Bütün darbelerin ortak amacı; seçkin bir elit eliyle tepeden inme kurulan Ulus-Devleti, kuruluş ideolojisine sadık kalarak ayakta tutmaktır. Bunun için sistemin yönünü ve özünü ilgilendiren konularda ve olabilecek sapmaları önlemek için Askerler, ihtiyaç duyduklarında ve gerekli gördüklerinde müdahale etmişlerdir. Rejimi koruyacak kadroları da gerekli eğitimden geçirerek hazır hale getirmişlerdir. Siviller ise, ancak askerin koruma ve kollama çerçevesini gözeterek yönetimde yer alabilmişlerdir. Askerler; siviller eliyle işletilen yönetimde işlerin belirledikleri çerçevede yürümediğini, bu çerçevenin zedelendiğini düşündüklerinde, fiilen el koyarak doğrudan kendileri yönetimi üstlenmişlerdir.
Bu genel ve temel amaç, bütün darbelerin ortak ve vazgeçilmez öncelikli hedefidir. Bunun yanında, her askeri darbenin yapıldığı dönemin şartları dolayısıyla özel bir takım amaçları da olmuştur. Her darbenin farklı ve kendine özgü hedeflerinin neler olduğunu tespit etmek de konuyu doğru anlamak bakımından gereklidir.
Darbelerin hedeflerinin, Dünyada olup bitenlerden bağımsız olamayacağını ifade etmek için özel bir takım bilgilere sahip olmak gerekmez. Bunun için Türkiye’nin konumunu ve küresel sistemin her dönemde yeni boyutlarla zenginleştirdiği ve uygulamaya soktuğu küresel projelere göz atmak yeterlidir.
Türkiye’nin, hassas bir jeopolitik noktada ve uluslar arası ilişkiler bakımından ihmal edilemez bir konumda bulunduğu, Dünyada söz sahibi olanların görmezden gelemeyeceği öneme sahip bir ülke olduğu artık sağır sultanın bile malumudur. Bu nedenle Türkiye’de meydana gelen değişiklikleri; sadece iç dinamiklerin bir sonucu olarak görmek, küresel inşa sürecinin devam ettiği bir dönemde son derece yanıltıcı olur. Belki de asıl belirleyici olanın dış faktörler olduğunu söylemek daha doğru olabilir.
Zira uzun zamandan beri küresel hegemonyayı en büyük, vazgeçilmez ve değişmez hedef olarak gören Batı; her döneme uygun bir konsept geliştirmiştir: Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform Hareketleri, Aydınlanma, Modernite, Sanayi Devrimi, Ulus-Devletler, Postmodernizm, Küreselleşme hem felsefi bir arka planı, hem bir uygulamayı, hem de ayrı bir dönemi ifade etmektedir. Aynı hattın üzerinde süreklilik arz eden bir ilerleme çizgisi olarak varlığını sürdüren bu dönemlerin ortak ve değişmez hedefleri bulunduğu için birbirinin devamı niteliğindedir. Batı her defasında, bunlar üzerinden hegemonya yenilemekte, gücünü pekiştirmektedir. Yıpranmaya, eskimeye, olumsuzlukları açığa çıkmaya başlayan her sürecin ardından; cezb edici, ayartıcı, süslü kamuflajlarla yeni bir süreci sahneye sürmektedir. Bunu yaparken; gerçekte öncekinin bir versiyonu veya türevi hükmünde olan yeni durumun öncekiyle ilgisiz ve bağımsız olduğunu yanıltıcı bir iddia ile ortaya koymakta ve insanlığın hayrına yeni bir gelişme olarak sunmaktadır.
Bu kapsamda son dönemde öne çıkan iki kavram, birbiriyle bağlantılı olan Küreselleşme ve Postmodernizmdir. Avrupa merkezli Modernite ve Ulus-Devlete karşılık, belirleyici temel özelliklerinde dikkate değer bir fark bulunmayan ABD merkezli Postmodernizm ve Küreselleşme yeni hegemonik araçlar olarak öne çıkmış bulunmaktadır. Küreselleşme kavramını yeni kullanmasına rağmen, aslında Batı’nın bu konudaki öngörüsü ve planlaması hiç de yeni değildir. Rönesans’la başlayan modern dönemde, ürettiği bütün tezleri küresel bir perspektife sahiptir. Sömürgecilik küresel bir uygulamadır. Dünyadaki sömürü düzeni bu bakışla inşa edilmiştir.
Örneğin; modern dönemin başlangıcı ve bilimsel bir gelişme olarak sunulan Coğrafi Keşifler, aslında keşiften ziyade küresel sömürünün ilk adımıdır. İnsan topluluklarının yaşadığı ve başta Müslümanlar olmak üzere kimi toplumlarca bilinen coğrafyaların yeni keşfedilmiş gibi gösterilmesi; Batı’nın kendini her alanda merkeze alarak yeryüzünü yeniden dizayn etmesi ve kendisi için bir egemenlik alanı olarak tanımlamasından başka bir şey değildir.
Buna göre: Batı’nın bilmediği bilgi değildir, diğer toplumların ürettiği bilginin değeri ve anlamı yoktur. Batı’nın dışında bilim, felsefe ve tarih ilkelliği temsil eder. Onun için bütün toplumlar, Batı’nın ürettiği bu alanları kendisine aitmiş gibi kabul etmelidir. Yeryüzünde bilginin yegane kaynağı olarak Batı’yı almalıdır. Nitekim günümüz dünyasında bütün toplumlar, kendilerine ait insani değerler, tarih, kültür ve medeniyet yokmuş gibi, Batı’ya ait ne varsa almakta, benimsemekte ve sahiplenmektedirler. Dünyanın bütün toplumları; Batı Tarihini, Felsefesini, Bilimini, Kültürünü, Uygarlığını, kısaca bütün değerlerini, tek ve üstün örnek olarak kabul etmektedirler. Batı, seküler varlık tasavvurunu, alternatifsiz bir algıya dönüştürmekte ve dayatmakta çok büyük mesafeler almıştır. Tek alternatif olarak dayattığı tasavvurun ürettiği sonuçlara ulaşmak, bütün toplumların ortak hedefi haline gelmiştir.
Batı’nın yaşadığımız dönemin Pasifik ötesi merkezinin büyüleyici paradigması olarak öne çıkan küreselleşme ve çerçevelediği değerlerin başında Demokrasi, Serbest Piyasa Ekonomisi, Hak ve Özgülükler gelmektedir. Bunlar eleştirilemez, kutsal ve bütün insanlığın ihtiyacı olan aşılamaz üst değerler olarak sunulmaktadır. Seküler aklın ürettiği en üst nokta olarak ortaya çıkan bu değerler, hiç şüphesiz Kendi toplumları açısından büyük bir öneme ve değere sahiptir. Batı’nın gelişmiş toplumları, içselleştirdikleri bu değerler sayesinde büyük ve önemli bir çok sorunlarını çözmüşlerdir. Öteki toplumların gıpta ederek ve model alarak izledikleri refah seviyesi yüksek bir toplumsal düzen gerçekleştirmişlerdir.
Ancak Bat, ürettiği bu değerlerin öteki toplumlarda da uygulama alanı bulmasını destekler gibi durması tam bir ikiyüzlülük ve çifte standart örneği olarak sırıtmaktadır. Sözgelimi: Irak’ı; Demokrasi, İnsan Hakları ve Özgürlüklerini yerleştirmek için işgal ettiğini beyan etmiştir. Benzer gerekçeleri Afganistan işgali için de üretmiştir. Ama bu beyanların gerçek niyetleri ile hiçbir bağlantısının olmadığı artık bir sır değildir. İşgal, sömürünün vahşi bir aracı olarak işgal edilen ülkede onarılmaz tahribatlara yol açmıştır. Bu noktada işgalcilerin izlediği yol, küresel hegemonyanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir.
Hegemonyanın değişmez amacı ise, sömürünün sürdürülebilir olmasıdır. Bu sağlanmışsa, sorun bitmiştir. Değilse bu değerlerin ardına sığınarak gerekirse güç kullanmak ve Ülkeleri işgal etmek dahil her yola başvurulabilir/başvurulmuştur. Bunun için; dini, felsefi, bilimsel, ekonomik, sosyal, siyasal ve benzeri bütün imkanlar araç olarak kullanılabilir. Çeşitli mekanizmalar kanalıyla iç ve dış odaklar harekete geçirilerek, yönetimler darbeyle veya başka bir yolla değiştirilebilir. Batı’ya bağımlı bir zihin yapısıyla yetiştirilen yönetici elit, askeri ve sivil bürokrasi, medya, büyük sermaye grupları bu amaçla kullanılabilir ve yönlendirilebilir.
Gelişmeler, Türkiye’de Askeri müdahale biçiminde tezahür eden darbeler döneminin kapandığını işaret ediyor. Bu tarz darbelerin son bulması darbeci mantığın da son bulduğunu gösterir mi? Bundan emin olmamak gerekir. Dünün küresel hegemonya amacı bugün de sürdüğüne göre, darbeci mantığın farklı bir alanda ve farklı tarzda, yeni enstrümanlarla işlemesi beklenmeyen bir sonuç olmamalıdır. Kuşku yok ki; küresel sistem, ihtiyaç duyduğunda, yani çizgi dışına çıkıldığını, çıkarının zedelendiğini gördüğünde müdahale etmeyi mutlaka deneyecektir.
Silahlı darbe dönemi sona erdiğine göre, muhtemel darbe tarzlarını tahmin etmeye şimdiden başlasak hiç fena olmaz. Eski sayfa kapanıyor, yenisi temiz bir sayfa mı, yoksa her gözün keşfedemediği yeni planlarla mı doludur? Bu sorunun cevabı hayati bir önem taşıyor.
MAZLUMDER GYK Üyesi Mehmet ALKIŞ
klasgazete.com