BİR HAKİKAT YOLCUSU: ABDULKADİR ES SUFİ

Abdulkadir Es Sufi bu defa ‘marifet’ kelimesinin ve bilgisinin üzerine yoğunlaşır. Kendi kendine sorular sormaya başlar: “Nedir bu marifet?”, “İnsanın tüm hayatını vereceği ve asla vazgeçmeyeceği bilgi marifet midir?” diye.

Uzm. Dr. Selahattin Semiz

Afiyet Hastanesi Başhekimi

Tercüme-i Hali

1930 yılında İskoçya’da doğan Abdülkadir Es-Sufi (Ian Dallas) Şazeliyye tarikatı (Darkaviyye kolu) şeyhi ve Dünya Murabıtun Hareketi kurucusudur. İslam, tasavvuf ve siyaset teorisi üzerine birçok kitabın yazarıdır. 1967’de İslam’ı kabul etmeden önce oyun yazarı ve aktördü.

Abdülkadir Es-Sufi, 1967 yılında Ramazan’ın arefe günü Marakeş’teki Karaviyyin Camiinde Müslüman olur ve ertesi yaz Meknes’te küçük bir zaviyede yaşayan Darkavi şeyhi Muhammed İbn El-Habib’e bir mürid olarak intisap eder. Şeyhi kendisine yeni yaşamına uygun bir ad verir. Artık adı Ian Dallas değil Abdulkadir Es-Sufi’dir.

Fas’ta bir süre kalarak manevi eğitim için gerekli olan temel öğrenim sürecini şeyhinin gözetiminde tamamladıktan sonra, edinmiş olduğu bilgiyi Batıdaki insanlara aktarmak için İngiltere’ye döner. Kısa süre içerisinde çevresinde küçük bir Müslüman topluluk oluşur. Norwich’te bir bina alarak oraya taşınırlar ve Darkavi Enstitüsü’nü kurarlar. “Diwan Press” adı altında kurdukları yayınevinden çeşitli kitaplar yayınlamanın yanı sıra “İslam” adlı bir dergi çıkartmaya başlarlar.

Abdülkadir Es-Sufi, önce kendi Müslüman oluşunu da içeren İslam’ı ve tasavvufu anlatan “Gariplerin Kitabı”nı yazar. Daha sonra bankacılık sistemi üzerine ilk eleştirilerini kaleme aldığı “Cihad”dan sonra Müslümanın çok yönlü bir toplumsal dönüşüm mücadelesi verebilmesi için gerekli olan eğitimi saptamaya çalıştığı “Temel İslami Eğitim” adlı kitabı gelir.

Kaynağını Hendek savaşından alan, tarihte Murabitunlar ve Senusilerle özdeşleşen Ribat modelini savunan Es Sufi; bu eğitimle İslam’ın bütünsel gerçekliğinin öğrenilmesini ve iç dünyanın dönüştürülerek, benliğin dünya tutkularından arınabilmesini, böylelikle kişinin hem dünyevi korkulardan hem de dünya içindeki köleliğinden kurtulabilmesini amaçlar.

Üstadın yeni bir insanın, insanı kâmilin ortaya çıkması için yazdığı “Afrikalı Bir Müslümana Mektup” adlı kitap O’nun tefekkür dünyasındaki son aşamadır. Son yıllarda çalışmalarını hilafet, bankacılık ve İslam dinarı üzerine yoğunlaştıran Es Sufi, birçok kez Türkiye’yi ziyaret etmiş, Türklerin İslam dünyasındaki ağırlığı ve tarihte oynadıkları önemli rolü işleyen birçok önemli makaleyi kaleme almıştır. Güney Afrika Cumhuriyetinde kurmuş olduğu üniversite ve diğer kurumlarla hizmetini devam ettiren Üstad, 1 Ağustos günü 90 yaşında vefat etmiştir.

Gariplerin Kitabı: Bir Hakikat Yolculuğu

Gariplerin Kitabı ve Abdulkadir Es Sufi ile tanışmam 1979 yılı Aralık ayında oldu. Tıp Fakültesinin ilk yılında Vefa’da İlim Yayma Vakfına ait Ekmekçizade Medresesine bitişik yurt odalarında kalıyordum.

Sağ-sol çatışmalarının, ideolojik kavgaların, sokak gösterileri ve çatışmaların zirve yaptığı dönemlerdi. Üniversitelerde bu kaotik ortamdan etkilenmiş, olaylar ve boykotlarla öğretim ve eğitim çok zor yapılır hale gelmişti. Öğrenci yurdunda hem üniversite derslerine çalışırken hem de konferanslar ve seminerle ile sosyal olarak gelişmeye çalışıyorduk. Öğrenci yurdunda zaman zaman bilgi yarışmaları da yapılıyordu. Yapılan bir bilgi yarışmasında ödül olarak bana Gariplerin Kitabı‘nı hediye etmişlerdi. Merakla ve severek okudum. İlk başta ağır ve anlaşılmaz gelen tasvirler, konuşmalar, tanımlamalar… Sonrasında Gariplerin Kitabı’ndaki hakikati arayan adamla yolumuz kesişti.

Gariplerin Kitabı’nda Abdulkadir Es Sufi, bir kütüphane müdürünün hayatını, hakikati arayışını, Müslüman oluşunu ve tasavvufu tanımasını anlatır. Londra Devlet Kütüphanesi Müdürü olarak çalışırken içindeki sıkıntı ve bunalımları, psikolojisini ve hayatı sorgulamasını bir hatıra defteri tadında yazar.

Yazdığı anı defterinde Londra kütüphanesinde edindiği bilgilerin, mevki ve makamın, konforun onu tatmin etmediğini, yüzeysel bilgilerin hayatın anlamı ve nasıl yaşanacağı konusunda ona bir yol göstermediğini söyler. Londra Kütüphanesi müdürü iken odasında eski uygarlıklara ait olduğunu düşündüğü bir hat levhasının manasını okuyunca çok etkilenir:

“Her arayan bulmaz, lakin bulanlar ancak arayanlardır.” (Beyazid-i Bestami)

Kütüphane müdürünü, bir gün eski müdürün uzak doğu kökenli bir arkadaşı ziyaretine gelir. Onunla sohbetinde söylediklerine çok şaşırır: “Dostum sende bizdensin, aradığın şey uzakta değil, kalbindedir.”

Kütüphane müdürü ve arkadaşları her hafta perşembe günü akşam buluşarak entelektüel konularda sohbet ederler. Genelde felsefe, sosyoloji ve dil bilgisi alanında uzman olan dostları ile sosyal ve psikolojik konularda fikir alışverişinde bulunurlar. Bu konuşmaların birinde Abdulkadir Es Sufi, Çinli bir bilgenin ve Fas’lı bir Şazeli Şeyhinin mektuplarını tercüme ettirerek okur. Arkadaşları bu sohbeti olağanüstü ilginç bulurlar, ama o aradığı hayatın esas anlam bilgisini bulamamıştır henüz.

Bu duygular içinde, ruhi gerilim ve arayışın verdiği hüzünle gözlerinden yaş dökülerek biraz ferahlamak için çıktığı bahçede eski elbiseler içerisinde garip bir dervişle karşılaşır. Derviş adeta onun içini biliyormuş gibi gözlerine bakarak “Deveyi merkep pazarında bulamazsın” der. Ne yapmalıyım diye sorunca derviş O’nun gözyaşlarını eliyle silerken “Bu yol oraya gider” der.

Sonraki günlerde Ian Dallas, kütüphanede eski yazma bir eseri incelerken kitabın sayfaları arasından bir kâğıt parçası düşer. Kâğıt parçasını tercüme cihazından geçirip okuyunca daha çok heyecanlanır:

“Eğer gökyüzünün altında marifet arayanların ilminden daha önemli bir bilgi olduğunu bilseydim, hayatımı bu yola adar, onu buluncaya kadar da kimseye bir şey söylemezdim” (Cüneyd-i Bağdadi)

Abdulkadir Es Sufi bu defa ‘marifet’ kelimesinin ve bilgisinin üzerine yoğunlaşır. Kendi kendine sorular sormaya başlar: “Nedir bu marifet?”, “İnsanın tüm hayatını vereceği ve asla vazgeçmeyeceği bilgi marifet midir?” diye. Bu gibi sorularla zihni ve gönlü dolmaya başlar.

Kütüphaneye yakın bank üzerinde oturup düşünürken yine aynı garip dervişle karşılaşır. Derviş bankta yanına oturur ve kendi halinde konuşur gibi şu sözleri tekrarlar: “Marifet mi? Yoksa bütün istediğin bazı şeyler hakkında sıradan bilgi mi?”

Abdulkadir Es Sufi, bu dervişle bir müddet sorular ve cevaplar üzerinde konuştuktan sonra “Ne yapmalıyım?” diye sorar. Derviş, “Böyle olmaz, önce alnın yere gelmeli” der. Şaşkınlıkla “Senin önünde mi?” der. Derviş “Elbette hayır! Kendisinden başka ilah olmayan Allah’ın önünde” diye cevap verir. Müdür, bulundukları parkın çimleri üzerinde secdeye kapanırken, içinde derin bir sükûnet ve derinlik hisseder

Ian Dallas, o günkü duygularını şöyle anlatır: “Secde ettiğim yer, yeryüzü toprağıdır ve yanımda yöremde, üzerimde altımda, bir yıldızlar evreni dönüp durmaktadır. Ve hayatımda ilk defa yeryüzünde kendimi yurdumda hissettim. Alnım çimenlere değdiğinde hiç bir şey bilmediğimi anlamıştım. O ana kadar benim hayatım bir uykudan ibaretti. O parkta, çimenler üzerine secde ederken ilk olarak uykumu bozdum. Ve yarın şafakta bu garip dervişle çöle doğru yola çıkacağım. Eğer hakikati arıyorsanız, hayatınız bir daha eskisi gibi olmamalı.”

Müdür’ün günlüğünü takip ederek Gariplerin Kitabı’nı arayan ve Hakikat-Marifet yolculuğunu bir belgesel tadında yazan Abdulkadir Es Sufi, kitabın devamında Müslüman oluşunu, hissettiklerini ve gönül-zihin dünyasındaki değişimleri anlatır. Müslüman kişilerin hayatları ile İslamiyet’in özü hakkında bildikleri arasındaki tezatlar onu şaşırtır. Geleneksel değerler, İslam dünyasında kadının yeri, kanlı bir tarih vs. gibi daha önce zihnindeki sorular onu huzursuz eder.

Yaşadığı iç çatışmalardan bir arkadaşının sözü ile çıkış bulur: “İslam bu değil. İslam’ı çarşıda yan gelip yatarak bulamazsın. Kamil mümin birine az, pek az rastlarsın”

Ian Dallas, Müslüman olduktan sonra İslam’ı tam yaşamak için bir arkadaş grubuna ve mürşide ihtiyacı olduğunu anlar. Her gördüğü Müslümanda irfan ve gönül dünyasını geliştirecek hikmetler arar. Allah dostlarının yazdıklarını okumaya başlar, Beyazıd-ı Bestamî, Şiblî ve Cüneyd-i Bağdadî gibi mürşidlerin hayatlarını ve sözlerini okur. Onlarda gördüğü hikmet ve irfanı öğrenebileceği bir mürşid arar. Gördüğü derviş meşrep birkaç meczubun halinden etkilenir. Ama onların müstağni ve münzevi hali karşısında aradığının onlar olmadığını anlar.

Afrika’da katıldığı bir zikir ve Kur’an meclisinde adeta tüm vücudunun zikrettiğini hisseder. Zikir meclisi sonrası okunan Kuran-ı Kerim’in gönüllerini nasıl berrak bir pınar gibi yıkadığını hisseder. “Cennet bahçelerinin yanından geçerken durun ve onlara katılın, o bahçeler zikir meclisleridir.” Hadisi şerifinin manasını ilklerine kadar hisseder.

Bu günlerin ardından tanıdıkları bir imam vasıtasıyla bilinen bir mürşidi bulmak için yola çıkar. Birkaç konak yerinde bulamadıkları mürşidi ile bir bedevinin evinde karşılaşır. Anlattığı gibi o mürşidi ararken, aslında mürşidi onu bulmuştur. Onun yanında otururken içinde duyduğu sükûnet ve sıcaklığı sonraki yıllarda kitabında anlatır.

Ian Dallas’ın daha sonraki eğitim dönemi mürşidinin tanında ve diğer dervişlerle birlikte geçer. İslam’ı, Kuranı ve sünneti bu dergâhta yaşayarak öğrendiği gibi hayatı ve nefsin oyunlarını da öğrenir. Tasavvufta ilk imtihanı kahvaltı alışkanlığı yüzünden olur. Dervişlerle aynı sofrada birlikte kahvaltı yapmak istemeyen eski müdür, bunun nefsinin bir oyunu olduğunu anlar. Tasavvufun ilk dersi, dervişlerle birlikte aynı sofrada az ve huzur içinde yemektir.

Tasavvufta fark ettiği diğer bir dersi ise yalnızlık üzerinedir. İlk zamanlarda yalnız kalmak, derin düşüncelere dalmak istemektedir. Ama dervişler basit bahanelerle hep yanında olurlar. Sonra bunu fark eden bir derviş “Peygamberimiz, şeytan tek adamla beraberdir” buyurmuş diye onu güzellikle uyarır.

Abdulkadir Es Sufi, dervişlere ısrarla tasavvufun ne olduğunu sorar. Sonunda aldığı cevap gönlünü tatmin eder. “Tasavvuf; Allah’ın emir ve yasaklarına uymak, O’nu sevmek ve yarattığı her şeye karşı merhametle davranmaktır, böceklere bile!”

Gariplerin Kitabı’ndan Allah Dostuna Giden Yol

1979 yılında okuduğum Gariplerin Kitabı, garip bir şekilde bana yol gösterici oldu. Üniversitenin ilk yılları benim için de oldukça zor geçiyordu. 1979 Kasım ayında babam ani bir kalp krizi ile vefat etmişti. İnsanın hayatta en çok güvendiği, dayandığı insanı kaybetmesinin ne olduğunu üniversite öğrenimimin ilk yılında yaşadım. Zaten oldukça kaotik bir ortamda olan üniversiteler, gençlik hareketleri ve ideolojik çatışmalar hayatımı alt üst etmiş, hayatı ve anlamını sorgulamaya başlamıştım. Tıp fakültesindeki dersler, anatomi, fizyoloji, histoloji, embriyoloji vs. gibi kafamdaki sorulara cevap vermek yerine karmaşayı daha da artırıyordu.

Üniversitede birçok insanın “Her şeyi biliyorum, tüm soruların cevabı bende” der gibi konuşmaları, arayış içerisindeki zihnimi daha çok rahatsız ediyordu. Büyük şehrin kalabalıkları arasında zaman zaman maksatsız, gayesiz, anlamsız, yapayalnız dolaşıyor, kafamdaki sorulara zihin dünyamdan cevaplar arıyordum.

Bu arayışlar içerisinde iken Gariplerin Kitabı karşıma çıktı. Bu eser, o zamana kadar okuduğum romanlar, hatıralar ve diğer kitaplardan oldukça farklı idi. Kitabı birçok arkadaşıma da tavsiye etmiştim. “Her arayan bulmaz, lakin bulanlar ancak arayanlardır.” Sözü şimdi beni kuşatmaya başlamıştı.

Çünkü ben de gönlünün götürdüğü yere gitmek isteyen, gönlünü dinleyen bir insandım. Nitekim bir kaç ay sonra bir Miraç Gecesi Gönüller Sultanı olan bir Allah dostu ile karşılaştım. Bir insan-ı kâmil mektebinin son halkalarından biri olan Mehmed Zahid Efendi, Fatih’te İskenderpaşa Camii’nde Miraç gecesi hakkında çok kısa bir konuşma yaptı: “Miraç, günahlardan arınıp, zikir ve namazla göğe yükselmektir. Ama esas olan göğe yükseldikten sonra, rahmet olup gönüllere yağmaktır.”

Mehmed Zahid Efendi’nin görünüşü ile sesi ve heybeti ile insanı gönülden saran, mıknatıs gibi çeken, içini muhabbetle dolduran bir hali vardı. İnsan ilk gördüğü andan itibaren büyük bir sevgi ile O’nu görmek, O’nun sohbetinde olmak istiyordu.

Bir sohbetinde “Resulullah efendimizin sünnetine tam uyan Mürşid-i Kamillerde Resulullah Efendimiz gibi gül kokusu yayarlar” buyurmuştu. Bu sohbet sonrası mescidin gül koktuğunu birçok insan anlattı.

“Bu devirde, bu şehirde İslam’ı nasıl yaşayacağım, kimden öğreneceğim?” diye düşünürken, 1980 Mart ayının 18’inde bir namaz sonrası birkaç arkadaşla beraber kendimi, Allah dostu, gönüller Sultanının yanında buldum. Bizi yanına doğru çağırdı. Ellerimiz dizler üzerindeydi. Ellerimiz birbirimizin eline dokunuyor, muhabbet ve feyzin devamını, iletilmesini sağlıyordu. O, gönülden “Estağfirullah” derken, gönüllerimizdeki korku ve endişelerin yıkandığını hissediyorduk. O günkü zikir meclisinde gönlümüze dolan muhabbet ve feyzi anlatamam.

Sanki Abdulkadir Es Sufi’nin Fas’ta yaşadığı hakikat yolculuğunun bir benzerini ben de İstanbul’da yaşıyordum o günlerde…

Hocaefendi’nin yanından ayrıldığımızda sanki bir ırmağın berrak sularında yıkanmış gibi hissediyordum kendimi. O günden sonra çevresindeki sevgi ve muhabbet halkasında bulunmaya can atıyordum. Ancak 8 ay sonra Mehmed Zahid Efendi’nin vefatıyla sarsıldım. Uzun süre kendime gelemedim.

Çok şükür ki Onun yerine geçen yeni Üstadımız, Mürşidimiz, her bir evladını tekrar sevgi ve muhabbet halkasında birleştiriverdi. Hadisi şerifleri okuyup anlatırken adeta Resulullah Efendimizin (SAV) huzurunda gibi manevi bir atmosfer yaşattı.

Mahmud Esad Coşan Hocaefendi de “yoldaki işaretleri” her fırsatta hatırlatırdı bize: “Tasavvuf yar olup bar olmamaktır, gül-ü gülzar olup har olmamaktır.” derdi. “Tasavvuf; Allah’ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçmak ve güzel huylu olmaktır.” derdi.

Gariplerin Kitabı’nda da anlatıldığı gibi, yaşanan çağın buhranları karşısında ruhu köşeye sıkışan ve bir çözüm ve hakikat yolu arayan ‘garipler’ için her dönemde Allah dostları ve Gönül sultanları var. “Her arayan bulmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.” Tasavvufun hakikat ve marifet bilgisi ve hakikat yolculuğu yeryüzündeki en değerli arayış olsa gerek…

Bir hakikat yolcusunun hatıralarını anlatan Gariplerin Kitabı, bir dizi film olarak yayınlansa çok insana tesir eder diye düşünüyorum. Akıl Oyunları, Yeşil Yol vs. gibi başarılı psikolojik filmlerin yanında, Yunus Emre dizisi gibi tasavvufi yapımlara benzer başka eserler de sinema diliyle günümüz insanına anlatılmalı.

*

Kültür-Sanat Haberleri