İSTANBUL (AA) -M. TACETTİN KUTAY- Amerika’da yaşananlar tüm dünya tarafından hayretle ve büyük bir merakla izleniyor. Göstericilerin Amerikan Kongresi’ni hem de silahlı olarak basmış olmaları, elbette pek çoğumuzu hayrete sevk eden, ancak özellikle ABD karşıtlarının memnuniyetle karşıladığı bir hadiseye dönüşüverdi. ABD karşıtlarının hadiseye memnuniyetle yaklaşmaları, ülkede yaşanan karmaşanın Amerikan sistemi açısından bir zaaf olarak görülmesi; dolayısıyla kusursuz olduğu imajı yayılarak oluşturulan Amerikan hegemonyasına yönelik bir darbe olarak kabul edilmesi sebebiyledir. Buna karşın, söz konusu hegemonyanın bağlılarının gösterilere yaklaşımı büyük bir rahatsızlık suretinde açığa çıkıyor. Konforlu dünya algısının yıkılma tehlikesine karşı ansızın, savunmasız kaldığını hisseden herkesin ortaya koyacağı türden tepkilerle karşılaşmak mümkün.
Dolayısıyla Amerika’da yaşanan karışıklığın tarafsız bir şekilde yorumlanması vasatı ortadan kalkmış durumda. Bunun en önemli sebebi ise Amerika’da uçan bir kelebeğin gündelik hayatımıza, dünyanın farklı yerlerinde kanat çırpan kuşlardan daha fazla etki ettiği gerçeğidir. Tek kutuplu dünyanın hegemonu, önü arkası kestirilemez bir kaosla çalkalanıyor. Hadiseye Amerikan tarihi açısından bir istisna olarak bakmak ne kadar yanlışsa, tarihin dönüm noktası olarak bakmak da o kadar yanlış. Zira Amerika’da yaşananlar, aslında bir süredir tüm Batı demokrasilerinde ve kendisini Batı’ya nispet eden ülkelerde yaşanan krizin bir devamıdır. Söz konusu krizin, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla içine girilen ve 11 Eylül ile zirveye çıkan bir sürecin doğal neticesi olduğunu belirtmek gerekir. Bu süreci bir parça tartışabiliriz.
İki kutuplu dünyada Varşova Paktı’na karşı idealist söylemleri dillendiren Batı demokrasileri, en önemli antitez ortadan kalkınca, hiçbir getirisi olmayan prensipleri ve idealleri peyderpey bir kenara bıraktılar. Özellikle antikomünist bir saikle dönemsel olarak varlığını kabul etmiş göründükleri İslam âlemine ve Müslümanlara karşı ötekileştirici bir pozisyon almak, Batı demokrasilerinin giderek vasatı haline geldi. Elbette bu durum son derece gerçek bir ihtiyaçtan kaynaklanan, tutarlı bir ötekileştirmeydi. Batı demokrasileri antitezsiz kalmıştı ve mevcudiyeti karşısında kendilerini var edebilecekleri, en dinamik, ancak bir o kadar da etkisiz birlik olarak İslam âlemini seçmişlerdi. İslam âlemi ise bir taraftan bu role hazırlıksız yakalanmıştı; özellikle Ortadoğu’daki baskıcı yönetimler eliyle biçilmiş demokrasi karşıtı ve terör destekçisi imajı kendileri açısından son derece uygun bir libas olarak üzerine oturmuştu.
Gelgelelim, içine girilen bu paradigma, Batı’nın iki kutuplu dünya döneminde vaz ettiği çok-kültürcülük, din ve vicdan hürriyeti, toplumsal taleplerin mukaddes olması gibi temel kabullerle derinden çelişen yeni bir duruma sebep olmaktaydı. Bundan dolayı, demokrasi ve özgürlüklerin yeniden tanımlanması gibi bir zorunluluk ortaya çıktı. Bir zamanlar baskıcı Doğu bloğuna karşı üretilmiş argümanlarının hepsi, şimdilerde bizzat üreticileri tarafından yanlışlanmaktaydı. Bu durum Alman siyaset kuramcısı Carl Schmitt’in “monarşiler yıkıldıktan, yani demokrasiler antitezlerini kaybettikten sonra, demokrasinin içeriğinin ideallerinden uzaklaştığı” yönündeki tespitini bizlere hatırlatır. Schmitt aynı zamanda, demokrasinin aslında insanları temel bir hedefe götürmeyen ve çeşitli suretlerde ortaya çıkabilecek bir yönetim şekli olduğunu iddia etmişti. Ona göre demokrasiyi diğer sistemlerden ayırt eden yegâne özellik organizasyon şekliydi. Organizasyon formunun özgünlüğü haricinde bir demokrasi diğer sistemlerden çok da farklı bir karakter ortaya koymamaktadır; yeri geldiğinde liberal yeri geldiğinde baskıcı, kâh militarist, kâh barışçıl bir surette konumlanabilir.
Amerika’da yaşanan son hadiseler, Schmitt’in herkesçe bilinen bu en temel tezleriyle birlikte okunduğunda, dönemsel bir kriz ve bir sapma olmanın ötesinde bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Bir zamanların meşruiyeti kendisinden türetilebilmesi ile oldukça konforlu kabul edilen sistemi olan demokrasi, alışılmış tarifleriyle pek çok Batı demokrasisi için bir ayak bağına dönüşmüş durumda. Demokrasinin, savunucuları tarafından kutsal bir hedef olarak önerildiği 20. yüzyılın en karakteristik özelliği artık devre dışı kalmış durumda. Bu ise yöneten ve yönetilen arasında var olan ve kalın bir zar suretinde tek taraflı geçişkenliği mümkün kılan medyanın, temel fonksiyonunu giderek yitirmiş olduğu gerçeğidir. Toplumlar sansür, propaganda ve manipülasyonla istenilen merkeze çekilebilecek pasiflikte olmaktan çok uzaklaşmış durumdalar. Aksine, sosyal medya etkinliği, bir zamanların pasif aktörlerini sürece aktif şekilde dâhil olan ve kendi karşıt manipülasyonunu topluma dayatabilecek iktidara sahip aktif aktörlere dönüştürdü. Hal böyle olunca, kolayca manipüle edilemeyecek olanın devlet politikaları hakkında belirleyici olması, eskisi kadar müsaade edilebilir bir şey olmaktan çıktı.
Son iki başkanlık seçiminde Amerikan toplumunun içine çekildiği tartışma, başkanın kim olacağına aslında oyları ile karar verenlerin, Amerikan seçmeni olup olmadığı tartışmasıdır. Trump’ın kazandığı seçim, Rusya’nın seçime müdahalesi şayiasının gölgesinde kalmıştı. Bu seçimde de Biden’ın elde ettiği seçim başarısının, aslında demokrasinin doğal işleyişi neticesinde elde edilmiş bir başarı olmadığına yönelik oluşan kanaat, toplumun büyük bir kesimini ikna etmiş durumda. Amerikan toplumunun özgüvenini borçlu olduğu özgürlük fikrini de derinden haleldar eden bir algıdır bu. İnsanlar oyları ile başkan belirleyecek kadar özgür olmadıklarına ikna olmuş durumdayken, Amerika’nın en temel kabulü olan liberal demokrasinin bir bacağı topal hale gelmektedir. Liberal demokrasiye ikna edilmiş bir toplum, demokrasinin yeniden tanımlandığı bu sürece intibak etmekte güçlük çekiyor. Demokrasi özü itibarıyla Amerikan toplumuna bir hedef çizmiyor, aksine, Schmitt’in işaret ettiği gerçeklik gün yüzüne çıkıyor. Kutsanan demokrasi bir organizasyon ve yönetim formundan ibaret bir sisteme indirgenirken, liberal demokrasi yerini manipülasyona dayalı şeklî demokrasiye bırakıyor. Bu durum Amerika’ya mahsus bir durum olmanın ötesinde, büyük bir dönüşümün bir parçası. Temel hakların yok sayıldığı Fransa’da, demografik ve kültürel kaygılarla yabancıların adeta köleleştirilmeye çalışıldığı Avusturya’da, nüfusunu kontrol etmekte zorlandığı için varlık kaygısı çeken Hollanda ve Belçika’da yaşananlar ve benzeri dönüşümler bu sürecin parçaları.
Demokrasi, ideali olduğu iddia edilen özelliklerinden arındırılarak bir şekil şartına dönüşmekte ve bambaşka bir içerik ile yeniden sunulmakta. Bu sebepledir ki geçtiğimiz yıllarda birbirine paralel onlarca demokrasi tarifine, yahut demokrasi namına alışılmadık taleplere şahit olduk. Yaşanan süreç, aslında bir parantezin kapanması ve yeni bir parantezin açılması sürecidir. Bu ise bir zamanlar kolayca ikna edilebildiği için iktidar yetkisini elinde bulundurduğuna ikna edilen halkın, aslında iktidardan ne kadar uzak olduğu gerçeğiyle yüzleştiği ve demokrasinin eski tanımları ile devletler açısından bir ayak bağına dönüştüğü gerçeğinin kabul edildiği yeni bir parantezdir. Yaşanan isyan, bir zamanlar ikna edilmiş oldukları ideali, demokrasinin gerçeği kabul edenlerin yaşadığı hayal kırıklığının neticesinde yaşanan bir başkaldırıdır. Bu gerçekle yüzleşmek Amerikan toplumunun bir kısmını isyana sevk ederken, Avrupa toplumunu ise daha apolitik bir çizgiye doğru itmektedir. Bizon kılıklı adamın Kongre’deki fonksiyonu tam olarak bu: “Bize öğrettiğiniz demokrasinin bir parçası olup iktidara karar veremiyorsam, bizon olur, kürsüyü dağıtırım”. Önümüzdeki süreç bizon adama benzer pek çok “kahraman” yaratacağa benziyor.
[Siyaset psikolojisi, sekülerleşme teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Dr. M. Tacettin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]