Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN
05. 08. 1996 – Çankaya/Ankara
Hazırlayan: Dr. Metin Erkaya
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîne hamden kesîren, tayyiben, mübâreken fîhi alâ külli hâlin, ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbağî li-celâli vechihî, ve li-azîmi sultânih...
Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîne, ve tâci ruûsinâ, ve tabîbi kulûbinâ muhammedini’l-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...
Celâleddin-i Harezmşah, savaşmak konusunda demiş ki: “Biz zaferle emrolunmadık, seferle emrolunduk!” demiş. Çok güzel bir söz, hoşuma gitti. Zafer olur veya olmaz. Bizim vazifemiz sefer etmek, çalışmak; zaferi verirse verir Allah, vermezse vermez. Biz zaferle değil, seferle emrolunduk.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki: (1)
خَيْرُ الْمَجَالِسِ مَا اسْتَقْبَلَ بِهِ الْقِبْلَةَ (طب. عن بن عمر)
(Hayrü’l-mecâlis) “Oturuş tarzlarının en hayırlısı, (me’stakbele bihi’l-kıbleh) kıbleye dönük oturulduğu zamandır.”
Cemaat o sevabı kazansın diye, hocalar kendisini fedâ eder, kıbleye sırtını döner, cemaat kıbleye dönük otursun diye... Ben de onun için bunu bu tarafa çektim, siz kıbleye dönük oturun, sevabınız çok olsun diye... Allah sevabınızı çok etsin... İki cihanda aziz olun...
a. Amaç İyi Kul Olmak
Hocamız Cennetmekân (Rh.A), buyururdu ki:
“—Dünyada her şey boştur.”
Hakîkaten boştur. Dolu gibi görünen şeyler de boştur, gönül bağladığımız şeyler de boştur. Bir zaman geliyor, insan boşluğunu anlıyor. Ahirete bırakıp gidiyor hepsini... Peşinde koştuğu mallar mülkler başkalarına kalıyor, miras olarak başkasının malı oluyor. Helâl helâl yiyorlar onlar...
Mirasçılar malı yiyor, mirası bırakan hesabını vermek durumunda kalıyor ahirette... Mirasçı helâl olarak malı yiyor; mûris, mirası bırakan kişi ahirette hesabını vermek durumunda iken... İbret alınacak bir şeydir.
Sonra, içinizde mühendisler var, bilirler. Rakam ne kadar büyük olursa olsun, sonsuzun yanında sıfırdır, kıymetsizdir. Bir rakamın sonsuza bölümü sıfır olur. Dünya hayatı milyon yıl bile olsa, ahiret hayatı mademki sonsuzdur; o halde dünya hayatı sıfırdır.
Dünya hayatının kıymeti olmadığını matematik bangır bangır söylüyor. Onun için mühim olan ahireti kazanmaktır. Ahireti kazanmanın bir tek yolu var; o da Allah’ın rızasını kazanmaktır, Allah’ın sevdiği kul olmaktır.
Onun için, Hocamız bir konuşmasında:
“—Her şey boştur, iş Allah’ın sevdiği kul olmakta...” dedi.
Doğru değil mi?.. Yüzde yüz doğru olan budur. Dünyada asıl peşinde koşulacak iş, asıl zahmet çekilecek, asıl elde edilmek için uğraşılacak amaç, gaye, Allah’ın sevdiği bir kul olmaktır. Çünkü Allah’ın sevgili kulu olan insan, sonsuzu kazanıyor. Ebedî hayatta, ebedî, sonsuz nimetleri kazanıyor. İkram olarak, nimetlerin hepsinin toplandığı cennete dahil olunuyor.
Onun için bizim mühendislikle uğraşmamız boştur, politika ile uğraşmamız boştur, sanatla uğraşmamız, ticaretle uğraşmamız boştur... Asıl iş, Allah’ın rızasını kazanmak için koşmaktır. Asıl vazifemiz de budur.
Zâten ayet-i kerime de net olarak, sarih olarak bunu bildiriyor; bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِي (الذاريات:٥٦)
(Vemâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’budûn.) “Ben Azîmüşşan Allah-u Teâlâ, insanları ve cinleri sadece bana iyi bir kulluk yapsınlar diye yarattım; başka bir şey için değil...”(Zâriyât, 51/56)
(Vemâ halaktü) Ben yaratmadım... (El-cinne) Cin, göze görünmeyen mahlûk demek... Çünkü cenne, bir şeyi örtüp, katlayıp göstermemek demek... Cin de; üstü örtülü, kapalı olup da insan gözüne görünmeyen mahlûklara derler.
Dünyada biz insanlardan başka, bir de görünmeyen mahlûklar vardır. Fizik, kimya vs. müsbet ilimlerin hepsi de bunu söylüyor. Yâni, göz her şeyi göremiyor. Gözün gördüğü ışınların frekansları belli... Oradan ötesini görmüyor, buradan ötesini görmüyor; iki hudut arasındakini görüyor, öbür tarafı göremiyor.
İnfrarujla çalışan bir dürbünle bakarsan, karanlık bir yeri görüyorsun. Onu gözünden indirdiğin zaman, orasını göremiyorsun.
Görünmeyen mahlûklar var, onları da yaratmış Allah; insanlar var... Biz de, insanlar olarak kâinatın en mükemmel yaratığıyız biz!.. Eşref-i mahlûkàtız. Biz insanlar, kâinattaki bütün yaratıkların en şereflisiyiz. Birtakım çok büyük meziyetlerle donatılmışız. Adetâ her birimiz bir âlemiz.
Hakîkaten elimize teknik cihazları alsak, ruhumuzu, bedenimizi, hücrelerimizi ve sâiremizi incelesek... Hücrelerimizi saymaya kalksak, sayamayız. Molekülleri saymaya kalksak, atomları saymaya kalksak, aklımız durur, rakamlar yetmez.
Atomlara baksak; her birisi çekirdek, proton, nötron... vs. Yâni biz çok muazzam bir kümeyiz, hakîkaten âlemiz her birimiz.
Eskiler bunu sezinlemişler, irfan nuruyla anlamışlar bunu... Hazret-i Ali Efendimiz söyledi derler:
“—Sen cirim olarak, hacim olarak kendini küçük bir varlık sanıyorsun ama, senin içine alem-i ekber sığıştırılmıştır! İçine en büyük alem dercetilmiştir.”
Nasıl dercetilmiştir?.. Atomun içine enerji dercedildiği gibi... Küçücük bir atom, patladığı zaman ortalığı mahvediyor, atom bombası diyoruz. O kadar enerji küçücük bir şeyin içine nasıl sıkıştırılmışsa, yerleştirilmişse; insanoğlu da bir büyük alem...
Görünmeyen varlıkları ve bizleri Allah niçin yaratmış?.. “Cinleri ve insanları başka bir şey için yaratmadım, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!” diyor.
Şimdi biz ibadet mi ediyoruz Allah aşkına?.. Elimizi vicdanımıza koyalım, söyleyelim, kendi kendimize hesabımızı kendimiz verelim: Biz Allah’a ibadet mi ediyoruz?.. Sabahtan akşama yaptığımız işler ne, niçin, neye yarıyor, hangi gayeye yönelik?.. Hangi amaçla nerelere gidiyoruz?.. Sabah evden niye çıktık, öğleyin ne yaptık, ikindi ne yaptık, akşam ne yaptık, gece ne yapacağız, yarın neyi yapmayı planlıyoruz?..
İbadeti mi planlıyoruz?.. Oyalanıyoruz. Aklımızı, fikrimizi bir şeyler oyalıyor. Hep geciktiriyoruz bir şeyleri... İmtihana hazırlanması gereken çocuğun imtihana bir türlü hazırlanmaması gibi, asıl vazifesi kulluk olmasına rağmen biz insanlar, asıl kulluğu yapmıyoruz; futbol oynuyoruz, oyun oynuyoruz, geziyoruz, okuldan kaçıyoruz, sinemaya gidiyoruz, haylazlık ediyoruz... Ama, asıl vazifeyi yapmıyoruz. İşimiz bu...
Çok tabii olarak düşünelim! Ayetleri hadisleri bilmesek bile, bunları akıl bulabilir ve buluyor. Her akıl bulur. Çünkü, insanoğlundan Allah her akıl sahibini ibadetle mükellef tutuyor. Akıl sahibine, “İbadet edeceksin!” diyor. Deliye bir şey demiyor; “Sen delisin, sana bir şey gerekmez!” diyor.
Dîvâne râ kalem nîst.
derler Farsça’da... Ne demek?.. “Divâneye sorumluluk yok... Kalemle bir şey yazılmaz ona...” Neden?.. Divâne, mecnun, aklı yok... Ama aklı varsa, sorumluluğu var... Görevi ne?.. Allah’a ibadet etmek...
Allah’a ibadet nedir; müslümanız biz, asıl işimiz bu olduğuna göre, bunu öğrenmemiz lâzım!..
“—Namaz mı hocam, oruç mu?.. Bu kadar mı?.. Senede bir ay ramazanda oruç tutmak mı?.. Günde beş vakit namaz kılmak mı hocam?.. Ömürde bir defa hacca gitmek mi?”
Hayır, olamaz! Mantık da bunun böyle olamayacağını gösteriyor. İbadet ömür boyu ve her andadır. Camide Allah’a ibadet edeceksin, camiden sonra fırttıracaksın, raydan çıkacaksın, yoldan çıkacaksın, günah işleyeceksin; olmaz!..
“—Beş vakit namaz kıldım, arada serbest miyim?..”
Ondan sonraki arada da mükellefiyetlerin var... İslâm bir bütündür. Hayatın bütün anını, bütün safahatını içine alıyor, hedef alıyor. İnsanın her haline karışıyor, her halini düzenlemek için, intizama sokmak için, yönünü göstermek için karışıyor.
Bizim bu kâinatta asıl vazifemiz, Allah’ın sevgili kulu olmaktır, sevgisini kazanmaktır. Bunun ilmi, bunun yolu tasavvuftur kardeşlerim!.. Allah’ı tanımanın, sevmenin, Allah tarafından sevilmenin yolu tasavvuftur. Başka bir ilim değil... Mekanik değil, matematik de değil; fizik de değil, kimya da değil, tarih ve coğrafya da değil...
Ne?.. Tasavvuf... Var mı başka bir ilim, varsa söyleyin; ben de sözümü geri alayım! Allah’ı öğretmeyi hedef alan, Allah’ı sevmeyi bize öğretecek olan, Allah’ın sevmesini sağlayacak yolları gösteren bir kitap, bir ilim, bir yol, bir mektep, bir dershane biliyor musunuz?.. Allah’ı sevmenin, Allah tarafından sevilmenin yolunu gösteren ilim, bilgi, yol, metod, tasavvuftur.
Onun için hepimizin o yolda gitmesi lâzım!.. Hepimizin Allah’ın sevgisini kazanacak bir kul olmaya özenmemiz, çalışmamız lâzım!..
“—E hocam, yâni işimi mi bırakacağım, ailemi mi bırakacağım, eşimi mi bırakacağım?.. Eşimi, yuvamı, yerimi, yurdumu terk mi edeceğim; çalışmamı terk mi edeceğim?.. İbadet için ne yapmam lâzım?..”
Öyle yapanlar da olmuş. İbrâhim ibn-i Edhem eşini de terk etmiş, işini de terk etmiş. Ama o bir kuvvet meselesi...
b. İbrâhim ibn-i Edhem’in Hikâyesi
Belki bir hikâye, belki aslı var, belki abartılmış, büyütülmüş bir şey ama, çok güzel bir kıssası var... İbrâhim ibn-i Edhem, Belh şehrinin padişahı imiş. Padişahmış adam...
O zaman küçük devletler var... İşte etrafındaki bir kaç şehri de alırsa, biraz daha büyüyor. Biraz daha güçlü ise imparatorluk oluyor; İran’a da sahip oluyor, Turan’a da sahip oluyor, Rum’a da sahip oluyor, Acem’e de sahip oluyor... Büyüyemeyen küçük kalıyor... filân.
Geceleyin yatmış. Yatak odasının üstünde tıkırtı... Tak tak tak, patır patır patır... Yukarıdan bir ses... Kızmış. Padişahın yatak odasının üstünde gürültü yapılır mı, gezilir mi?.. Olur mu böyle şey?.. Açmış camı, bağırmış:
“—Kim o?.. Ne arıyorsun orda, ne yapıyorsun bire edepsiz, iz’ansız?..”
“—Hiç, devem kayboldu da onu arıyorum!” demiş.
Tabii, daha kızmış İbrâhim ibn-i Edhem:
“—Bire nâdân, bire deli, bire mecnun, bire divâne!.. Kaybolan deve geceleyin sarayın damında mı aranır, hiç aklın yok mu senin?..”
O da yukarıdan aşağı demiş ki:
“—E peki, Allah-u Teâlâ Hazretleri de atlas döşeklerin içinde mi aranır?.. Böyle saltanatın, lüksün, konforun, rahatın, rehavetin, atlas döşeklerin, ipeklerin, kuştüyü yastıkların içinde mi aranır Allah?..”
Bu ne biçim söz... Nöbetçileri çağırmış:
“—Yâ, şu yukarıdaki adamı getirin!” demiş.
Aramışlar, taramışlar; yok kimse... Uykusu kaçmış, zihnine saplanmış bu söz...
Adamı bulamamışlar. Allah Allah!.. Bu adam yukarıdaydı, nereye gitti? Yukarıdaki bir adamın yukarıda yakalanması lâzımdı. Yukarıda bulunmamış adam... E bağırdı, konuştu. Soru da önemli?.. “Allah atlas döşeklerin, keyfin, rehâvetin, rahatın, eğlencenin, lüksün, konforun içinde mi aranır?”diyor.
Canı sıkkın... Ertesi gün divân-ı hümâyun toplanmış. O tahtına oturmuş, vezirler iki tarafa oturmuşlar. Koca salon... Nöbetçiler var kapıda... Adamın birisi rap rap yürümüş. Nöbetçiler de tutulmuşlar, müdahale de edememişler. Ak sakallı bir adam yürümüş gelmiş, oradaki boş bir divana oturmuş. Herkes işi gücü bırakmış, konuşmayı bırakmış. Fesübhànallàh!.. Bu adam kim yâ?.. Böyle padişahın, vezirlerin toplantısı anında, nöbetçilerin arasından yürüyüp geliyor, oraya oturuyor...
“—Ne yapıyorsun burada?” demişler.
“—Hiç, dinlenmeğe geldim. Ben yolcuyum, oturmağa, dinlenmeye geldim. Burası bir yolcunun dinlenme yeri, kervansaray değil mi?..” demiş.
İbrâhim ibn-i Edhem demiş ki:
“—Burası kervansaray filân değil, burası benim sarayım!” demiş.
“—Yâ, senin sarayın mı; peki senden önce kimindi?..”
“—Babamdan kaldı bana...”
“—Peki babandan önce kimindi?..”
“—Dedemin sarayıydı, dedemden kaldı.”
“—Ondan önce kimindi?..”
“—Falancanındı.”
“—Onlar nereye gittiler?..”
“—Ahirete gittiler.”
“—Birilerinin gelip, biraz kalıp, göçüp gittikleri yer kervansaray değil de nedir be adam?.. Kervansaray işte... Onlar konmuşlar, göçmüşler. Sen de konup göçeceksin, sana da kalmayacak!” demiş.
Kalkmış, rap rap yürümüş. Ne vezirler engelleyebilmişler, ne nöbetçiler... Yürümüş gitmiş. Tutulmuş kalmış adamlar...
Allah Allah!.. Fesübhânallàh!.. Geceleyin bir acaiplik oldu. Bir ses duydu, bir adamla konuştu, adamı yakalayamadılar. Bu sefer bir adam geldi konuştu, tutamadılar, engelleyemediler, tutuldular filân..
Birisi teklif etmiş:
“—Padişahım biraz canınız sıkıldı. Açılmak için şöyle bir av partisi tertipleyelim, şöyle bir avlanalım!” demiş.
“—Peki...” demiş.
“Kırlara bayırlara gideriz, biraz ceylan vurursak kızartma yaparız, çevirme yaparız, kebap yaparız.” diye düşünmüşler. Avlanmaya çıkmışlar. Önüne bir ceylan çıkmış İbrâhim ibn-i Edhem’in... Okunu hazırlayıp, atını dehleyip, vurmak için onun peşinden koşarken; ceylan birden durmuş ve ona dönmüş:
أ بذلك خلقت، أم بذلك امرت؟
(E bizâlike hulikte, em bizâlike ümirte?) “Sen bunun için mi yaratıldın? Sana başka şey emredilmedi de sadece bu iş mi emredildi?..” diye konuşmuş ceylan...
Tabii artık, nasıl oluyor bu işler, bilmem... Ama benim bir üvey eniştem vardı Edremit’te.. İyi bir insandı, Allah rahmet etsin... “Çok iyi avcıydım. Elime tüfeği aldım. Bahçede ağacın üstünde çok güzel, iri bir kuş gördüm. Sülün mü desem, başka bir kuş mu desem, iyi bir av yâni... Bu civarda da görünmeyen bir kuş...
Nişanladım, çiftenin tetiğini çektim. Patladı. Nişancı bir insanım, duran kuşu vuramaz mı bir avcı?.. Uçan kuşu vuruyorlar. Tetiği çektim, kuş orada hâlâ duruyor. Vuramamam bana göre acaip, mümkün değil... Allah, Allah, ne oldu? Fişekte mi bozukluk var, bilmem ne derken ikinci tetiğe de nişan alıp asıldım. Kuş oradan kanatlarını açtı, heybetle üstüme doğru bir geldi. Çok korktum, sırtüstü düştüm, bayıldım.” diyor.
Ayıldıktan sonra, avı filân bırakmış, “Artık bundan sonra av avlamayacağım!” demiş. Bu onun başından geçen bir olay... Demek ki Allah bazı kimselere, bazı olayları, bazı uyarmalar için vesile yapıyor. O kuş, belki bir melek... Ötekisi de ceylan değil, belki bir melek...
Belki hayalinde Allah öyle gösteriyor, o duyguları ona söylettiriyor. İşin mahiyetini Allah bilir ama, sen bu iş için mi yaratıldın? Allah Allah!..
Bir de yolda böyle atını sürerken, atının eğerinden “İntebih!.. İntebih!.. İntebih!..” diye ses geliyormuş. İntebih, Arapça intibaha gel, uyan demek... Ya öyle bir ses geliyor, ya öyle duyuyor; neyse... Bütün bu olaylardan sonra, tacı tahtı bırakmış, büyük evliyâullahtan birisi olmuş.
Sonra onu Bağdat’ta, Dicle’nin kenarında güneşli bir günde, hırkasını çıkarmış, yamarken görmüş tanıyanlar... Kırk tane yaması var hırkasında...
“—Yâhu, bir zamanlar Belh padişahıydın! Önünde kırk tane asker giderdi, arkanda kırk tane asker giderdi. Altınlı, gümüşlü, sırmalı insanlar giderdi. Onları bıraktın, şimdi şu fakir haline bak!.. Evsiz barksız, yersiz yurtsuz, fakir bir kimse olarak Dicle kenarında, zaten yamalı bir hırkayı böyle yamamaya çalışıyorsun!” demişler.
Onlara hiç cevap vermemiş. Elindeki iğneyi suya atmış:
“—Balıklar şu iğnemi getirin!” demiş.
Biraz sonra bir balık, ağzında iğne ile yanaşmış. İğneyi almış, tekrar dikmeğe başlamış.
Niye bıraktı o saltanatı?.. Bıraktı ama, Allah’ın sevgili kulu olmuş, onu gösteriyor. Belki bunlar birer sembolik hikâyedir, bazı şeyleri anlatmak içindir. Ama işin içyüzüne gidecek olursak, ben her zaman şöyle düşünüyorum:
“—Yâ Rabbi, bana öyle bir ömür sürmeyi nasib et ki, son demimde ömrümü düşündüğüm zaman, pişmanlık duymayayım!”
Yâni, yatağa yattın. Doktorlar diyor ki, “Artık senin çaren yok, öleceksin, ölmek üzeresin!..” Eş dost geliyor, kelime-i şehâdet getiriyorlar, Yâsin okuyorlar... Ömür bitmiş yâni... İnsan o zaman nasıl bir durumda olmalı?.. Pişman olmayacak bir ömür geçirmiş olmalı! Arkasına baktığı zaman, “Tüh be, keşke ömrü böyle geçirmeseydim!” dememeli!.. Ben böyle düşünüyorum.
c. Son Pişmanlık Fayda Vermez
En son andaki değerlendirme çok mühim! “Keşke şunu şöyle yapmasaydım... Keşke filânca ile hiç uğraşmasaydım... Keşke işimi şu taraftan tuttursaydım...” vs. İnsan keşke der. Ahlar vahlar olmadan insan ömür sürmeli, işin gerçeği bu, doğrusu bu...
Bunu biz şimdiden yapmalıyız. Ecel gelip insanın kapısına dayandığı zaman, Azrâil geldiği zaman değil; şimdi gençken, sıhhatliyken, akıllıyken, elimizde fırsat varken, hayatı değiştirmek, yönlendirmek, değerlendirmek imkânımız varken bunu düşünmeliyiz. Aklımızı, mantığımızı ortaya koymalıyız. Dünya işlerinde başarımızı düşündüğümüz gibi, işten işe koştuğumuz gibi, firmamızı daha başarılı bir hale getirmeğe çalıştığımız gibi; Allah’ın huzurunda iyi bir kul olmayı başarmayı da düşünmeliyiz. Hattâ önce onu düşünmeliyiz, öteki işleri ona göre ayarlamalıyız.
Dikkat edilirse hem tarihte, hem Peygamber Efendimiz’in hayatında, hem diğer peygamberlerin hayatında, hem evliyâullahın hayatında, hem örnek aldığımız sahabe-i kirâmın hayatında şunu görüyoruz; onlar hayatı terk etmiş, hiç bir faaliyet yapmayan, bir kenara çekilmiş insanlar değil... Hepsi faal insan, cevval insan, çalışan insan... Memleketini terk etmiş, harıl harıl birtakım işler yapmış, cihad etmiş kimseler...
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri yaşlı halinde kalkmış, İstanbul’a gelmiş, orada şehid olmuş. Ötekisi Kusem ibn-i Abbas RA, gitmiş Semerkand’a; orada şehid olmuş. Birisi gelmiş Ahlat’a, ötekisi gelmiş Diyarbakır’a, ötekisi gelmiş Adıyaman’a... Her yerde bir mübarek zatın kabri var, türbesi var... Çalışmışlar, gayret göstermişler.
Biz de mademki ahirete inanıyoruz, mademki ahirette Mahkeme-i Kübrâ var... Mademki insanlar hesaba çekilecek... Mademki zerre kadar hayır işleyen işlediği hayrın karşılığını görecek, zerre kadar şer işleyen işlediği şerrin karşılığını görecek... O halde hayatımızı imanımıza göre, Kur’an’a göre, irfana göre düzenlemeliyiz.
İrfan dediğimiz şey, tasavvuftur. Hayatımızı Kur’an’a göre, Allah’ın rızasını kazanacak şekilde, akıllıca, uyanık, zekî, basîretli bir şekilde planlamalıyız. Bunun yolu yöntemi, işte o ilmin içindedir. Ona çalıştığı zaman insan, Allah nasib ederse olur.
Ama bir şey var, güzel bir şey: “Bana dua edin, ben duanızı kabul ederim!” buyuruyor Allah-u Teâlâ Hazretleri...
وَأَنْ لَيْسَ لِلإِنسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى (النجم:٣٩)
(Ve en leyse li’l-insâni illâ mâ saâ) “İnsan neye koşturur, sa’yeder, çalışır, gayret ederse; onu elde eder. Çalıştığından, sa’y ü gayret ettiğinden başkası eline geçmez.” (Necm, 53/39) buyruluyor.
Herkes istediğine ulaşır. “Arayan Mevlâsını da bulur, belâsını da bulur.” dediği gibi bizim halkımızın... Allah isteyene istediğini de veriyor. O halde biz de iyi şeyi isteyelim! Yâni ahirette bize fayda verecek şeyi isteyelim!.. Hayatımızı da, ahirette yüzümüzü güldürecek, bize avantaj getirecek, kâr getirecek, fayda sağlayacak şekilde değerlendirelim!..
Allah kimi seviyor?.. Bir kere Allah-u Teâlâ Hazretleri mutî kullarını seviyor, âsî kullarını sevmiyor. Demek ki, Allah neleri emretmiş, bileceğiz, itaat edeceğiz; âsî olmayacağız.
Sonra, Allah günahlardan kaçınan, çekinen kullarını seviyor. Günahkâr kulları sevmiyor. O halde takvâ ehli olacağız, günahlardan kaçınacağız.
Sonra, Allah güzel huylu kulları seviyor. O halde güzel huyları öğrenmeliyiz, edinmeliyiz. Kötü huylarımız varsa, onlardan kurtulmalıyız, onları atmalıyız. Allah güzel huylu kulları seviyor. İtaatli kulları, emrini tutan kulları seviyor. Günahlara sapmayan kulları seviyor. Huyları güzel olan kulları seviyor. O halde bu üç şeyi yapmamız lâzım!..
d. Çocukları Küçükken Eğitelim!
Ben diyorum ki: Biz ilkokuldan itibaren eğitimimizi çok yanlış yapıyoruz, çocuklarımızı da yanlış eğitiyoruz. Peygamber SAS buyuruyor ki:
“—Yedi yaşında çocuğunuza namaz kılmayı öğretin, on yaşında zorlayın; haylazlık yaparsa, döğün!”
İslâm’da dayak var, ama tabii onun da ölçüsü var... Sarhoşu döğmek var, ölçüsü var... Sopanın kaldırılışının, vuruşunun, hepsinin bir ölçüsü var... Ölçü dairesinde... Eğriye eğri, doğruya doğru...
Demek ki, on yaşında namaz kılmaya başlayacak. Aşağı yukarı bir insan 12-14 yaşında ergenlik çağına giriyor. Hem âkıl, hem bâliğ; yâni hem akıllı, hem de evlense çocuğu olacak duruma gelmiş oluyor.
Şimdi 12–14 yaş nedir?.. İlkokulun sonu ve ortaokulun başı... Biz ilkokulun sonunda, ortaokulun başında çocuğa bir şey öğretmiyoruz ki!.. Çocuklara üniversitede bir şey öğreteceğiz diye gayret ediyoruz. O zamana kadarki devresi havaya gidiyor.
Bence biz çocuklara ilkokulda, Allah’ın günah dediği şeylerin listesini öğretmeliyiz: İçki günah, zina günah, cinâyet günah, hırsızlık günah... Çocuklara hırsızlığın günah olduğunu öğretmiyor anne baba; çocuk Mercedes’in yuvarlak amblemini koparıp çalıyor, tekerleğindeki göbeği çalıyor... Boş bir ev gördü mü, camını kırıyor... Komşunun ağacından elmayı, armudu çalışıyor... Arkadaşının kalemini çalıyor, saatini çalıyor... Babasının cebinden para çalıyor... Annesinin bileziğini, yüzüğünü çalıyor. Yaş büyüdükçe, paranın kıymetini anladıkça, çalıyor yâni...
“—Hırsızlık günah evlâdım!” diye bunu iyice öğretmeliyiz.
“—Yalan günah evlâdım, yalan söyleme!.. Şu günah, bu günah...” diye bir liste halinde bunları öğretmeliyiz.
Vazifeleri öğretmeliyiz. Güzel huyları öğretmeliyiz:
“—Evlâdım bak, Allah kibirli kulu sevmiyor, mütevâzi kulu seviyor...” demeliyiz.
“—Evlâdım bak, Allah zalimi sevmiyor, merhametliyi seviyor. Bak bu karıncaları ezme! Ne istedin bu zavallı hayvancıklardan?.. Gittin, ayakkabınla üstüne bastın, yuvayı târümâr ettin. Bak kimisinin ayağı kırıldı, kimisinin kafası ezildi. Bu zavallı karıncacıklara zulmettin! Bunların hepsi ağlıyor şimdi... Niye öldürdün bunları?.. Allah zalimleri sevmez, merhametlileri sever. Zalime böyle ceza verecek Allah...” demeliyiz.
“—Bak evlâdım, senin canın simit isteyince, ‘Anne simit istiyorum!’ diyorsun, ‘Baba simit istiyorum!’ diyorsun; vermeyince ağlıyorsun. Bak, onun da canı simit isteyebilir. Hadi simidinin yarısını ona ver evlâdım!” demeliyiz.
Neden?.. Cömertliği öğretmek için, merhameti öğretmek için, sevmeyi öğretmek için...
Sevmek en önemli şey! Sevmek de bir eğitim işi... Bazı insan sevmeyi bilmiyor, arkadaşlığı bilmiyor, dostunu sevmeyi bilmiyor. Bazısı dostlukta vefayı bilmiyor. Vefa lâzım!..
Peygamber Efendimiz öyle vefâkâr ki, hicret yolunda kendisine ayran ikram etmiş, süt ikram etmiş bir kimseyi ömrünün sonuna kadar unutmuyor ve ihmal etmiyor. Taltif ediyor, kat kat verip memnun ediyor. Bu bir duygudur, bu bir ahlâktır, bu bir sevgidir... Bu dostluğa vefadır, vefa göstermektir, dostluğun icabını yapmaktır.
Bir de dostunu hiçe saymak var, çiğnemek var... Döneklik var, vefâsızlık var... vs.
Şimdi bunların hepsinin bir listesini yapmamız lâzım! Çocuklara bunları âkıl, baliğ olmadan önce, o yaşına göre, anlayabileceği şekilde öğretmemiz lâzım muhterem kardeşlerim!..
Öğretmezsek iş işten geçiyor. Çocuk büluğa eriyor, komşunun kızına bakıyor. Sataşıyor, oynaşıyor, günahlara dalıyor, Allah’ın rahmetinden uzak düşüyor. Allah’ın sevmediği bütün işleri yapıyor. Allah’ın sevmediği bir kul durumuna geliyor... Sen üniversiteden sonra çocuğu ıslah etmeye çalışıyorsun. Geçmiş ola, kaçırdın! Çocuğu kirlettin, düşürdün, çamurlara buladın, mülevvesata bulaştırdın, alıştırdın, kalbini öldürttün; şimdi bu çocuktan evlâtlık bekliyorsun... Geç kaldın.
Ben bizim oğlumuzu hafız yetiştirmek istedim, ilkokuldan sonra... Babam dedi ki:
“—Geç kaldın evlâdım!”
İlkokuldan sonra geç... Ne zaman olacakmış? Dört yaşında, beş yaşında, hafızanın çok kuvvetli olduğu zaman...
العلم فى الصغار، كالنقش على الحجر.
(El’ilmü fi’s-sığàri, ke’n-nakşi ale’l-haceri) “Küçüklükte ilim, kayanın üzerine kazılmış kitâbe gibi olur.” demişler. İhtiyarlıkta ilim nasıl olur?.. Suyun üstüne yazı yazmak gibi olur. Suyun üstüne yazdığın yazı, daha yazarken bozulur. Daha adam dinlediği sözün başını unutur.
Ben şimdi birisine soruyorum, “İsmin ne?” diye; biraz sonra yine soruyorum, “İsminiz neydi?” diye... Bu yaşın icabı... Unutuyor insan, belli bir yaşa gelince... Ama küçükken öyle olmuyor. “Şıp...” diye fotoğraf gibi alıyor, unutmuyor.
Hafızanın çeşitleri vardır; göz hafızası, kulak hafızası... vs. Bizim bir dostumuz var, Bursa İlâhiyat’ın dekanlığını yaptı, Prof. Yusuf Ziya Binatlı... Bizim Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendimiz’in oğlu, şeyh oğlu... Küçükken hafız olmuş. Kendisi anlatıyor tatlı tatlı:
“Ben minareye çıktım, ezan okuyordum. Şeyh Mustafa Feyzî Efendi aşağıdan sordu:
“—Sen âkıl baliğ oldun mu ki, ezan okuyorsun?”
“—Oldum hocam...” dediğini; kendi babasından sonraki şeyh efendi ile böyle konuştuklarını anlatıyor.
Kur’an’ı ezberlemiş... Bakın, Yusuf Ziya Binatlı... Sağ, hâlen açık öğretimde televizyonda hukuk dersleri filân veriyor. Tatlı bir insan... Derya gibi hafızası, bilgisi, görgüsü, nüktesi, şakası, her şeyiyle olgun bir insan... Kur’an-ı Kerim’in sayfasını aşağıdan yukarıya okurmuş. Yukardan aşağıya herkes okur da...
Şimdi ben size soruyorum:
“—Hepiniz Kul huva’llàhu ehad’i biliyor musunuz?..”
Biliyorsunuz.
“—Hadi Kul huvallàhu ehad’i geriden okuyun bakalım, aşağıdan yukarı...”
Ben de okuyamam... Siz de okuyamazsınız da, ben de okuyamam...
Onunki biraz da ırsiyetten geliyor. Çünkü babası Ömer Ziyâeddin Efendi de kuvvetli hafızmış. Buhârî-yi Şerif de ezberindeymiş, onu da ezberlemiş. Altı saatte Kur’an-ı Kerim'i okurmuş, hatim indirirmiş. Öyle babanın evlâdı öyle oluyor. “Arslanın oğlu arslan olur!”
Biz çocuklarımızı küçük yaştan yetiştirmeliyiz. Çocuk on iki yaşına gelince, âkıl bâliğ olunca; o zaman her şeyi öğrenmiş olmalı!.. “Hırsızlık günahtır, yalan günahtır. Merhametsizlik, zulüm doğru değildir, günahtır...” Bunları öğretmeliyiz.
Öğretmiyoruz, çocuk bilmiyor. Bu kavramları bilmiyor. Çocuk da bilmiyor, büyük de bilmiyor, genel müdür de bilmiyor, bakan da bilmiyor, başbakan da bilmiyor, reisicumhur da bilmiyor... “Dün dündür, bugün bugündür.” diyor. Bu ne demek?.. Ahde vefa yok demek... “Dün öyle söylemiş olabilirim, bugün de dönebilirim.” demek...
e. Biz Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz?
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bir ömür sürüyoruz, hepimiz bir yaşa geldik. Kimimiz elli altmış, kimimiz otuz kırk, kimimiz yirmi otuz, neyse... Bir yaşa geldik ama, aldanıyoruz. Denilmiş ki:
الناس نيامٌ، واذا ماتوا، انتبحوا.
(En-nâsü niyâmün, ve izâ mâtû, intebehû) “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanacaklar veya ölümüne yakın, gözünden perde kalktığı zaman uyanacaklar.”
Biz hayatı anlayamıyoruz. Ben Edebiyat Fakültesi’ni bitirdim, Edebiyat Fakültesi’ni o zaman anladım. “Keşke bitirdiğim zamanki bilgilere, girdiğim zaman sahip olsaydım, bak ne kadar iyi olacaktı.” diyoruz. Biz de hayatı bittiği zaman anlayacağız. Amma iş işten geçecek.
Onun için bu işi tatmış, bilmiş, duymuş, hissetmiş, düşünmüş olan insanların tecrübesine dayanmalıyız, ikazından uyanmalıyız, mütenebbih olmalıyız. “İntebih!.. İntebih!.. İntebih!..” hitabı bize de her nefeste gelmeli, biz de mütenebbih olmalıyız, uyanmalıyız. Hayatımızı Allah’ın rızasını kazanacak şekilde tanzim etmeliyiz.
Hayatımızı genel müdürün seveceği şekilde tanzim ediyoruz. Hayatımızı toplumun seveceği şekilde tanzim ediyoruz. Halkın beğenisini istemiyor muyuz, alkışını istemiyor muyuz, şöhret istemiyor muyuz?.. Halk tarafından oy toplanmasını filân istemiyor muyuz?..
Halkın beğenisini istiyoruz, genel müdürün beğenisini istiyoruz. Bir kadının, karşı cinsin bizi beğenmesini istiyoruz. Bulunduğumuz bir toplumda itibar görmek istiyoruz, sayılmak istiyoruz. Birisi saygısızlık yaparsa suratımızı ekşitiyoruz. Bir söz söylerse karşılık vermiyor muyuz?..
Ne diyor Mehmed Akif?.. “Elli altmış yıl şu dünyada şaşkın şaşkın dolaştımsa da, bir hakîkati öğrendim şu dünyada: O da hepimiz kendimizin aşıkıyız.” diyor.
Tek hakîkat var bellediğim dünyada,
Elli altmış sene gezdimse de şaşkın şaşkın...
Hepimiz kendimizin bağrı yanık aşıkıyız,
Sâde ilânı çekilmez bu acaib aşkın...
Hepimiz kendimize aşıkız; ama kimimiz kurnazlık edip, kendi kendimizi beğendiğimizi, kendi kendimize aşık olduğumuzu saklayabiliyoruz da, tahammül edilir bir durumda oluyoruz. Kimisi de bu saklamayı yapamıyor, “Ben, ben, ben...” diyor, “Ben bir taneyim, var mı benim gibisi?..” diyor; millet de ondan yaka silkiyor. Yâni, ona kızıyor. Ama hepimiz kendimizin aşıkıyız diyor.
Halkın beğenisini istiyoruz, sevgi istiyoruz, alkış istiyoruz, itibar istiyoruz... Her şeyi istiyoruz ama, Allah’ın bizi beğenmesi için çalışmıyorsak yanlış işler işliyoruz, yanlış bir yolda yürüyoruz. Allah bizi sırf kendi rızasını isteyen, düşünen, kazanmaya çalışan, tam, hâlis, muhlis müslümanlardan eylesin...
Bunun yolu tasavvuftur. Bu yolda giderseniz, böyle bir kul olursunuz. Misâl, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî... Misâl, Yunus Emre... Misâl, Ankara şehrimizden Hacı Bayrâm-ı Velî... Misâl, İznik şehrinden Eşrefoğlu Rûmî... Misâl, Erzurum şehrinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî...
Bunun bir sırrını söyleyeyim size, Peygamber Efendimiz hadis-i şerifte buyurmuş ki:
“—Sizi Allah’ın ne kadar sevdiğini merak ediyor musunuz?.. Sizin Allah nazarında, Allah indinde mevkiinizin, derecenizin, makamınızın, yüksekliğinizin ne kadar olduğunu merak ediyor musunuz?.. Bunun ölçüsü şudur: Sizin nazarınızda Allah’ın kıymeti ne, siz ona bakın!..”
Ölçü bu işte... Sen Allah’ı ne kadar seviyorsan, ne kadar sayıyorsan, ne kadar itaat ediyorsan; Allah indinde senin merteben, sevgin, derecen o kadar!..
Bakın, Yunus Emre bir söz söylüyor, yalan söylemiyor; seziyoruz yalan söylemediğini:
Eğer beni yandıralar,
Külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra,
Bana seni gerek seni!..
Yâni, “Öldürseler, yaksalar, kül olsam, küllerim havaya savrulsa; her bir zerrem: ‘Yâ Rabbi ben seni istiyorum, seni istiyorum, seni istiyorum!..’ der.” diyor.
Yunus’un divanını baştan sona okuyun; nedir?.. Allah aşkı... Hem de nasıl bir Allah aşkı?.. Her şeyini fedâ etmeğe hazır bir insanın aşkı... Rabbi için her şeyini fedâ edecek bir insan... Seziyorsun, söylediği sözden anlıyorsun ki, öl desen ölecek; at kendini desen, atacak... Öyle değil mi, Yunus’un öyle olduğuna şiirlerinden şahit değil miyiz hepimiz?.. Şahidiz.
Ha, demek ki Yunus’u Allah seviyor?
“—Nerden bildin Hocam?”
Yunus Allah’ı seviyor da ondan... Yunus Allah’ı seviyor. Yunus’un nazarında Allah’ın kıymeti, hükmünün kıymeti, emrinin kıymeti çok yüksek de ondan...
“—Falanca adamı Allah seviyor mu, sevmiyor mu?..”
Bakalım?.. Adam içki içiyor. Allah içki içmeyin demiş; içiyor... Namaz kılın demiş; kılmıyor. Oruç tutun demiş; tutmuyor... Zamparalık yapma demiş; zamparalık yapıyor... Şöyle yapma demiş; yapıyor. Zulmetme demiş; zulmediyor. Haksızlık yapma demiş; haksızlık yapıyor. Haksız kazanç sağlıyor, hazineden alıyor. Yetimin, dulun malını, parasını alıyor... Allah’ın emirlerini tutmuyor bu adam...
“—Şimdi Allah bunu seviyor mu?..”
Sevmiyor.
“—Neden?..”
Bu adam Allah’ı düşünmüyor, onun kafasında Allah’ın yeri yok... Allah’ın emrini tutmuyor da, ondan anlıyoruz. Ölçü bu... “Senin Allah indinde mevkiinin, makamının ne olduğunu anlamak istiyorsan; senin indinde Allah’ın durumu, mevkii, makamı ne ona bak!” diyor Peygamber Efendimiz... Ölçü bu...
Başka hadislerde de böyle:
“—Kulum bana dönerse, ben de ona dönerim. Kulum bana teveccüh ederse, ben de ona teveccüh ederim. Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın gelirim. Kulum bana bir arşın gelirse, ben ona bir kulaç gelirim. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.” buyruluyor.
Yâni, bu ne demek?.. “Kulum bir gayret gösterecek, ben de ona göre daha fazlasını ona ihsân edeceğim.” demek...
Kuldan bir hareket yok... Hadis-i şerifte buyuruyor Peygamber Efendimiz: Kul namaza durdu, “Allahu ekber!” dedi, Allah’ın divanına girdi, huzuruna girdi... Namazda aklına geliyor:
“—Yâ hanım ne al demişti bana?.. ‘Sümerbank’a uğra, beş metre patiska al!’ demişti. ‘Ondan sonra Ulus’ta hale uğra, üç kilo elma al, beş kilo şunu al... İki kilo kıyma al! Misafir gelecek.’ demişti.”
Namazda şimdi ne oldu?.. Aklı Ulus’taki Hal’e gitti. Bakkala gitti, kasaba gitti, bilmem nereye gitti...
“—Hay Allah! Yarın falancaya iki yüz milyon para verecektim, ben onu nerden bulacağım?..”
Aklı borca gitti, dükkâna gitti, alış verişe gitti... vs.
Haa, kul namaza girer, Allah’ın divanına girer, Allah’a teveccüh eder; Allah da ona teveccüh eder. Kul kalbini, aklını, fikrini başka şeylere dağıtırsa; Allah da ondan yüz çevirir. Neden?.. Aklını başka yerlere dağıttığı için... Yâni, kulun davranışına göre Allah’ın muamelesi oluyor.
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ (البقرة:١٥٢)
(Fezkürûnî ezkürküm) “Siz beni zikredin, ben de sizi zikrederim!” (Bakara, 2/152) buyuruyor Allah ayet-i kerimede...
Hani, “Bizim Yunus mu?” demiş. Hemen Yunus kalkmış, şeyhinin elini öpmüş, ayağını öpmüş... filân. Hani söz dinlememiş, tekkeden uzak kalmış da, ondan sonra gelmiş; valide hanıma yalvarmış, yakarmış. Şeyhinin iki gözü görmüyor, a’mâ olmuş. Valide hanım demiş ki:
“—Sen şeyhinin kapısına yat! O kapıdan çıkarken ayağı takılınca, ‘Bu kim?’ deyince; ‘Yunus…’ deriz. ‘Bizim Yunus mu?..’ derse, demek ki seni gönlünde tutmuş, atmamış, demek ki hâlâ seni seviyor, ne mutlu sana!.. ‘Hangi Yunus?’ derse, kalk nereye gidersen git!” demiş.
Valide hanım böyle akıl öğretmiş. O da yatmış şeyhin kapısına... Sabahleyin namaza gidecek, iki gözü a’mâ Tapduk Emre’nin... Kapıdan çıkarken ayağı takılmış; “Kim bu?..” demiş. Valide hanım, “Yunus...” demiş. “Bizim Yunus mu?..” deyince, Yunus Emre kalkmış, elini öpmüş, ayağını öpmüş.
Allah, “Kulum!” dedi mi, ne büyük şeref... Sen “Rabbim!” dediğin zaman, Allah “Kulum!” dedi mi, ne büyük devlet, ne büyük saadet!.. Demek ki, kulu zikredince Allah zikrediyormuş. Demek ki kulu teveccüh edince, kulu Allah’a dönünce, o da kuluna dönüyormuş... Kulu dünyaya dönünce, şöhrete dönünce, paraya, mala dönünce, kadına kıza dönünce; Allah o zaman yüz çeviriyormuş.
Allah’a dönünce, Allah da ona dönüyor. Allah’a yürüyünce, Allah da ona geliyor. Yürüyerek giderse, koşarak geliyor. Dua ederse, duasına karşılık veriyor.
Bir ayet-i kerime var, bizim için çok büyük müjde: Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki:
اُدْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ (المؤمن:٦٠)
(Üd’ùnî estecib leküm) “Dua edin, ben sizin duanızı kabul ederim!” (Mü’min, 40/60) Duanıza bir karşılık veririm, ya bu dünyada, ya ahirette; ama veririm!
Bir hadis-i şerifte de buyruluyor ki: (2)
مَنْ لَمْ يَسْأَلِ اللَّهَ يَغْضَبُ عَلَيْهِ (ت. عن أبي هريرة)
(Men lem yes’eli’llâhe yağdabu aleyhi) “Kim dua edip, Allah’tan bir şey istemiyorsa, duasızsa, niyazsızsa; Allah ona gazab eder.”
Allah istemeyene kızıyor, gazab ediyor; isteyeni seviyor, istediğini de veriyor. Dua edeni, isteyeni seviyor.
Dünya zengini isteyene kızar. Bir istedi mi, kendini tutabilir. İki istedi mi, kendini tutabilir. Üç, dört, beş, altı olunca:
“—Aaa, artık sen de çok oldun yâ! Başka dükkân yok mu, biraz da başka dükkâna git!.. Allah, Allah!.. Benden başka hayır sahibi yok mu yâ? Hep bana geliyorsun, hep bana geliyorsun. Hadi git, vermiyorum!” der.
Bak dünya zengini, fazla isteyince, kızdı. Allah istedikçe seviyor, hiç istemeyene kızıyor. İsteyene veriyor, dua edene veriyor, zikredeni zikrediyor, dönene teveccüh ediyor... Kendisine gidene kendisi geliyor. O zaman ne yapmamız lâzım? Biraz gayrete gelmemiz lâzım! İyi kulluk etmeye yönelmemiz lâzım, aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Allah hepinizden razı olsun...
5. 8. 1996 - Çankaya / ANKARA
----------------------------------------------------
[1] İbn-i Cerîr Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.II, s.266, no:220; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.300, no:7706; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.320, no:10781; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.272, no:14365; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.328, no:1432; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.123, no:1020; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.225, no:675; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.189, no:8361; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.355, no:12082.
[2] Tirmizî, Sünen, c.5, s.456, no:3373; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.442, no:9699; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.667, no:1806; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.1, s.229, no:658; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.47, no:2431; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.10, no:6655; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.22, no:29169; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.35, no:1099; İbn-i Adiy, Kâmil fid-Duafâ, c.VII, s.294, no:2197; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXXIV, s.318, no:7649; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.86, no:3126; Câmiu’l-Ehàdîs, c.X, s.82, no:9136.