İki hafta önce Açık Görüş'te "Ordu demokratik açılımı destekliyor" başlığıyla makalesi yayınlanan Prof. Dr. Metin Heper'in ordu-sivil ilişkilerine dair yaptığı analize bu haftaki Açık Görüş'te Dr. Ümit Kardaş'tan itiraz geldi.
İlker Başbuğ'un konuşmalarında metinlerine referans verdiği Metin Heper, yazısında özetle "Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığından bu yana, ordunun darbe fikrine karşı mesafeli durduğunu, İlker Başbuğ’un da bu anlamda ordudaki köhnemiş yaklaşımlarla mücadele içinde olduğunu" belirtmişti.
Heper tarihsel verilerle temellendirdiği analizinde şu cümlelerle yer vermişti.
Ordu son sözün sivillere ait olduğu ilkesini kabul etmiştir. Askeri müdahaleler, 1) ‘ülke yararı’ gözetilerek, 2) ordu tarafından başka hiçbir çare kalmadığı düşünüldüğü zaman ve 3) yönetimin doğrudan ele alındığı durumlarda kısa süreli olarak gerçekleştiririlmiştir. Kalıcı askeri yönetim kurmak isteyen subaylar safdışı bırakmıştır...
Dr. Ümit Kardaş ise bu hafta Heper'in yanılgılarını tespit ederek, askeri vesayeti devam ettiğini yazdı.
Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş, Prof. Metin Heper’in 7 Mart 2010 tarihinde Açık Görüş’te yayınlanan “Ordu Demokratik Açılımı Destekliyor” başlığıyla yayınladığımız yazısını çok iyimser buluyor ve “60 yıllık demokrasi sürecinde ordunun kurum olarak yapısal ve zihinsel bir sorun içinde olduğu, darbe dönemleri dışında da iktidarını sürdürerek, denetlenemez, hesap sorulamaz konumunu sürdürme eğiliminde bulunduğu açıkça görülmektedir. Nitekim halen Meclis’te görüşülmekte olan Sayıştay Kanunu’na yapılan itiraz bunu göstermektedir” diyor.
İşte 'Demokrat Yargı' Kurucu Üyesi Dr. Ümit Kardaş'ın bugünkü yazısı:
'Heper yanılıyor askeri vesayet devam ediyor'
Türkiye’de bugün, özellikle siyaset, yargı ve medya alanlarının demokratikleşmesindeki güncel ve öncelikli sorun askerin bu alanlardaki egemenliğinin sona erdirilmesi, rejime militarist-bürokratik bir nitelik veren bu pratik ve alışkanlığın koşullarının ortadan kaldırılmasıdır. Ben de sayın Metin Heper’in “Ordu Demokratik Açılımı Destekliyor” başlıklı yazısında yaptığı gibi, bugünü anlamak için düne bakmak istiyorum.
Osmanlı dönemi
Tanzimat öncesi dönemde, 19. yüzyıla girilirken Osmanlı devlet sisteminin dayandığı padişah-ulema-yeniçeri arasındaki uyum bozularak, çatışmaya dönüşmüştü. Değişim ihtiyacı dirençle bastırılmaya çalışılmış, büyük vezir ve memurların askerlerle birlikte oluşturduğu askeri cuntalar padişah, sadrazam veya vezir devirmede kullanılmaya başlanmıştı. Tanzimat öncesi, reformculuğun zirveye çıktığı II. Mahmut dönemi bu tablonun üstüne oturmuştur. (1808-1839) II. Mahmut ayandan sonra, ikinci büyük darbeyi özerk bir duruma gelmiş olan askeri güce indirmiş ve politikanın aracı haline gelen yeniçeri ocağını 1826 yılında kaldırmıştır (Vaka-i Hayriye). Bu olayla askeri güç, siyasi güce tabi kılınmıştır. Bu dönemdeki açılımlar nasıl Tanzimat’ı doğurduysa, Tanzimat ta I. Meşrutiyet’e giden yolu açmıştır. Abdülaziz Dönemi (1861-1876), her bakımdan çöküntünün yaşandığı bir dönem olmuş, bu dönemin sonunda uzun bir süre uygulanmayan “tahttan indirme” aracı tekrar kullanılmaya başlanmıştır. Harbiye öğrencileri, subayların bir kısmı, topçu birlikleri ve donanmanın desteğiyle Abdülaziz tahttan indirilirken, Osmanlı geleneğinde çok önemli bir yer tutan asker-ulema işbirliği yeniden ortaya çıkmış bulunuyordu.
Genç subaylar rahatsız
Böylece ordu, uzun bir aradan sonra 1908’e doğru hızlanacak bir şekilde yeniden iktidar değişikliklerinde rol oynamaya başlıyordu.
Ancak bu defa, asker tarafı yeniçeri değil, modernleştirilmeye çalışılmış olan askeri güçtü. Ayrıca Tanzimat’la oluşan üst bürokrasi de etkili olmaya başlamıştı. V. Murat’ın tahttan indirilmesi ve Abdülhamit’in tahta geçmesiyle başlayan I. Meşrutiyet (1876 Kanun-i Esasisi) iki yıl sonra, kendisini koruyup, geliştirecek ekonomik, sosyal ve siyasal desteklerden yoksun olması ve özellikle burjuvazinin ve örgütlü halk kitlelerinin bulunmaması sonucu 30 yıl sürecek bir istibdat dönemine dönüşecekti. Abdülhamit rejimine karşı yürütülen muhalefetin ilk örgütlenme yeri Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) olmuştur. İttihad-i Osmani memur, subay, ulema ve Harp Okulu çevrelerinde faaliyet göstererek 1895’te Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştır.
1905’ten itibaren meşrutiyet ve özgürlük düşüncesi askeri çevrede de yayılarak gizli örgütlenmelere neden olmuş ve askerlerin siyasileşmesi dönemi başlamıştır. Kuşkusuz bu gelişmede mektepli subayların yeni fikirlerle buluşmasının da önemi vardı. Yine alaylı subayların, mektepli subaylara göre daha kolay yükselmeleri ve maddi olanaklarının daha iyi olması da özel bir nedendi. Nihayet imparatorluğun siyasi birliğinin korunamayacağı düşüncesi genç subayları siyasi örgütlenmelere götürmüştü. Jön Türk muhalefeti, askeri kesimdeki en önemli örgütlenmesini paylaşma hesaplarının en yoğun yaşandığı ve Osmanlı askeri gücünün en üst düzeyde olduğu Makedonya’da yapmıştır. II. Meşrutiyet döneminde asıl etkili olacak güç İttihat ve Terakki Cemiyeti olacaktı. 31 Mart Ayaklanması üzerine 24 Nisan’da İstanbul’a giren Hareket Ordusu böylece sisteme ilk doğrudan müdahalesini yaparken, bildirilerinde bir cemiyet veya partinin değil, tüm Osmanlıların ordusu olduğu vurgusunu yapıyordu. Bu vurgu, ordunun Cumhuriyet yıllarında sürdüreceği “siyaset üstü ideolojik egemenlik ve kurumlar ve toplum üzerindeki vesayet” çizgisini ortaya koyuyordu. İttihat ve Terakki, imparatorluğun geleceğini belirleyecek en hayati sorunlar karşısında bile komplocu, antidemokratik yöntemlere başvurmaktan ve kapalı kapılar ardında siyasi kararlar almaktan geri kalmadı. İmparatorluğu savaşa sürükleyen karardan Sadrazamın ve nazırların bile haberleri olmadı.
Ordu siyasete sokulur
II. Meşrutiyet döneminin açılmasında önemli rol oynayan ordunun İttihat ve Terakki üzerinden siyasetle ilgilenmesi devletin siyasi varlığı bakımından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. En büyük hata olarak nitelendirilen ordunun siyasi işlere iştirak etmesi veya ettirilmesi durumu sonunda siyasi ihtirasların tatmininde askeri gücün araç olarak kullanılmasına yol açmıştır. Gerek İttihat ve Terakki ve gerekse muhalefet iktidarı elde etmenin ve iktidarda kalmanın yolunu ordunun yardımında ve onun siyasi işlere müdahale etmesinde aramışlardır. Bu geleneğin imparatorluktan günümüze miras kaldığı görülmektedir. İttihatçıların orduyu siyasete sokmaları kendi karşıtlarının da ordu içinde örgütlenmeleri sonucuna yol açmıştır. Siyasi işlere yakın ilgi gösteren ordu Balkan hezimeti gibi bir başarısızlık yaşamış ve 1912’de Rumeli’de ordu içinde ülkenin siyasi istikrarını etkileyecek kaynamalar başlamış, bu durum kaygılar yaratmıştır.
Askeri gücün siyasi işlere karışmasından ve askerlerin siyasi örgütlere girmelerinden doğacak sakıncaları görenler olmuştur. Sadrazam Mehmet Kamil Paşa bu durumu önlemeye çalışırken İttihat ve Terakki tarafından iktidardan uzaklaştırılmıştır. Yine Halaskar Zabitan Grubu tarafından yayınlanan bildiride ordunun tarafsız kalması ve yalnız askeri işlerle ilgilenmesi zorunluluğuna işaret edilmiştir. Ayrıca Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi Meclis’te okunan programında askerlerin siyasetle uğraşmalarının önleneceğini açıklamış ve bunun yasaklanmasına ilişkin olarak Askeri Ceza Kanunu’na ek bir kanun Meclis’te kabul edilmiştir. Ancak tüm bunlara rağmen bu hastalık tedavi edilememiş, askeri güç imparatorluğu bir oldubittiyle savaşa sokarak sonunu hızlandırmıştır.
Cuntacılık faaliyetleri
1923-1938 arası ordunun siyaset dışında kaldığına ilişkin izlenim kabul görmemektedir. Ordunun aktif görünmeyişi bu dönemde gerçekleştirilen devrimleri desteklemesinden ileri gelmektedir. Ordunun bu dönemin en güçlü dayanağı olması aslında belirleyici bir siyasi tavır olarak algılanmıştır. II. Dünya Savaşı’nın sürdüğü dönemde özellikle ordunun yetersizliği ve güçsüzlüğü gibi profesyonel nedenlerle genç subaylar arasında komutanlara ve iktidara karşı başlayan hoşnutsuzluklar 1940’lı yıllardan itibaren genç subayların siyasete müdahale amaçlı cunta ve örgütlenmelerine başlamalarına neden olmuştur. 27 Mayıs askeri müdahalesi emir-konuta zinciri dışında, askeri hiyerarşiden bağımsız ve generaller dışında kalan subaylar tarafından gerçekleştirilmiştir. Demokrasi süreci izleri silinemeyecek derecede yaralar almış, bireysel, toplumsal trajediler yaşanmıştır.
Darbe dönemi başlar
Ayrıca ordunun bozulan hiyerarşik yapısını onarma imkanı olmamış, darbe yeni hiyerarşi dışı örgütlenmelerin oluşmasına neden olmuştur. Nitekim Albay Talat Aydemir 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde iki kez darbe teşebbüsünde bulunmuş, ancak ordunun üst yönetimiyle siyasiler arasındaki anlaşma sonucu her ikisi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır
12 Mart 1971’e gelinen süreçte ordunun özellikle alt kademelerindeki cuntalaşmalar ve çözüm farklılıkları bölünmelere neden olmuş, ideolojik akımlar ordu içinde de etkili olmaya başlamışlardı. Ancak bu kez askeri müdahalenin 27 Mayıs’la başlayan emir-komuta hiyerarşisi dışında kalan örgütlenmiş alt rütbeli subaylarca yapılmasına engel olunmuştur. 9 Mart’ta yapılan toplantıda askeri müdahalenin şekli üst rütbeli komutanlarca muhtıra vermek şeklinde belirlenmiş ve inisiyatif üst askeri bürokrasinin eline geçmiştir. Ancak 12 Mart askeri müdahalesi ordunun demokratik bir çizgiye çekilmesini sağlamamış aksine ordunun genelkurmay düzeyinde kurumsal özerkliğinin yanı sıra siyasi özerkliği de sahip olmasına neden olmuştur. Nitekim 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi emir-komuta zinciri içinde sert bir hiyerarşik müdahale olarak gerçekleşecektir.
Siyasilerin yanılgısı
Siyasi iktidarlar 1960, 1962, 1963 ve 1971 cunta örgütlenmeleri ve darbe girişimlerinden ürkerek ordunun emir-komuta ilişkisini güçlendirmeye yönelik düzenlemelere destek vermişler ve özellikle Genelkurmay Başkanı’nın şahsında genelkurmayın ve üst komutanların güçlenmelerini sağlamışlardır. Burada ordunun kurum olarak siyasetle ilgilenmekten vazgeçip asli görevine dönmesi beklentisi de bulunmaktadır. Ancak gelişmeler ordunun genelkurmay aracılığıyla siyaset kurumu üzerinde etkisinin artmasına, genelkurmayın siyasi özerk bir yapı olarak rejim üzerinde vesayetini sürdürmesine neden olmuştur. Nitekim 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi siyasetçilerin bu yanlış kanısı sayesinde gerçekleşmiş, demokratik rejim, siyasi kadro ve toplum bu kez emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilen çok sert bir askeri müdahaleye muhatap olmuştur. Güçlenen hiyerarşinin tepesinde bulunanların aralarındaki mücadele siyasi alandaki mücadelenin bir yansıması şeklinde cereyan etmiştir Bu süreçte genelkurmay başkanları ve kuvvet komutanları hem MGK zemininde hem de bu zemin dışında fiili (de facto) olarak siyasete müdahale etmişler, siyasi demeç verip, siyasi telkinlerde bulunmuşlardır. Genelkurmay Başkanlığı bir siyasi parti gibi çalışmış, siyaset üreterek ya da siyaseti bloke ederek siyaset alanını sınırlamış, üst yargı bürokrasisini de yanına alarak önemli sorunların siyasi ve hukuki çözümünü engellemiştir.
Bu güne kadar gelen süreçte ise 28 Şubat 1997 post-modern darbesi, 2003 Balyoz Darbe Planı iddiası, 2003-2004 Sarıkız, Ayışığı darbe iddiaları, 27.04.2007 internet darbesi ve son olarak 2009 yılı irticaya karşı plan doğrultusunda hazırlanan darbe teşebbüsü iddiası söz konusudur. Yukarıda belirtilen eylemlerin baş aktörleri olan ya da olduğu iddia edilenlerin orgeneral rütbesinde olduklarını, ordu komutanlığı, kuvvet komutanlığı ya da genelkurmay başkanlığı görevlerini yürüttüklerini görüyoruz.
Heper yanılıyor
60 yıllık demokrasi sürecinde ordunun kurum olarak yapısal ve zihinsel bir sorun içinde olduğu, darbe dönemleri dışında da iktidarını sürdürerek, denetlenemez, hesap sorulamaz konumunu sürdürme eğiliminde bulunduğu açıkça görülmektedir. Nitekim halen Meclis’te görüşülmekte olan Sayıştay Kanunu’na yapılan itiraz bunu göstermektedir. Heper, söz konusu yazısında ordunun demokratikleşme yönünde bir eğilim içinde olduğuna ilişkin tezini güçlendirmek için iki örnek vermektedir. Bu örneklerden biri Hilmi Özkök’tür. Ancak Özkök’ün TSK’daki genel eğilim yönünde kabul görmediği ve görevdeki son dönemini kaygıyla geçirdiği bilinmektedir. Bunun dışında Özkök, Şemdinli olayında iyi bir sınav vermemiştir.
Savcının, dönemin KKK hakkındaki suç evrakını Genelkurmay Başkanlığı’na göndermesi üzerine yayımladığı bildiride, iddiaları bildiri içinde bir beraat kararı gerekçesi niteliğindeki bir ifadeyle değerlendirerek olayı kapatmış, iktidardan ve yargıdan savcı hakkında gerekli işlemin yapılmasını istemiştir.
Şemdinli günahı
Hükümetin de bu bildiriyi emir telakki etmesi sonucu bizzat Adalet Bakanı’nın da katkısıyla savcı HYSK tarafından meslekten ihraç edilmiş ve böylece Şemdinli olayının gerisine gidilememiştir. Hatta Özkök, olayın kapatılmasından sonra Yaşar Büyükanıt’ı överek “Büyükanıt’tı şimdi daha Büyükanıt oldu.” demiştir. Ayrıca Özkök’ün kendi dönemindeki çok önemli darbe teşebbüslerinde sessiz kalarak hiçbir işlem yapmaması ya da bunları halka açıklayarak istifa etmemesi de bir eksikliktir. Kaldı ki Özkök emekli olduktan sonra da açık ve net bir tanıklık yapmaktan kaçınmıştır. Bu bakımdan Özkök’ün ordunun demokratikleşme niyetine referans gösterilmesi uygun düşmemektedir.
Söz konusu yazıda ikinci referans olarak gösterilen görevdeki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, göreve geldikten bu yana siyasi demeçler vermiş, telkinlerde bulunmuş, parlamentonun ve yürütmenin yetkilerine giren konularda sınırlamalar çizmiş, laikliğin anlamını ve özgürlüklerin sınırlarını belirlemiştir. Ergenekon-darbe teşebbüsleri iddialarına ilişkin soruşturma sürecinde ise Genelkurmay’ı sürekli teyakkuz halinde tutmuş, savaş gemisinden tehditkar bir tarzda yargıyı etkileyecek beyanlarda bulunmuştur. Son günlerde ise askeri vesayetin tartışılmaz bir uzantısı haline gelmiş bazı gazetelerin yayın yönetmenlerini askeri mahale çağırarak yargılama süreçlerini etkileyecek beyanlarda bulunmuştur.
Medya da suça ortak
Hatta bu yayınlarda iddianamedeki asker kişilere ait iddialar tek tek kurumsal düzeyde bir savunmayla karşılanmaya çalışılmıştır. Bu eylemler, Anayasanın 138. maddesindeki hakimlere yönelik tavsiye ve telkin yasağına aykırılık oluşturduğu gibi, Askeri Ceza Kanunu 148 ve TCK 288’inci maddelerine göre de soruşturma yapılmasını gerektirmektedir. Genelkurmay Başkanı suç işlerken medya bu suçun ortağı olarak söz konusu beyanları manşetlere taşımış, bütün demokratik ve etik değerleri berhava etmiştir. Heper’in tarihsel olarak verebildiği iki referansın da demokratik değerler skalasında yer almadığı açıktır.
Türkiye’de bazılarının hakikatle ilgisi olmayan bir tezle, askeri vesayetin sona erdiğini öne sürmeleri iyi niyetle bağdaşmamaktadır. Militarist bürokratik nitelikli askeri vesayet rejimi bütün şiddetiyle sürmektedir. O kadar sürmektedir ki başta Başbakan olmak üzere iktidar ve parlamento Genel Kurmay Başkanı’nın tüm eylemelerini seyretmekte ve Başbakan kendisine her hafta fikir danışmaktadır.
Açılımlar risk altında
Hatta Cumhurbaşkanı, Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nı eşdeğerde görerek zirveye çağırmakta, huzurunda çantalar üzerinden uzlaşmaya varılmakta ve halkın ne olup bittiğinden haberi bulunmamaktadır. İktidar ve parlamento, askeri vesayetin önünde sürüklenmektedir. Bu durumda bir iktidarın herhangi bir açılımı sonuçlandırması ve demokratikleşmeyi sağlaması mümkün değildir.
Bu tablodan çıkan sonuç şudur: Türkiye’nin demokratikleşebilmesi ordunun yenibaştan inşa edilmesine bağlıdır. Bunun için ordunun mevcudunun azaltılarak süratle profesyonelleştirilmesi, teknoloji ve hareket kabiliyeti yüksek bir duruma getirilmesi, general sayısının 25-30 civarına indirilerek tüm imtiyazların kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığı’nın özerkliğinin kaldırılarak yetkilerinin MSB’ye aktarılması ve bu bakanlığa bağlanması, ordunun hükümet üzerinden parlamentoca denetlenmesinin sağlanarak şeffaf ve hesap verebilir duruma getirilmesi, askeri yargının ceza yargısı ve idari yargı alanlarındaki yapılanmalarının kaldırılması, eğitim sisteminin demokratikleştirilmesi, gerekmektedir. Bunlar yapılmadan vesayet bitmez, demokrasi de gelmez efendiler! STAR