş “perde”dir.
Normal bir ülkede, bu günlükler olağanüstü bir ilgi görür ve neticede aşağı yukarı şöyle bir kamuoyu algısı hâsıl olurdu: Mustafa Balbay gibi “solcu” olduğunu söyleyen ve ağzından “demokrasi” sözcüğünü hiç düşürmeyen biri bile demokratik meşru siyasete kast edenlerle böyle bir ilişkiye girmişse, bu ülkede kimbilir daha neler olmuştur!
Fakat böyle olmadı! Sözünü ettiğim “perde”yi gerenler, darbesever “özde Mustafa Balbay” yerine solcu ve demokrasi savunucusu “sözde Mustafa Balbay” imajını dudak uçurtan bir başarıyla öne çıkardılar ve benimsettiler.
Bu imaj operasyonunun temel entrikası, Balbay’ın, darbecilerin “Yakındır, tepelerine bineceğiz” yollu açık mesajlarını sadece kaydetmekle yetindiğini ustalıkla zihinlere yerleştirmekti.
Operasyoncular, tabii ki bunun “sorunlu” bir gazeteci pozisyonu olduğunu kabul ediyorlardı. Fakat bunu da abartmamak gerekirdi! O notları belki de “sonradan kitaplaştırmak üzere” tutmuştu!
Bunları savunanlar da kendilerine gazeteci diyordu. Onlara bakarsanız, gazeteci, izlediği olaylardan bir kısmını haberleştirirken, bir kısmını da “sonradan kitaplaştırmak üzere” kendine saklayabilirdi!
Bu tuhaf tez, belki magazin vb. türü kamusal önemi zayıf haberler için geçerli olabilirdi. Fakat, bir darbe faaliyetini haberleştirmeyip “sonradan kitaplaştırmak üzere” kendine saklamak, ortalığa dehşet saçan bir mafya örgütlenmesinin faaliyetlerini benzer bir muameleye tâbi tutmak gibi bir şeydi. Siz, kitabınızı bastırana kadar kimbilir kaç kişi ruhunu teslim edecektir!
Neyse... Bu zırvalara laf yetiştirmeye çalışmak bile saçma... Gelelim asıl mevzuumuza, yani “parlamenter Balbay’ın ‘sivil’ elerjisi”ne...
“Komutan Cumhurbaşkanı’nın arkasında... Yakıştı mı?”
Daha önce birkaç kez Balbay’ın tuttuğu darbe notlarından örnekler vermiştim... Bugün ise, “sivil”liğin mabetlerinden biri olan (olması gereken) Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçilmesini garantileyecek bir sıradan aday gösterilmesi vesilesiyle, Balbay’ın aklının da kalbinin de “sivil”likten değil üniformadan yana olduğunu gösteren notlardan örnekler vereceğim...
Başlayalım...
Balbay, 15 Ocak 2000’de biri emekli üç orgeneralle (Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Kurmay Başkanı Necdet Timur, emekli Orgeneral Doğu Aktulga) yediği öğle yemeğini anlatıyor... Yemeğin “litemotif”i (konu laiklik olduğu için) siyasetçilerin ancak “sopadan anlayacağı”dır...
Ateş: Türk Silahlı Kuvvetleri bu konuda milim ödün vermez. Ancak işin merkezi Meclis. Önce Meclis’in bu konuda duyarlı Meclis olması lazım..
Aktulga: Bu Meclis mi komutanım.
Ateş: Evet bu Meclis. Başka Meclis yok. Meclis’in laiklik konusunu artık tartışılır hale getirmekten çıkarması lazım.
Toplantının yegâne “sivil”i Balbay, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “Meclis” vurgusundan rahatsız olur. Araya girer ve sorar:
“Herşey daha kötüye giderse, toplumun öteki kesimlerinde de beklenen canlanma olmazsa, Silahlı Kuvvetler ne yapar?”
Orgeneral Ateş, bu soruya Balbay’ı sakinleştirecek bir cevap verir. Gazeteci, cevabı şöyle not eder: “Gereğini yapar. (Biraz duraksayıp, yeniden) Yapar...”
Devamında:
Aktulga: Komutanım bu iş sopayla olur, öteki yollar boşuna..
Ateş: (Gülümseyerek) Sen beni kötü yola iteceksin...
Günlüklerde yok ama, tam bu noktada üç general ve bir “sivil”in kahkahayı patlattığını güvenle öne sürebiliriz...
Fakat Balbay yine de askerlerin sivillere karşı yeterince had bildirici olmadıkları düşüncesindedir... Sözü alır ve şöyle der:
“Ancak siyasilerin de TSK’yi ikinci plana itme planı dikkati çekiyor... Demirel, Kıvrıkoğlu’nu konuşma kürsüsünün arkasına alıyor, şık bir fotoğraf çıkmıyor... Dışarıdan görünen bu... Siz ne dersiniz?”
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ateş, hak verir Balbay’a:
“Söylediklerinizin tümünün farkındayız... Komutanın (Kıvrıkoğlu) böyle hareket etmemesi gerektiği yönünde değerlendirmemiz oldu... Örneğin Cumhurbaşkanı bizi Iğdır’a çağırdı... Tüm komutanlar oradayız. Kürsüye çıkınca bize seslendi, ‘yanıma gelin’ dedi. Komutan (Kıvrıkoğlu) gitti. Ben gitmedim. Öteki arkadaşlar da yönelikler, ‘arkadaşlar ben çıkmıyorum’ dedim. Onlar da çıkmadılar. Kürsüde Demirel’le komutan oldu...”
Dikkat edin, henüz 2000’deyiz, iktidarda DSP-MHP-ANAP “laik koalisyon”u var ve Cumhurbaşkanı da, 28 Şubat’ın hâmisi Süleyman Demirel... Bu koşullarda bile “solcu ve demokrat” gazeteci “Olmadı” diyor, “Yakışmadı” diyor: Koca Genelkurmay Başkanı sivil Cumhurbaşkanı’nın arkasında; olacak şey mi?!
Balbay, bundan üç ay kadar önce, 31 Ekim 1999’da, Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nu aynı nedenle yine ayıplamış, Orgeneral Necdet Timur da ona hak vermiştir:
Balbay: Yeri gelmişken, Kıvrıkoğlu’nun da Kosova’da, Bakü’de hemen Demirel’in yanında yer alması biraz manidardı...
Timur: Orada çerçeveye girmeyecekti... Adam nutuk mu çekiyor, sen git Kosova’daki birliği denetle... Bakü’deki garnizonu ziyaret et... Aynı kareye girmesi pek olmadı...
“Bari bir mesaj” ve “bu defa uzun kalın...”
5 Kasım 2002... Yani AK Parti’nin tek başına iktidara geldiği 3 Kasım seçimlerinden sadece iki gün sonra...
“Aynı gün saat 19:00 sıralarında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman aramama yanıt verdi. (...) Dikkatle izlediklerini, başlangıçta hemen tepki vermenin uygun olmayacağını söyledi, en azından bir mesaj deyince, o olabilir dedi. 10 Kasım var önümüzde, o olabilir dedi...”
“Hemen tepki vermek doğru olmaz” diyen generali gazeteci zorluyor: “En azından bir mesaj...”
Ben buna ekmeğini taştan çıkaran gazetecilik derim işte... Bir taşla iki kuş: Hem 10 Kasım’a doğru yazacağı “Komutanlardan sert mesajlar bekleniyor” öngörüsü doğru çıkmış bir gazetecilik... Hem sivillerin yiyeceği fırçayla yüreği biraz olsun soğuyacak bir gazeteci...
Sanmayın ki seçimler “irticacıları” işbaşına getirdiği içindir bunca telaş... O tabii telaşı arttırmıştır ama “sivil” gazetecimizin “sivil siyaset” alerjisi, “laikler” iktidardayken de geçerlidir. 31 Ekim 1999’da biri muvazzaf öbürü emekli iki orgeneralle “durum değerlendirmesi”nde (notlardan aynen), Balbay bakın nasıl eleştiriyor askerleri:
“28 Şubat devam ediyor deniyor ama... Durum da ortada... Bence irtica o günlerden daha fazla mesafe aldı. (...) 28 Şubat benzeri durum diyorsunuz, ama bu kez atılacak adım sonuç alıcı olmalı, süreye yayılınca görünen ortada...”
Mustafa Balbay CHP’ye ve TBMM’ye hayırlı olsun!