Taraf Gazetesi'nin 'asker kökenli' yazarı Namık Çınar, teğmenlik yıllarında Nazım Hikmet'in şiirini okuduğunda kıyamet kopmuş.
Gelin hikayenin aslını ve özellikle sonunu Çınar'ın o güzel edebi üslubundan dinleyin.
İşte Çınar'ın o yazısı:
- 12 Mart rejimi”nin henüz ordudan atılmadığım günlerinde gencecik bir teğmendim. O sıralar “hafif süvari”ydim. Daha çok “Don Kişot”tum.
Doğrucuydum. Kabına sığmaz bir “atak”tım. Yurtseverdim. Ve “masum”dum, en çok da.
Kışlada benden üç yıl daha kıdemli “Dursun C.” isminde bir üsteğmen vardı. O bölük komutanıydı, bense başka bir bölükte takım komutanıydım. Şimdilerde nasıldır bilmem; gevezelik yapmak, yarenlik etmek için oldukça mesafeli bir rütbe ve makam farkıydı bu, o yıllarda. Ama biz ikimiz, başkalarını içine katmadan yaptığımız “politik tartışmalar”la bu askerî teamülü aşabiliyorduk, bir bakıma.
O, insanın kanını donduracak denli haşin ırkçı söylemleriyle iflâh olmaz bir “faşist”ti. Bense öğrenme sürecinde bir “solcu”ydum.
Öğrencilikte koca bir ders yılının hesabı, nasıl sene sonunda büyük bir sınavla veriliyorsa, arazide yapılan “eylül tatbikatı” da askerler için böyle bir şeydir. Bir yıllık eğitim faaliyetinin, muhtemel bir savaşa en yakın parametrelerle tüm Silahlı Kuvvetler düzeyinde eylemsel olarak test edildiği bu tatbikat; köylülerin tarlalardaki hasatlarını tamamlayıp, pulluklarıyla toprağın karnını yararak havalandırdıkları ve ilk güz yağmurlarına sundukları eylül ayına rastlatılır ki, ürünleri zarar görmesin.
Eylül hem yağmur yüklüdür, hem hüzün yüklü. Yüztutmuş, ama henüz ölmemiş doğada, kuzeyin rüzgârlarıyla kuytuluklara savrulan “güneş renkli yapraklar”dan, birbirine sokularak “ağaçların altın kuleleri”ne tüneyen suskun kuş kümelerinden, küçük dere yataklarındaki “rengi erguvana çalan” su birikintilerinden; eğer çıkarsayabilecek duyargalarınız varsa, şiirsel tatlar da alabilirsiniz, hem yağmur hem hüzün sağanağı altındayken.
Kulaklarınızın ve burnunuzun kıkırdağını ısıran ayazın içinize de erişmeye yeltendiği sırılsıklam parkanızla ve yağlı yapışkan çamurun bir “hedik” gibi tutunup bırakmadığı botlarınızla, giderek prangaya dönüşen teçhizat ve silahınızla, “bu tepe ile şu tepe imtidadı hattını işgal tahkim ve savunurken” askerlik hoyratlıktır, ama siz yine de inceltebilirsiniz onu dilerseniz; derinliklerinizden muhayyilenizden çekip çıkarabileceğiniz, tam da deli-gençlik sevdalarınızı kanırtan ve alıp sizi buralardan kaçıran imbikli bir aşk şarkısını dilinize dolayarak, meselâ.
İşte böylesi bir eylül tatbikatının onca yorgunlukla bittiği günün gecesi, tümenin “gözlemci ve denetçi heyeti”nin de konuk edildiği büyük bir arazi çadırında, alayın tüm subay ve astsubayları, müzisyen erlerin çaldığı orkestra eşliğinde hep birlikte şarkılar türküler söyleyerek, hafif çakırkeyf ve neşeli, bir “son akşam yemeği” sofrasındaydık. Sıra bireysel becerilere gelince, benim de şiir okumamı istediler. Tuttum, bir “Nâzım Hikmet” şiiri okudum, ben de:
“Kalbimizin ensesinde kıvrılan yağlı uzun saçlarımız yok/ Güle bülbüle aya mehtaba falan filan karnımız tok/ Ve şimdilik gönül meselelerine vermiyoruz metelik/ Sen bize hiç korkmadan emanet et karını/ Biz Promete’nin çığlıklarını doldurup pipomuza/ Kaba kıyım tütün gibi içiyoruz/ Yangın kulelerinde verip omuz omuza/ Ufuklarda parıldayan gözleri seçiyoruz.”
Bitirdim bitirmedim ki, birden: “Vatan hainlerinin şiirlerini dinlemek istemiyoruz!..” nidasıyla gırtlağı yırtan bir “na’ra” sarsaladı çadırı. O lâhza buz kesti her şey. Ve herkes dondu kaldı. Ne olduğunu anlamaya çalışan birkaç kişinin aralarındaki “Nâzım’ın şiiriymiş meğer” fısıltıları bile sessizliği delmeye yetmemişti.
Şişmiş ve kararmış şakaklarındaki sonsuz öfkesiyle, kanı çekilmiş salyalı dudaklarını belli belirsiz titreterek, sık soluklarla sanki nöbete girmiş de, yuvalarından fırlamış korkunç gözleriyle düşmanını hedefler gibi beni işaret eden Üsteğmen Dursun C. idi, bu vahşetle patlayan. Sohbetlerimizdeyken dürüstçe ve içtenlikle açtığım yüreğimi şimdi saptırarak zora sokan, fırsatçı ve kalleş, kalıbının adamı olmayan çiğ bir gölgeydi artık, karşımda dikili duran.
Gergin sessizliği bozan, bu yaptığına daha sonra bin kere pişman edilecek olan Yüzbaşı Yüzer K. oldu: “Yahu, üsteğmen Dursun C.!” dedi, ona seslenerek. “Teğmen Çınar’ın okuduğu şiiri madem beğenmedin; ters yüz edelim o halde, ne dersin?”: “Biz saçı yağlılar/ Gülle bülbülle ayla mehtapla haşır neşiriz/ Ve aklımız fikrimiz hep oramızda/ Sen sakın ola emanet etme bize karını/ Biz afyon kokulu izbeliklerde/ devirip popomuzu doldurup pipomuzu/ Gogo çekiyoruz/ Meyhanelerde verip omuz omuza/ Berduşları ölgün bitkin gözlerinden öpüyoruz.” “Nasıl, beğendin mi şimdi, Dursun?” dedi, Yüzbaşı Yüzer K.
Bütün bunlar birkaç dakika içinde olmuş, bitmiş ve alay komutanı da yemeğe son vererek, çadırı dağıtmıştı sonunda.
Benim içinse bu olay, “ordudan atılmama mesnet teşkil edecek bir done daha husûle getirmiş”, -bir önceki görevi Seferberlik Tetkik Kurulu’nu Özel Harp Dairesi’ne dönüştürmek olan derin devletin “kurucu babaları”ndantümen komutanı Tümgeneral Cihat Akyol’un “kızıl da değil, kıpkızıl bir komünist” olduğuma dair kanaat getireceği “sağlam bir karine”ye (!) dönüşmüştü.
Üsteğmen Dursun C. ile bir daha hiç karşılaşmadım. Ama sonradan öğrendiğime göre, siyasal eğilimlerine yeterli bulmamış olacak ki, isminin önüne mahkeme kararıyla “Hakan” ekleterek, adını “Hakan Dursun C.” yapmıştı.
Yıllar sonra Necmettin Erbakan, yükselen bir çizgide olduğu 1997 martında, ordudan emekli olmuş çok sayıda subayı, TV’lerin de verdiği bir törenle partisinin saflarına katıyordu.
O’ndan çok kısa bir süre sonra “sen yaparsın da ben yapamaz mıyım?” diyen Deniz Baykal’ın bir başka grup emekli subayı, yine TV’lerin de yansıttığı bir törenle, bu kez, CHP saflarına kattığını izliyordum haberlerde. Deniz Baykal, bu toplu katılımdaki her şahsın yakasına parti rozetini bizzat takıyor ve yanaklarından öperek, elini muhabbetle sıkıyorken, spiker de anons ediyordu: “CHP saflarına katılanlardan emekli piyade kıdemli Albay “Hakan Dursun C.” cumhuriyet ve laiklik mücadelesini artık bu çatı altında...”
Dondum kaldım. Ayakuçlarımdan saçımın tellerine doğru yürüyen bir dalga bedenimi sarsarak geçti. Boğazıma kocaman bir yumruk takılmış, yutkunmama engel oluyordu.
Gözlerim buğulandı. Burnumun direği sızlıyordu. Birden hıçkırarak boşandım. Gözyaşlarım yanaklarıma dökülmeden önce, asidiyle gözkapaklarımı yakıyordu. Hiçbir şey düşünemiyordum. Beynimin içinde, yıllar öncesinde kulaklarımda patlayan “vatan hainlerinin şiirlerini dinlemek istemiyoruz” narası vardı sadece.
Ben “12 Mart rejimi”nde, o çadırda ve sonraki akıl almaz mücadele süreçlerinde değil, ama yıllar sonra o gün o televizyon karşısında, “Deniz Baykal’la Hakan Dursun C’nin”, o hiç unutamayacağım “karşılıklı ve uyumlu sırıtışlarıyla” sendeliyordum.
Ve ben şimdi diyorum ki, Hakan Dursun C’ler gibi oportünistler siyasal yaşamımızda “bir virgül bile değil, bir vesile”yken; artık CHP’liler akıllarını başlarına toplayarak, türbanlıları mağdur ederken çarşaflılara rozet takan, sözde laiklik şampiyonluğunun yanı sıra Cübbeli Ahmet Hocalara “geçmiş olsun” dilekleri de sunan Deniz Baykalların, asıl kim olduklarını ve ne yapmak istediklerini gerçekten sorgulamalıdırlar. Bu ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en büyük “takoz”dan siyasal olarak kurtulduklarında ve hepimizi kurtardıklarında, CHP’liler asıl dolu dolu bir “geçmiş olsun”u ilkin benden duyacaklardır