Ardından da bahtiyar bir gence bütün dünyevîlikleri unutturacak şu müjdeyi vermiştir: "Allah, kendini ibadete hasreden bir genci meleklerine gösterir; Kendisine has münezzehiyet ve mukaddesiyetiyle onunla iftihar eder ve ona şöyle der: Ey şehvetini Benim için bırakan genç! Ey gençliğini Bana adayan yiğit! Sen Benim nezdimde meleklerimin bazısı gibisin."
Şimdi, böyle mukaddes bir hitaba mazhar olmak için canlar verilse değmez mi?!. Akıllı bir insan, günah peşinde koşarak şeytana oyuncak olacağına, rıza-yı İlahiyi tahsil edebileceği bir hayat tarzına yapışıp ebedî ve ulvî cennet zevkini geçici ve süflî lezzetlere tercih etmeli değil mi?!.
Yıllar var ki, hayata gözlerini açan genç nesiller, ekseriyetle bu hakikatten habersiz yaşadılar; sürekli bir boşluktan diğerine sürüklenip durdular; ruhlarını kanatlandırabilecek sistemli düşünceden uzak, kendi iç derinliklerine yabancı ve ahiret gerçeğine karşı da duyarsız kaldılar; dolayısıyla, içlerindeki elem, ızdırap ve burkuntulardan, karamsarlık ve bedbinlikten kurtulamadı ve zayi olup gittiler. Fakat senelerce süren tersliklere rağmen, Allah'a sonsuz şükürler olsun ki, bugün milletçe hasretini çektiğimiz manevîlik ve rûhanîliğe uyanışın yüzlerce emâresini görüyoruz. Artık pek çoğu itibarıyla, gençlerin çehresinde pırıl pırıl bir hayânın nümâyân olduğunu; davranışlarında dupduru bir samimiyetin bulunduğunu ve vicdanlarında da köpük köpük heyecan kaynadığını müşahede ediyoruz.
Evet, bir tarafta bu evsaftaki gençlerin, her gün ferdî planda daha bir derinleşip enginleştiklerini, toplumun sıkıntılarına çareler arayıp onların ızdıraplarını paylaştıklarını ve milletin mutluluğunu kendi fedakârlıkları üzerine bina edip binbir mahrumiyet içinde başkalarının vicdan ve ruhlarını doyurmaya çalıştıklarını hayranlıkla seyrediyor ve seviniyoruz. Fakat maalesef, diğer yanda da hâlâ şehevî arzuların ağında, beşerî garizelerin baskısı altında, makam sevgisi, şöhret hissi, hayat endişesi ve tama' duygusu gibi insanın iç dünyasını karartan hastalıkların pençeleri arasında can çekişen ve birer birer ümit semamızdan kayıp kayıp giden delikanlıları görünce çok üzülüyor ve iç burkuntularıyla iki büklüm oluyoruz.
"Benim bir kaybım var!"
Bildiğiniz gibi, onbeş-onaltı yaşlarındayken henüz İslam ahlakını bilmediğinden sürekli çevredeki kadınları rahatsız eden Cüleybib, Rehber-i Ekmel ile tanışıp O'nunla nurlanınca ve iffetini koruma hususunda O'nun dualarını alınca, artık Medine'nin en hayâlı gençlerinden biri haline gelmişti. Çok geçmeden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu evlenecek kızları olan bir aileye göndermiş, vesilelik etmiş ve Hazreti Cüleybib'i evlendirmişti. Üç-beş hafta sonra da önlerine bir cihad imtihanı çıkmıştı ve Cüleybib (radiyallahu anh) orada şehadet şerbeti içmişti. Savaş sona erince herkes cesedini mücahede meydanında bırakıp ruhuyla ötelere kanatlanan şehitlerini aramış, bulmuş ve onların techîz ü tekfîniyle uğraşır olmuştu.
O hengâmede Şefkat Peygamberi yüksek sesle sordu; "Aranızda kaybı olan, herhangi bir yakınını bulamayan var mı?" Sahabe efendilerimiz "Hayır, ya Resûlallah, aradığımız herkesi bulduk." dediler. İşte o zaman Mahzun Nebi, gözleri yaşlı, "Ama benim bir kaybım var." dedi, "Ben Cüleybib'imi kaybettim!" diye ekledi ve evladını yitirmiş, yüreği yaralı bir baba gibi yitiğini, hayır kudsî yiğidini aradı.. uzun arayışlar sonunda onu buldu, başını mübarek dizine koydu ve şöyle buyurdu: "Allah'ım, bu bendendir, ben de ondanım."
Görüyor muyuz Fahr-i Kâinat (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz'in hiç kimseyi atmadan ve kimsenin hatasına bakmadan herkesi kazanma gayretini?!. Anlıyor muyuz Fazilet Güneşi'nin arkadaşlarına sahip çıkma ve onlara karşı vefalı olma hassasiyetini?!. Ve idrak edebiliyor muyuz İnsanlığın İftihar Tablosu'nun, haliyle bize neler söylediğini?!.
Evet, bize herkese koşmak, her düşmüşe el uzatmak, her gönle girmek ve her kalbi iman nurlarıyla mamur kılmaya çalışmak düşüyor.
Hayırlı ihtiyar, Allah yolunu ihtiyar edendir
Bir yanda iffet abidesi gençler varken bir başka tarafta da maalesef yaşlandığı ve ötelerin şafak emareleri saç ve sakalına düştüğü halde, bir türlü tûl-i emelden kurtulamayan, kendisini âhirete tevcih edemeyen, içinde imanı coşturamayan, hevaî delikanlılara has hayat tarzını arkada bırakamayan ve hâlâ hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve dünyevîliklere dilbeste olan ihtiyarlar var. Nebiler Serveri, bunların fena insanlar olduklarını beyan ediyor.
Oysa insan hayatında her dönemin kendine has zorlukları, menfilikleri ve aleyhte sayılabilecek yanları olduğu gibi, ömrün sair duraklarında bulunamayacak güzellikleri, müsbet yanları ve çok kârlı buudları da vardır. Her ne kadar, yaşlılık ehl-i dünya tarafından hoş karşılanmasa da, elden ayaktan düşmeme ve başkalarına bâr olmama kaydıyla �ki o türlü hallerin dahi hangi ahiret meyvelerine dâyelik ettiğini sadece Allah bilir� onun da insana kazandıracağı pek çok kâr mevzubahistir. Nitekim "Beyaz saçlar mü'minin nurudur." diyen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi vesellem), bir başka zaman, "Başında beliren her beyaz telden dolayı Müslüman'a sevap yazılır; o kır saç ile ya derecesi yükselir veya günahlarından birisi silinir." buyurmuştur.
Ayrıca, Habîb-i Ekrem efendimiz, saçlarına düşen aklarla iyice nurlanmış, o nur sayesinde günahlarından arınmış ve manevî derecesi yükselmiş bir ihtiyar, hâlis bir gönülle dua için ellerini açarsa, Cenâb-ı Hakk'ın onun duasına hemen cevap vereceğini ve hatta böyle birinin duasını reddetmekten haya edeceğini müjdelemiştir. Mevlâ-yı Müteâl'in kendi yolunun ak saçlılarına azap etmeyeceği muştusunu da bize ulaştıran Yaratılışın Gayesi, böylece rahmete çok muhtaç olan ihtiyarlara en büyük bir rahmanî teselli kaynağı göstermiştir. Binaenaleyh, Hazreti İbrahim (aleyhisselam) başındaki beyaz kılların melekler katında olgunluk ve vakar nişanı olduğunu öğrendiği an "Vakarımı artır Allah'ım." diye dua etmiştir.
Öyleyse, hayırlı ihtiyar, Allah yolunu ihtiyar edendir. O, Resûlullah'ı, yârânlarını ve bütün ihtişamıyla âhiret bahçelerini seçen gönlü genç Hak eridir. O, heva ve hevesi tahrik eden bütün gelip geçici şeylerden sıyrılmış, her varlıkta İlahî isimlerin yansımalarını müşahedeye koyulmuş ve bu maddiyât ülkesini bütün bütün öte hesabına işletmeye durmuş bir bahtiyardır. O, kalbinin ziyası sayesinde sürçmeden yürüyen, imanının derecesine göre önündeki pek çok durağı uçarak geçmeye azmeden, dostların buluştukları diyara özlem ateşiyle yanıp tutuşan, Allah'ın rahmetine bağladığı ümidinin elmas kılıcıyla ye'sin bütün heykelciklerini parçalayan ve hep bir adım ötede bildiği ölüme tebessümlerle kucak açan, kabre gülerek koşan bir iman âbidesidir.
ÖZETLE
1- Yıllar var ki, genç nesiller, sürekli bir boşluktan diğerine sürüklenip durdular; kendi iç derinliklerine yabancı ve ahirete karşı da duyarsız kaldılar; dolayısıyla, elem, karamsarlık ve bedbinlikten kurtulamadı ve zayi olup gittiler.
2- Maalesef yaşlandığı halde, bir türlü kendisini âhirete veremeyen, içinde imanı coşturamayan, hevaî delikanlılara has hayat tarzını arkada bırakamayan ve hâlâ hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve dünyevîliklere dilbeste olan ihtiyarlar var.
3- Habîb-i Ekrem efendimiz, saçlarına düşen aklarla iyice nurlanmış bir ihtiyar, hâlis bir gönülle dua için ellerini açarsa, Cenâb-ı Hakk'ın onun duasına hemen cevap vereceğini ve böyle birinin duasını reddetmekten hayâ edeceğini müjdelemiştir.