Yıldırım Türker'in Pazar günü Radikal 2'de yayınlanan yazısı
Sevan Nişanyan'ın da, Etyen Mahçupyan'ın da bir kadına yönelik şiddeti örtbas ederken çıkınlarından döküverdikleri, kimlikleri ve başında bulundukları oluşumları kendilerine kalkan etme çabasıdır
Ne kadar lanetli bir konu olduğunu biliyoruz. Orta yerde korunması gereken hassas dengeler var. Devletin menzilinde iki erkek yazar var. Canını kurtarmak için çaresizlikten jandarmaya sığınan bir kadın var. Sonra feministler var. Sonra hepimiz için ayakta kalması hayati önem taşıyan bir gazete var. Sonra mağdurenin yazar kız kardeşi var. Ablasını korumaya çalışırken fevkalade kabaca üç kuruşluk kıytırık işinden istifa etme numaraları çektiğini iddia ettiği, o gazetede de sözü üç kuruşluk ilan edildiği için istifa etmiş bir kadın var. Sonra korunması icap eden bir gelir var. Paylaşılması sorun yaratacak bir mülk var. Ve hepsinin üstünde bok var.
Olayı, Etyen Mahçupyan'ın Taraf'taki yazısından hatırlayalım: Ülkenin tanınmış entelektüellerinden Sevan Nişanyan, kendi ifadesiyle karısının bazı kadınlara yönelik gayri ahlaki davranışlarına yaptığı uyarılar sonuçsuz kalınca 'şiddete şiddetle karşılık vermek yerine' bir jest yapmış ve karısının hak ettiği jestin de onun başına bir kavanoz dışkı dökmek olduğunu düşünmüş.
'Beğenmeyen kapı dışarı' tavrıyla birçoklarını şaşırtmış olan Etyen Mahçupyan'ın 'entelektüellik' konusunda ne kadar titiz olduğunu, onun serüvenini izlemiş olanlar mutlaka fark etmiştir. Sözgelimi zamanında kendi yazmış olduğu senaryonun berbat filmini eleştirdiği için insanlara nasıl yalın kılıç entelektüellik dersleri vermeye soyunduğunu hatırlayanlar vardır. Hatta o zaman da eleştirmenleri yaratıcı olamadıkları için eleştirmen oldukları gibi klişenin kokmuşu bir söylemle aşağılıyordu. Kendi ilk senaryosundan edindiği yaratıcılık kalkanından hiç kuşkusu yoktu.
Şimdi de 'Sevan yalnız Sevan değildir' diyerek Nişanyan'ı koruma altına alıyor. Aslında Karin Karakaşlı'nın Agos'taki köşesinde bu konuda yazdığı son derece incelikli ve ışıklı yazının üstüne bir şey yazmak istemiyordum. Ama Hrant'ın bütün dünyaya açık odasına yerleşip oradan doğru üretilen sözü bir post bekçiliğine dönüştüren Mahçupyan'ın yeri geldiğinde ne denli hoyrat bir sağcı liberal olabildiğini kayda düşmeden geçemedim.
Dostunu, yazarını korumacılık dilinin, devletin kaşarlanmış reflekslerinden üreyen tehditkâr homurtudan biraz olsun farklı olmasını beklerdik elbet. Evet, Agos'u bir 'kale', bir 'kurtarılmış bölge' olarak görüyorsak, şıpınişi kotarılıvermiş vahşi iktidar diline karşı alabildiğine hassas olmak zorundayız.
Evet, işi Agos'u boykot etme çağrısına kadar götüren feminist yaklaşım, tartışmasız yanlıştır. Feministlere zihniyet soruşturması yapıp onların sözünü ciddiyetsiz ilan eden Mahçupyan'a ve sembolist yazarına kızıp Agos'un sorumluluğundan soyunmak, o kavanozun içindekileri Agos'a bulaştırmaktan başka bir anlam taşımaz. Agos, Mahçupyan'ın ikbal kapısı değildir. Bunu kendisine hatırlatmak zorundayız.
Hayatını zulmün her çeşidine karşı uyanık ve mazlumdan yana kurmuş olanlar, adı ve kimliği kendini aşanlara, dostlarına, yoldaşlarına karşı da tavizsizce sürdürür mücadelesini. Aksi, kirli siyasettir. Dünya için istemediklerinle mücehhez dostlarını kayırarak, onların marifetlerini görmezden gelerek bütün zulümlerin sağlamasını yapar, onları onaylarsın çünkü.
Nişanyan'ın da Mahçupyan'ın da bir kadına yönelik şiddeti örtbas ederken çıkınlarından döküverdikleri, kimlikleri ve başında bulundukları oluşumları kendilerine kalkan etme çabasıdır. Burada mahremi, siyasi ve ideolojik kimliklerini, Agos gibi önemli bir oluşumu öne sürüyorlar. En önemlisi, bir insanın başından aşağı bok dökmeyi şiddete tenezzül buyurmayan bir insanın simgesel eylemi olarak neredeyse aklıyorlar. Üstelik muhteşem askeri uygulamalar olarak bok, yakın tarihimizde buram buram tüterken.
Bok kokusunun defalarca devletimiz tarafından nasıl örtbas edildiğini hatırlıyoruz. Yeşilyurt'u unuttuk mu? 1989 yılında Şırnak'ın Cizre ilçesine bağlı Yeşilyurt köyünde bir binbaşı ve üç asker dört köylüye dışkı yedirmiş, köylüler Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ne başvurmuştu. Mahkeme Türk askerinin böylesine ağır bir zulüm uygulayamayacağı yaklaşımıyla mağdurların yalnız dayak yediklerini kabul etmiş, iş Avrupa'ya kalmıştı. 1994 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye'ye ciddi tazminat cezası kesti. Bunun bedelinin son derece ağır bir biçimde Yeşilyurtlu köylülere ödetildiğini bilmeyen de tahmin edebilmiştir. Korucu olmayan aileler yoğun baskılar sonucu köylerini terk etmek zorunda bırakıldı.
Kamu vicdanında böylesine infial uyandıran bok yedirme hikâyesinin sonuna bir nokta konabildi mi? Hayır. İkinci Yeşilyurt olayı diye adlandırılacak bir başka bok yedirme hikâyesi 96 yılını bekleyecekti. Bu kez Hakkari'nin Bayê köyüne PKK kılığına bürünerek gelen Özel Harekat Timi, iki köylüden ekmek alıyor, bunun üstüne ertesi gün köy askerlerce basılıyor, meydana toplanan köylüler dayaktan geçiriliyor, 50'ye yakın köylü gözaltına alınıyor, aralarından 60 yaşındaki bir adama bu kez hayvan dışkısı yediriliyordu.
Diyarbakır Hani'de öğretmenlerine Kürtçe laf attıkları iddiasıyla gözaltına alınan biri 14, diğeri 15 yaşındaki iki oğlan çocuğunun hikâyesi daha sonraya rastlıyor. Çocukları karanlık bir bodruma kapatan polislerin onların yüzüne bok sürüp ilçe sokaklarında dolaştırdığı ayyuka çıkmıştı. Hemen sonra da telaşlı bir kampanya başlatıldı. Zamanın İçişleri Bakanı'na soru önergesi veren milletvekili önergesini çekti. Olay örtbas edildi.
Bokla saldırı elbette simgesel bir eylem. Şiddete alternatif olduğunu düşünen devlet savcıları da mağdurların vücutlarında darp ve cebir izi bulamadığı için soruşturmayı sürdürmüyordu. Halkı bokla terbiye eden Devletin güvenlik güçlerini anlayabilmek için Ora'da yaşayan, adetleri kendininkilerden farklı, 'alt türden' insanların ayaklanması karşısında galeyana kapılan, pompalanmış düşmanlığın verdiği sarhoşlukla kendinde tanrısal bir güç vehmeden vatan evladının ruhuna girmek zorundayız. Orada göreceğimiz, Sade'ın haz adına kat ettiği yolları bir solukta alabilen karanlık bir cengaver olacaktır. Yüzlerce yıldır bütün atığının, çöpünün, bokunun akıp gittiği; dünyasının, bokunu gizler gibi görmezden geldiği uzak kıyısında, yok ettiğinde artık misler gibi kokacağını sanarak saldırdığı insanlara karşı.
Evet, Nişanyan'ın bu eylemi de güvenlik güçlerininki gibi gerçekten de simgesel olarak da son sözü söylemek oluyor. Doğal olarak da en çok o sözü söyleyenin yüzüne doğru bir kibrit çakıyor. O loş ışıkta, çocukluğun en sorunlu döneminde kilitli kalmış vahşi bir ergenin zulüm egzersizlerinin yanı sıra inkârın sarı dişleri, karşısındakini insanlık kütüğünden silme çabasının fosforlu zehri göze çarpıyor. Bokla yazılan tarih gül kokmuyor.
Etyen Mahçupyan'ın bugünkü Taraf Gazetesi'nde yayınlanan yanıtı
Bazen bir olayın, sizi de içine alan bir çatışmanın gerçek yüzünü anlatmak için onca çaba harcar ama gene de insanlara tam olarak ulaşamazsınız. Genellikle çok yönlü ve çok katmanlı bir olaydır karşınızdaki... Bu katmanları ayrıştırdığınızda öznel olduğunuzu, kendi hiyerarşinizi başkalarına kabul ettirmeye çalıştığınızı söylerler. Yapacak şeyiniz yoktur... Size tavır almış olanların ahmakça bir adım atıp kendilerini ele vermelerini beklemekten başka. Bu mutlu olay geçen pazar oldu... Nişanyan'dan Agos'a uzanan çekişmede gerçek meselenin aile içi şiddet falan olmadığı, doğrudan Agos yönetiminin yıpratılmasını ve belki de bir vesile ile uzaklaştırılmasını hedeflediği belliydi. Ama bunu bizim söylememiz 'aile içi şiddeti' benimseyen biri olmakla suçlanmaya kadar gidebilirdi. Neyse ki Yıldırım Türker Radikal2'de 'Simgesel dışkı olayı' başlığı ile içi dışı bir, gayet samimi ve düzeysiz bir yazı yazdı da doğrusu ben de rahatladım.
Türker'in yazısını henüz görmeyenlerin bu önemli itirafı elde edip saklamalarında yarar var. Çünkü Türker şöyle diyor: Evet, Agos'u bir 'kale', bir 'kurtarılmış bölge' olarak görüyorsak, şıpınişi kotarılıvermiş vahşi iktidar diline karşı alabildiğine hassas olmak zorundayız. Sözü edilen iktidar dili Agos yönetiminin ve doğal olarak benim dilim... Buna karşı hassas olmak gerekiyormuş çünkü Agos bir 'kale', bir 'kurtarılmış bölge' imiş... Ancak ne yazık ki bu 'kale' olma durumu sadece bir hayal, çünkü ne Agos yayın ve yönetim kurulunun ne de benim Türker'le aynı ahlaki konumu paylaşmadığımız açık. Nitekim yazar Agos'un benim 'ikbal kapım' olmadığını hatırlatmayı borç biliyor. Dahası o ikbal kapısına nasıl tutunmuş olduğumu da Hrant'ın bütün dünyaya açık odasına yerleşip oradan doğru üretilen sözü bir post bekçiliğine dönüştürme olarak tanımlıyor. Buradan hareketle de sergilemekte olduğu pespayeliği iyice abartarak benim 'sağcı liberal' olduğumu kendince 'kayda geçiriyor'...
Böylesine garip bir kıskançlığın ve muhtemelen birikmiş nefretin nedenini merak ediyor insan... Garip, çünkü her şeyden önce işin temelinde bir de maddi hata var: Benim Agos hisselerimin aslında Dink ailesi talep ettiği anda iade edileceğini gazetede herkes biliyor. Diğer bir deyişle 'kaleyi' yeniden sahiplenmek, 'kurtarılmış bölgeyi' bir kez daha zaptetmek son derece kolay. Aileye söylersiniz olur biter... Ama anlaşılan Türker bu ihtimali düşünemeyecek kadar kendi kötücüllüğünün şehvetine kapılmış. İçinde biriktirdiği ve artık zaptedemediği kini bu kez ağzından kaçırıvermiş. Gönlünün çöp torbasından her biri pisliğe bulaşmış kelimeleri avuç avuç alıp etrafına saçmayı marifet sanmış. Bilememiş ki, bütün bu pisliğin ortasında devinip dururken, o ağzından çıkanları yüzüne gözüne bulaştırmaktan başka bir şey yapamamış... İşin gülünç yanı bana hakaret etmeye çalışırken Agos'u korumaktan söz etmesi ve bunu Hrant'ın adını kullanarak yapacak kadar riyakârlaşması. Kendisini 'kirli siyasetin' dışında duran, mazlumdan yana siyasetini tavizsizce sürdüren 'hiç yaşlanmayan bir taze gelin' sanıyor herhalde...
Yıldırım Türker'i anlamak kolay... Ne yürüyen tartışmaya dahil olabilecek yeterlilikte bir entelektüel kapasitesi, ne de bu tartışma ile yüzleşecek ahlaki formasyonu var. Bildiği tek şey hakaret olduğunu sandığı kelimeleri iğrenç çağrışımlarla yükleyerek okuyucunun başından aşağı boca etmekten ibaret. Öte yandan bütün bunların 'sol' adına yapılıyor olması sizi şaşırtabilir... Ama Türkiye'de bir de böyle bir sol var. Ahlakçılığı bayrak yaparak ahlaksızlığı meşrulaştıran, samimiyeti beceremediği için bel altından vurarak 'kale' zapt etmeye heveslenen, toplumla kuramadığı insani ilişkiyi kendi cemaatinin çöplüğünde aradığı ölçüde marazi hale gelen müptezel bir sol... Yıldırım Türker bu akımın gerçek temsilciliğini kimseye bırakmak niyetinde gözükmüyor. Gelecek nesiller müptezel solun taşıyıcı kişiliğini merak ettiklerinde onun yazılarına dönecekler ve kendisini pürüzsüz ve lekesiz sanan bu 'sol' duruşun gerçekte nasıl bir eziklik, kavrukluk ve aşağılanma olduğunu ibretle kaydedecekler.