Edinilen bilgiye göre, Sur ilçesinde bir vatandaş, Balıkçılarbaşı 1. Sokaktaki harabede çöpler içinde yaşayan 3 çocuğun dramını savcılığa bildirdi.
POLİS DRAMI FOTOĞRAFLADI
İhbarın doğruluğunun araştırılması amacıyla savcılığın talimatı üzerine olay yerine gönderilen Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü ekipleri, dilencilik yapan ve psikolojik sorunları bulunan anne Remziye Kaya’nın kapıyı kilitleyip evden
ayrılması nedeniyle harabeye dönüşmüş eve giremedi. Bitişikteki evin damına çıkan polisler, çöp evdeki 3 kardeşin içler acısı halini görüntüledi.
Görüntülerin savcılığa ulaştırılmasının ardından, savcılık evde çok kötü şartlarda yaşayan Azize (10), Aziz (7) ve Mehmet’in (5) aileden alınarak, yurda yerleştirilmesini kararlaştırdı.
Karar, gereğinin yapılması için Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne gönderildi. Karar üzerine evde giden Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü görevlileri ile polis, kilitli kapıyı kırarak, çöp dolu evdeki çocukları aldı.
Diyarbakır Devlet Hastanesinde sağlık kontrolünden geçirilen, ayaklarının soğuktan şiştiği gözlenen çocuklarda gelişim bozukluğu tespit edildi. Tedavileri yapılan çocuklar daha sonra çocuk yuvasına yerleştirildi. Bugüne kadar okuldan uzak bırakılan çocukların uzmanlarca verilecek psikolojik desteğin ardından okula gönderileceği bildirildi.
BABA KAYIP
Konuyla ilgili AA muhabirine açıklama yapan yetkililer, anne Kaya’nın psikiyatri hastası olması nedeniyle tedavi için hastaneye yönlendirildiğini bildirdi. Bu arada aileden ayrı yaşayan ve kendisine ulaşılamayan baba hakkında da
"aile bireylerine kötü muamelede bulunmak" suçundan soruşturma başlatıldığı öğrenildi.
Bu haber Ahmet Özcan'ın Haber 10'da daha önce yayınlanan "Omelas'ı Bırakıp Gidenler" makalesini hatırlattı. İşte Ahmet Özcan'ın o makalesi:
Omelas'ı Bırakıp Gidenler
"Amerikalı "Alternatif Bilim-Kurgu" yazarı Ursula K. Le Guin, "Gülün Günlüğü" ismiyle yayımlayan öykü kitabına "günah keçisi" temasını işleyen "Omelas'ı Bırakıp Gidenler" adlı öyküyle başlar. William James'in, "Öyle bir dünya varsayalım ki.. Milyonlarca insan sürekli mutlu yaşasın, ama bir şartla; uzaklarda bir yerde bir yitik ruh tek başına eziyet çekmek zorunda olsun. Bir an için içimizden bize sunulan mutluluğa yapışmak gelse bile yine ilk kapılacağımız özgül ve bağımsız duygu, bilerek, isteyerek böylesi bir pazarlıkla elde edilen mutluluğun ne kadar çirkin bir şey olduğudur" şeklinde tavsif ettiği ütopyadan esinlenen yazar, barış (selam) kelimesinin tersinden okunuşundan türettiği "Omelas" isimli bir ülke tasavvur eder; Bu ülkede çok az yasa ve kural vardır, köle, kral ve asker olmadığı gibi, borsa, reklamlar, gizli polis ve bombalar olmadan da işleri yürümektedir. Bu masal kentinde insanlar gerekli olanla gereksiz olan arasında dengeli bir ayrım yapmış ve sınırsız ve cömert mutlulukla yaşamın zaferini paylaşmaktadır.
Ne var ki Omelas'ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda kapısı kilitli, penceresiz, pislik dolu bir oda vardır ve burada bir çocuk yaşamaktadır. Çok az bir yiyecekle yaşayan, çıplak, zayıf ve korku dolu çocuğun hiç ışık, gülümseme ve iyilik görmeyen gözleri, yalnızca arada bir gelip kendisini tekmeyle uyandıran birkaç kişinin tiksinti dolu bakışlarına aşinadır. Omelas kentinin insanları onun orda olduğunu bilir, orada olması gerektiğini bilir; zira mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, alimlerinin bilgeliği, zanaatkârlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlıdır.
Çocuğu ziyarete gelen insanlar içerisinde birşeyler yapmak isteyen, öfke ve kızgınlık duyup çocuğu kurtarmaya çalışanlar da vardır. Ama ne çare ki, çocuk artık salıverilse bile özgürlüğünü elde edemeyecektir. Gerçek bir coşkuyu tanımayacak kadar aşağılanmış ve aptallaşmıştır. O durumdan kurtulamayacak kadar uzun bir süre korkarak yaşamıştır. O durumdan kurtulması dahi artık onun mahvolmasından başka bir mana ifade etmeyecektir. Omelas kenti, o çocuk gibi kendilerinin de özgür olmadığının farkındadır. Omelas'ın bazı insanları bu çaresizliğe dayanamaz ve hiç değilse kendilerine karşı dürüst olabilmek için Omelas'ı terkedip giderler. Kimse nereye gittiklerini bilmez ve bir daha da geri dönmezler.
Omelas'ın düzeni, bütün kötülüklerin bir "günah keçisi" olarak seçilmiş çocukta toplandığı ve ondan dolayı yapmacık, geçici ve sahte bir iyilikler dünyasının kurgulandığı ikiyüzlü bir düzendir. Sahip olunan mutluluğun başkasının mutsuzluğu ile elde edilmiş oluşu, yaşamın coşkusunun, başkasının her an ölümünden kaynaklanması, güzelliklerin, sevgilerin ve bolluğun başkasının çirkinliği, nefreti ve tiksindirici varlığına fatura edilmiş oluşudur Omelas. Bir günah keçisi bulup, gerçeği bütün yönleriyle karşılamaktan korkmak ve kendi kötülüğünden, çirkinliklerinden kaçmaktır, Omelas'ın İnsanlığı..."
Yıllar önce kaleme aldığım yukardaki satırları, Malatya'daki yuva olayını TV'den izlerken hatırladım. Sanırım 1995 veya 96 yıllarıydı. O zamanda belli ki benzer bir hadise yaşanmıştı ve Ursula Le Guin'in öyküsünden yola çıkarak bu Omelas makalesini yazmıştım.
Maalesef, hepimiz, sadece ülkemiz sınırlarında değil, tüm dünyada tüm insanlık, artık bir Omelas ülkesinde yaşıyoruz. 'Küreselleşen dünya', evet, giderek daha fazla Omelas'laşan dünya demek.
Haber bültenlerine düşmeyen binlerce dramatik olayın üzerine kurulmuş milyonlarca hayat... Ebu Gureyb cezaevi'nde yaşananlar, Guantanamo'daki zalimlikler, Stalin'in Gulag takımadaları, Sibirya'sı, Hitler'in Aucswitzc'i, Mao'nun 'kültür devrimi, Pol Pot'un Kamboçya'sı, Saddam'ın Halepçe'si, Esad'ın Hama'sı, 12 Eylül'ün zindanları...Moğolların, Haçlıların zalimlikleri, Roma'nın, Firavunların zulümleri...Kızılderili katliamları, Balkan ve Kafkasya'daki müslüman kırımları...İşkencede eşi, anası, babası karşısına getirip 'konuş lan' demeler, okul kapısında gencecik insanlarımıza 'çıkar o başındaki bez parçasını' buyurganlığı, köylümüze dışkı yedirme, protestocuya polis copu, kadınlarımıza koca dayağı...Bir dostun kırıcı sözü, bir yoldaşın ihaneti, bir insanın hırsız uğursuz hain bir yaratığa dönüşmesi...Kötülüğün bin bir çeşit yüzü...
Belki arif olanlarımız, daha derinlere inip, kötülüğün kaynağını, nedenini, bu insan eliyle ve insana yaşatılan zalimliklerin bin bir türünün mana'sını bir kez daha düşünecekler. Kötülüğün üstün olamayacağı bir dünya kurma ütopyası, kıyamete kadar insanlığın ortak hedefi olacak. Ama belli ki, o kıyamete kadar, kötülükle birlikte yaşayacağız. Yaşamak denilen dramın kötülük denilen bu öldürme biçimleri karşısında direnişine hep tanık olacak insanlık.
Yıkma, bozma, tahrip etme, zarar verme ve her tür tahakkümün, özünde yaşama karşı bir meydan okuma, bir itiraz olduğu, insan'ın bir yanının, doğa'nın bir yüzünün, var oluşu inatla tahrip etmeye çalıştığı ve bunun biteviye süren boğucu bir kısır döngü olduğu söylenebilir mi?. Sanki, bir virüs, var olmayı bir türlü içine sindirememiş ve var olan her şeye karşı çıkıyor. Sanki bir ontolojik savaş sürüyor ve irili ufaklı bin bir çeşit zalimlikler yoluyla kötülük dediğimiz yıkıcı güç, doğayı ve insanı yıpratmaya uğraşıyor. Sanki, yaşam ve ölüm, iyilik ve kötülük, adalet ve zulüm, tahakküm ve özgürlük, bir varlık yokluk savaşının muharebe araçları.
Budha, samsara dediği bu kısırdöngüden kurtuluş için riyazet ve uzleti seçmişti. Lao Tse ve Konfiçyüs, mutlak itaat hiyerarşisine dayalı düzen'i önermişti.Yunan filozofları, hep soru sordular, cevap aramanın yollarını gösterdiler.
İbrahimi peygamberler, bunların hepsiyle beraber, kötülükle savaşı, mücadeleyi ve insanlığın daha iyi bir dünya kurabileceğini öğrettiler.
İlahi mesaj, rahman ve rahim olanın şerefli kıldığı insana bir emanet yüklendiğini söyler. Ve "zamana andolsun insanlık hüsran içindedir", der. "Ancak, iman edenler, salih amel işleyenler ve bir birlerine hakkı ve sabrı öğütleyenler, müstesna"
Emanet, insan olma hedefidir. Var olma keyfiyetidir. Beşer yanımızı terbiye edip insanlaşmak ancak salih amelle yani kötülükle mücadele ile mümkündür. Müstesna, işte bunu ifade eder.Beşer yanımız, insan olma keyfiyetinden önceki idraksiz halimizdir.
Beşer, ancak kötülükle mücadele içinde insanlaşır ve hüsrana uğramaktan korunur.
İnsan, sadece kendi tercihi, emeği ve çabasıyla insanlaşabilir. Bu gerçek var oluşun hak edilmesi demektir. Cennet, ebedi var oluş, cehennem ise var olamama hüsranıdır.
Yetimi itip kakanlar, yoksulu doyurmayanlar, öldürenler, zina edenler, çalanlar, insanlığın kadim sınırlarını çiğneyenler, kibirlenenler, azgınlaşanlar, sömürenler...beşerdir. Adem olma idraki, doğan her çocukla doğar, büyür ve ya beşer yanın adem olmaya itirazına çarparak kötülükler yoluyla zayıflayıp çürür, veya gelişir kalıcı bir şuura dönüşür ve geçici dünya hayatının sonuna kadar sürekli beşer yanla mücadele içinde olgunlaşır.
Din, bize işte bu sorumluluğu öğretir, hatırlatır, bu yolu gösterir, yolu doğru tutmayı öğütler.
İman, Allah'ın birlenmesi, varlığın birlenmesi, insanın birlenmesidir. Beşer yanın, adem'in varlığına itiraz eden şeytanın reddedilmesidir.
İyiliği ve adaleti üstün tutmak, hakkı ve sabrı yaymak, inadına insan olmak, yaşamak, var olmaya çalışmak demektir. Dünya fanidir ama Adem olabilene hayat bakidir.
Malatya'daki çocuk yuvası, bir Omelaslaşma ikazıdır. Bir kez daha titreyip kendimize dönmemiz, Adem olmanın sorumluluğunu hatırlamamız için bir aynadır. Hayatımız bu aynalarla doludur ve oraya bakıp, insan haysiyeti ve şerefini, adaleti ve iyiliği, şahsiyeti ve namusu, yani insan olmanın gerek şartlarını bir kez daha görürüz.
Bize, yoksulluk ya da zenginlik, güçlülük ya da zayıflık, varolma ya da yok olma konusunda para, makam, mevki gibi putları ölçü almayı dayatanlara karşı, insan olmanın sadece ve sadece bu aynalara bakıp kendini bilmekle mümkün olduğunu inatla savunmamız gerekiyor.
Dava, insan olma davasıdır ve sadece iman edenler, imanını koruyanlar ve sözüne sadık kalanlar, insandır.
İnsan olmaktan yana tercih yapanlar, artık Omelası bırakıp gitmemelidir.
Ta ki, gerçek bir selam yurdu kurulana kadar.