Eskilerimiz “cehl-i mürekkep” derlerdi, yani “koyu cehalet”…
Televizyon yaygınlaştıkça ve televizyona sık çıkanlar şöhret oldukça, “cehl-i mürekkep” içinde olmayı “yaşama sebebi” yapanların sayısı arttı.
Bu çerçevede “desteksiz atmak” moda haline geldi.
“Cahil cesur olur” derler, cahillerin cesareti cehaletlerinin ürünüdür! Hele bir de “cehalet”e sorumsuzluk ve şöhret avcılığı da eklenirse, Laf arasında Fatih’e bile iftira atabilirler.
Geçen akşam kanalların birinde böyle rezil bir olaya şahit olduk. Programcılar arasında bulunan bir kadın, Fatih Sultan Mehmed gibi Peygamber müjdesi bir Padişah-ı Cihan’a, “Kazıklı Voyvoda” yahut “Prens Dracul” diye nam salmış (Türkiye’de filmi de yapılmış, başrolü rahmetli Atıf Kaptan oynamıştı) Vladepe’in kardeşi Radu ile “eşcinsel” münasebeti olduğunu söyledi. İğrenç bir iftira! Ama “belge” diye sorulduğunda, “Eski tarihlerde var” demenin ötesinde bir şey yok..
Peki ama hangi “eski tarihlerde”?.. Dönemin şahidi olarak Tursun Bey’in “Târîh-i Ebü’l-Feth”inde mi, Solakzade’nin “Tarih-i Solakzade”sinde mi, Naima’nın yazdığı “Tarih-i Naima”sında mı, Ahmedi’nin “Dasitan-i Tevarih-i Mülük-ü Al-i Osman”ında mı, Şükrullâh Efendi’nin “Behcetü’t-Tevârîh”inde mi, Kâşifi’nin “Gaza-name-i Rum”unda mı, Oruç Beg’in “Tevarih-i Al-i Osman”ında mı, Nişancı Mehmed Paşa’nın “Tevarihü’s-Selatinü’l-Osmaniyye”sinde mi, Âşıkpaşazade’nin “Tevarih-i Al-i Osman”ında mı, yoksa Enveri’nin “Düsturname-i Enveri”sinde mi?..
Hangisini okudu, hangisinde böyle bir “ima” gördü?.. Acaba Osmanlıca kaynak okuyacak ve anlayacak kapasiteleri var mı? Özünde “çamur at izi kalsın” ve “konuşulayım da nasıl olursa olsun” mantığı sırıtıyor!
Ama yağma yok: Fatih’e hakaret etmek, kimsenin haddine düşmez, kimsenin hakkı da değildir.
Fatih’in üstün vasıfları ile Peygamber övgüsüne mazhar olmuş kişiliği bir tarafa bırakılsa bile, her çeşitten güzel kadın dolu bir hareme sahip Padişah’ın, farklı bir eğilime girmesi imkânsızdır.
Zaten böyle eğilimler, bugünkü gibi etrafa saçılmamış, hiçbir zaman “normal” karşılanmamış, dönem gereği olarak dışlanmış ve lânetlenmiştir. Buna rağmen, hemen hemen hiçbir padişah, şöhret avcılarının bu tür iftiralarından kurtulamamıştır.
Bu cüreti, “cehalet” bile affettiremez. Ne var ki, söylenmemiş bir şeyler söyleyip gündeme gelme tutkusu, insanı böyle durumlara düşürür.
Esasa gelirsek: Sultan II. Murad zamanında Romanya’nın güneyindeki Eflak ve Boğdan fethedilmiş, Eflak’ta görevlendirilen “voyvoda”nın (yerel vali) çocukları Vlad ve Radu, “rehine” olarak (bir gün Voyvoda’nın isyan etme ihtimalini bertaraf etmek için) Edirne Sarayı’na alınmıştı.
Radu, Şehzade Mehmed’den 5-6 yaş kadar küçük, Vlad ise Şehzade ile yaşıttı. Zamanla iyi arkadaş oldular. O kadar ki, saltanat sırası kendisine geldiğinde, Sultan II. Mehmed, Vladu’yu (sonraki adlandırma ile “Kazıklı Voyvoda” veya “Dracul”=Şeytan’ın oğlu anlamında) Eflak voyvodalığına tayin etti.
Fakat bir süre sonra Dracul, Fatih’e verdiği tüm sözleri unutup isyan etti. Korkunç bir zalime dönüştü. Fatih de üzerine gitti. Eflak ve Boğdan içlerine kadar yürüdü. Voyvoda ise sarp bir dağın zirvesinde kurulu Poeinari Kalesi’ne kaçtı.
Fatih bölgede uzun süre kaldı, ancak eski arkadaşını yakalayamadı. Vlad’ın kardeşi Radu’yu Eflak’a vali yapıp İstanbul’a döndü. Radu’nun en önemli görevi ağabeyi Vlad’ı (Kazıklı Voyvoda” yahut “Dracul”u) yakalayıp kellesini İstanbul’a göndermekti.
Bu görev ancak yıllar sonra tamamlanabildi. Radu ağabeyini bir ormanda kıstırıp kellesini aldı ve Fatih Sultan Mehmed’e gönderdi (1476 ).
Olay budur. Fatih döneminde yazılan yerli-yabancı hiçbir kaynakta bu iğrenç iftirayı haklı gösterecek bir “ima” dahi yoktur. Bırakınız yerli tarihçileri, Müslüman ve Türk düşmanı yabancılar bile Fatih gibi birine böyle bir iftira atmadılar.
Bizans içimize mi girdi, nedir?