ALLAH RAHMÂN VE RAHÎM’DİR

Merhum Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi'den bir önemli sohbet daha

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN
03. 11. 1998 - Akra (Tefsir Sohbeti)
Hazırlayan: Dr. Metin Erkaya
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri!
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun... Allah sizleri ve bizleri dünyada ve ahirette, süedâ, saidler, mutlular, bahtiyarlar zümresine dâhil eylesin... İki cihanda muratlarımızı, muratlarınızı ihsân eylesin...
Allah’ın lütf u keremiyle, ne mutlu bizlere, şükür Rabbimiz’e, Kur’an-ı Kerim üzere sohbetlere başladık. Kur’an-ı Kerim hakkında umûmî bilgiler sunduktan sonra, (Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm) demek, yâni istiàze etmek üzerinde bilgiler verdik. Sonra, (Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm) demek, besmeleyle başlamak, besmelenin mâhiyetiyle ilgili, ne olduğuyla ilgili bilgiler verdik. Sonra, (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) ayet-i kerîmesinin izâhını yaptık.
Tabii bu besmele olsun, istiàze olsun, hamdele dediğimiz (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) mübârek sözleri olsun; bunlar bâkıyâtü’s-sàlihàt denilen, çok kıymetli, çok değerli, çok önemli, mânâsı çok derin lâfızlar olduğunu için, mübârek lâfızlar olduğu için, bunların izahları üzerinde uzunca bilgiler vermek uygun oluyor, önemine binâen...
Bunları verdik ve Fâtiha’nın, bizim sayılarımıza, saymamıza göre, bizim mezhebimizin alimlerinin ve Türkiye’de yaygın Kur’an-ı Kerim’lerin sayılamasına göre Fâtiha’nın ikinci ayeti olan,
اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ (الفاتحة:٢)
(Er-rahmâni’r-rahîm)’e ulaştık. Bu iki kelime, Er-rahmâni’r-rahîm, mânâca (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn)’e bağlı, ama müstakil bir ayet-i kerime. (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn)’de, li’llâhi kelimesi, başında lâm olduğu için esre okunuyor. Yâni lâm, harf-i cer olduğundan lafza-i celâl mecrur oluyor. Rabbi’l-àlemîn de, ona tâbî olarak esre oluyor. (Er-rahmâni’r-rahîm) de, yine ona bağlı olduğu için, sonu esre okunuyor.
Biliyorsunuz, Arap dilinin özelliği, kelimenin sonundaki okunuşlar, yâni “Üstün mü okunacak, ötüre mi okunacak, esre mi okunacak?” meselesi, kelimenin cümledeki dilbilgisi görevine bağlıdır. Dilbilgisi kurallarıyla ilgilidir ve mânâ çok önemlidir, en son harfin okunuşu çok önemlidir.
Bu ayet, başka bir yerde olsa, bu siyak içinde, sözün bu akışı içinde olmasa da başka bir yerde karşımıza çıksa, tabii, (Er-rahmânü’r-rahîm) de okunabilir, (Er-rahmâne’r-rahîm) diye üstünlü de okunabilir. Ama burada sözün akışına, öndeki kelimelere bağlı olarak, (Er-rahmâni’r-rahîm) diye okunuyor.
a. Rahmân ve Rahîm Kelimeleri
Bu iki kelime, (Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm)’in izahında açıklanmıştı ki, çok önemli olan iki sıfattır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin esmâ-i hüsnâsı arasında yer alan iki mübârek kelimedir, Rahmân ve Rahîm sözleri...
Rahmân sözünün, Arapların kullanışında, yâni Arap ülkesinde, Peygamber Efendimiz’in peygamber gönderildiği devirde, o sıralarda ayrıca bir saygınlığı ve önemi vardır. Bizim Allah lâfza-i celâlini kullandığımız gibi, Rahmân lâfzını da onlar, àlemleri yaratan yaratıcımızın ismi gibi kullanmışlar ve saymışlardır. Özel isim gibi kullanmışlardır.
Hatta Arap dil bilginlerinden bazıları, bunun Arapça’yla da sınırlı olmadığını, daha eski kökteki dillere doğru gittiğini ifade eden sözler söylemişlerdir. Biliyorsunuz Araplar da başka kavimlerin kardeşi, onların dili de Sâmî dillerinden bir grup. Tabii, İbrâhim AS’a doğru geriye gidiyor. Ondan sonra Nuh AS’a geriye gidiyor. Ondan sonra Adem AS’a varıyor. Yâni, bu Rahmân kelimesinin tarihî derinliği de var ve Rahmân deyince, Allah-u Teàlâ Hazretleri hemen hatıra geliyor.
Herhangi bir tapındıkları varlığa, o ismi vermiyorlar. Meselâ, müşrik oldukları için, kendilerinin çeşitli düşüncelerle tapındıkları başka varlıklar var ama, onlara o ismi vermiyorlar. Yâni, Rahmân dedikleri zaman, bizim Allah lafza-i celâliyle düşündüğümüz, àlemleri yaratan Mevlâ’yı düşünüyorlar. Önemli bir kelime, saygın bir kelime... Yâni, duyanı hemen böyle kendine getiren bir söz.
Rahmân ve Rahîm sözleri böyle, belki Arapça’yı da taşan, Arapça’dan önceki ana dillere doğru, kökleri derinlere giden bir söz olmakla beraber, Arapça’da da anlamı var... Rahime-yerhamu kökünden geldiğini, rahmetmek, acımak, merhamet etmek mânâsından geldiğini, biz de sezinleyebiliyoruz. Rahmân fa’lân vezninde, rahîm faîl vezninde... Tabii bu vezinde Arapça’da başka sıfatlar da var. Bunların, bu vezinlerin, bu kalıpların ne mânâ ifade ettiğini de biliyoruz.
Rahmân, mübâlağâ ifade eden bir kalıptır. Yâni bir kökten o kalıba bir sıfat getirilmişse, o mübalağa ifade eder. Meselâ, Arapça’da gadıbe kızdı demek; gadıbe-yagdabu-gadab... Biz, ze’ye çevirerek okuyoruz, gazab diyoruz. Çok kızgınsa, kızgınlık doğmuşsa bir insanda, yüzü kıpkırmızı kızarmış, çok kızmış. Böyle bir insana gadbân derler; yâni çok sinirlenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuş. Mübâlâğa ifade ediyor bu fa’lân vezni.
Rahmân, onun için çok merhametli, yâni çok lütufkâr, çok rahmedici, merhamet edici demek. Hatta o kadar rahmedici ki, mü’min olsun, kâfir olsun bütün yaratıklarına rahmediyor da, yarattığı için rızk veriyor. Hattâ kâfir olsalar, müşrik olsalar, âsî olsalar, Cenâb-ı Hakk’a karşı gelseler bile, rızıklarını veriyor. Yâni, Şeyh Sâdî rahmetlinin dediği gibi:
“—Ey kerim Allah! Sen ki gayb hazinelerinden, ateşperest olsun, putperest olsun, hristiyan olsun, sevmediğin inançtaki insanlara, sevmediğin inançtaki kimselere bile, gayb hazinelerinden lütuflar ihsan ediyorsun. Düşmanlarına bile böyle iyilik yaparken, dostlarını hiç mahrum eder misin yâ Rabbi?.. Etmezsin.” diye böyle bir zarif, lâtif, edîbâne bir mânâ işlemiş, bir şiirinde. Rahmân böyle.
Onun için eserde, yâni nakledilen rivayetlerde gelmiş ki, İsâ AS şöyle buyurmuş: (1)
الرَّحْمٰنُ، رَحْمٰنُ الدُّنيَا وَالآخرةِ؛ وَالرَّحِيمِ، رَحِيمُ الآخرة ِ.
(Er-rahmân, rahmânü'd-dünyâ ve’l-âhireh; ve’r-rahîm, rahîmü’l-âhireh) buyurmuş. Yâni: “Rahmân, hem dünyada hem ahirette kullarına lütfeden...” Dünyada da işte görüyorsunuz, kâfir, mü’min, müşrik, münafık, dinli, dinsiz, ateist, teist... neyse veriyor rızkını, sıhhatini; yaşamı için gerekli maddeleri ihsan ediyor. Ama, (Er-rahîm, rahîmü’l-âhireh) “Rahîmliği ahirette...”
Rahîm oluşu sadece mü’minlere olacak, ahirette olacak. İmanlarından dolayı, onları azabından rahimliğiyle kurtaracak, cennetine dâhil edecek, nimetlerine gark edecek.
وَكَانَ بِالمْـُؤْمِنِينَ رَحِيمًا (الأحزاب:٤٣)
(Ve kâne bi’l-mü’minîne rahîmâ) [Allah mü’minlere karşı çok merhametlidir.] (Ahzâb, 33/43) Ayet-i kerimede de böyle geçiyor.
Bunun Arap dilinde, öteki köklerle ilgili olarak, oradan çıktığını gösteren delil olarak, bir hadis-i şerif de rivayet ediliyor, Abdurrahman ibn-i Avf RA’dan sahih bir hadis-i şerif. O da cennet-mekân, yâni Aşere-i Mübeşşere’den, cennetlik bir sahabi; Allah şefaatine erdirsin... Onun mübarek hadisini rivayet edelim bu konuda, Peygamber Efendimiz SAS buyurmuş ki:(2)
قَالَ اللهُ تَعَالٰى: أَنَا الرَّحْمٰنُ خَلَقْتُ الرَّحِمَ، وَشَقَقْتُ لَهَا اسْمًا مِنْ
اِسْمِي، فَمَنْ وَصَلَهَا وَصَلْتُهُ، وَمَنْ قَـطَعَهَا قَطَعْـتُهُ (ت . عن عبد
الرحمن بن عوف)
(Kàle’llàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: (Ene’r-rahmân) “Ben Rahmân’ım, Rahmân olan benim. Yâni, ben Rahmân’ım, ben çok merhametli olanım. (Halaktü’r-rahime) Akrabalığı, yâni insanlar arasında doğumdan dolayı olan kardeşlik, dayılık, amcalık, teyzelik gibi akrabalık bağlarını yarattım; (ve şakaktü lehâ ismen min ismî) ve ona kendi ismimden bir isim ihsân ettim. Yâni bu akrabalık bağlarına rahim dedim.”
Sıla-i rahim diyoruz ya, akrabaları ile bağları kuvvetlendirmek mânâsına. Allah, “O rahim sözünü ben verdim.” diyor, “Kendi Rahmân ismimden çıkarttım, bu akrabalığa rahim ismini ben verdim. Kendi ismimden ona isim bahşettim. (Femen vasalehâ) Kim rahimine vaslederse; yâni, akrabalarına iyilik yapar, iyilik gösterir, onlarla yakınlığını, dostluğunu devam ettirirse; onlara karşı sevgisini gösterirse, hizmetlerini yaparsa; muhtaçsa ihtiyacını giderirse, açsa doyurursa, çıplaksa giydirirse, akrabalık şartlarına riayet ederse; (vasaltühû) rahimi, akrabasını kollayanı, ben de kollarım, ben de ona ihsan ve ikramda bulunurum. (Ve men kataahâ) Kim bağları, akrabalığı keserse, rahimi koparırsa, akrabalığı koparırsa; (kata’tühû) ben de ona lütfumu keserim, onunla rahmet bağlarımı koparırım.” buyuruyor.
Demek ki, bu hadis-i şerifi delil getirmiş alimler, Rahmân kelimesinin Arapça olduğunu ve rahime fiilinden geldiğini göstermek için ve müştak bir isim olduğunu göstermek için. Bir de böyle akrabalık bağlarına da Allah’ın rahim ismini, kendi isminden, Rahmân isminden pay çıkartarak, aynı kökten isimlendirme yaptığını, Peygamber Efendimiz’in bu hadis-i şerifte belirtmesini delil göstermişler.
Demek ki, Arapların bildiği ama çok saydıkları bir kelime… Bir kaç ayet-i kerimede geçiyor. O ayet-i kerimelerde de o saygınlığı seziyoruz. Meselâ:
قُلِ ادْعُوا اللهَ أَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ، أَيـًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ اْلأَسْمَاءُُ
الْحُسْنٰى (الإسراء:١١٠)
(Kuli’d’ullàhe evi’d’u’r-rahmân, eyyen mâ ted’ù felehü’l-esmâü’l-hüsnâ) “İster şu àlemleri yaratan yaratıcınıza Rahmân diye nidâ edin, Rahmân adını verin, ister Allah diye ad verin; nasıl isimlendirirseniz, onun her ismi güzeldir.” (İsrâ, 17/110) mânâsına böyle kullanılıyor.
O bakımdan, Rahmân sözü önemli. Bunu rahmet diye açıklarsam daha iyi olacağını düşünüyorum. Türkçe’de daha iyi anlaşılır. Rahmet, Allah’ın rahmeti dünyada herkese umûmî olarak geliyor. Meselâ, yağmur da şakır şakır yağıyor. Herkesi ihtiyacını karşılayacak şekilde suya kavuşturuyor. Allah’ın rahmeti yaygın, yağmur gibi şakır şakır yağıyor. Onun için bizim beldelerimizde yağmura rahmet derler, “Rahmet yağıyor.” derler.
Ama rahimliği —ayet-i kerimede kendisi beyan etmiş— mü’minlere olacak. Yâni merhamet etmesi, acıması, lütfetmesi, lütfu mü’minlere olacak, cennete sokacak.
“—E kâfirlere de lütfetse...”
Hayır! Kâfirlere dünyada rahmeti taştı, rahmetinden istifade ettirdi, nimetlerinden istifade ettirdi ama; ahirette adaleti iktizâsı, imtihanı kaybettikleri için kullar kendilerine kendileri ettikleri için, cezayı hak ettiklerinden, onları cehenneme atacak.
Demek ki, Rahmân ve Rahîm; şimdi bu iki sıfat böyle... Yâni, birisi umûmî, yaygın, şâmil; birisi husûsî, mü’minlere mahsus...
b. Korku ve Ümid
Şimdi, “(El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) dedikten sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bunun arkasındaki bir ayet-i kerimede, bu iki kelimeyi bir ayet-i kerime yaparak (Er-rahmâni’r-rahîm) demesi nedir?” diye bazı alimler düşünmüşler. Diyorlar ki: “Bu bir müjdedir, bir iltifattır, bir tesellîdir, bir okşamadır.”
Çünkü (rabbi’l-àlemîn) deyince, —tabii mânâsını geçen sefer izah ettim— àlemlerin Rabbi, sahibi mânâsına geliyor. Orada bir korkutma var. “Bak o sahibiniz, àlemlerin sahibi, karışmam ha!” gibi bir mânâ var. Ama “Er-rahmân, er-rahîm” deyince, orada da bir müjde var. Yâni, “Korkmayın, özellikle mü’minler korkmasın! Onlara müjdeler olsun! Allah’ın lütfu, rahmeti onlara gelecek!” mânâsına.
Kur’an-ı Kerim’de böyle korkutmayla müjdeleme, tebşir ile tehdit, tergîb ile terhîb —tergîb rağbetlendirmek, terhîb de korkutmak—ayet-i kerimelerde yan yana bulunur, dengeli olarak.
Meselâ, Kâbe-i Müşerrefe’nin şöyle Hacerü’l-Esved’den, “Bi’smi’llâhi allàhu ekber” deyip tavafa başladığınız zaman, kapısının olduğu kenarını yürüyorsunuz; yuvarlak, yarım daire şeklindeki Hatîm tarafına geliyorsunuz. Dönerken Kâbe’ye bakarak böyle yürürseniz, o Hatîm’in yukarısına doğru başınızı kaldırdınız mı, oradaki ayet-i kerimeleri görürsünüz. Kâbe-i Müşerrefe’nin örtüsü üzerinde ayet-i kerimeler var, altın sırma ile işlenmiş, pırıl pırıl parlıyor, görülüyor. Tavaf edenler görüyorlar. Paslanmıyor, yağmurdan, güneşten bozulmuyor. Çünkü hakîkî altından işlenmiş ayet-i kerimeler.
Kâbe-i Müşerrefe’nin siyah örtüsünde de yazılar var. Onu da, yakınına giderseniz görürsünüz; siyah yazı, dokunurken dokuması yazı olarak işlenmiş. Uzaktan bakarsanız, siyah bir ipek örtü olarak görürsünüz. İpektir Kâbe’nin örtüsü, siyah ipektir. O da onun için bozulmuyor güneşten, yıpranmıyor, böyle bir sene duruyor. Her sene değiştiriyorlar, ondan sonra parça parça hediye ediyorlar. Kıymetli insanlara, o altın yaldızlı kısımlarını; öbür nasiplilere de, işte neresinden nasib olursa, bir parçasını hediye ediyorlar. El-hamdü lillâh, bizim de duvarlarımızı süslüyor.
Kâbe'nin Örtüsü
O siyah örtüde de (Allah) yazıyor, şöyle üçgen şeklinde lâfza-i celâl var bir... Ondan sonra (Yâ hannânü yâ mennân) yazıyor bir satırında... (Sübhàna’llàhi ve bi-hamdihî) yazıyor bir satırında. Yâni bu tekerrür ediyor.
سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيمِ. يَا حَنَّانُ، يَا مَنَّانُ. َاللهُ.
(Sübhàna’llàhi ve bi-hamdihî, sübhàna’llahi’l-azîm. Yâ hannânü, yâ mennân. Allah) diye, bu böyle alt alta, üst üste, yan yana, Kâbe’nin siyah örtüsü üzerinde yazılı.
Ama bir üstünde kuşak halinde, köşelerde de madalyon halinde, altın sırmayla işlenmiş ayetler var. İşte tam Hatîm’in yâni yarım dairenin hizasında, Altınoluğun altında ayet-i kerime var. Oraya baktığınız zaman, böyle tavaf ederken okuyabilirseniz, gözleriniz âşinâysa... Buyuruyor ki Allah:
نَبِّئْ عِبَادِي أَنـِّي أَنـَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (الحجر:٤٩)
(Nebbi’ ibâdî ennî ene’l-gafûru’r-rahîm) “Kullarıma müjdele ki, ben Gafûr ve Rahîm’im! Ey Rasûlüm, kullarıma benim Gafûr ve Rahîm olduğumu müjdele!” (Hicr, 15/49)
Tabii oraya o yazılmış. Ama onun arkasından, o sûreye müracaat edip de onun arkasını okuduğumuz zaman:
وَ أَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الأَلِيمُ (الحجر:٥٠)
(Ve enne azâbî hüve’l-azâbü’l-elîm) diye devam ediyor. “Evet ben Gafûr ve Rahîm’im, çok mağfiret ediciyim, çok merhamet ediciyim ama; azabım da çok elem verici, çok şiddetli, çok fecî, çok şiddetli azabdır.” diye bildiriyor. (Hicr, 15/50) Yâni hem o var, hem o var...
إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ َوإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (الأعراف: ١٦٧)
(İnne rabbeke leserîu’l-ikàb) “Hiç şüphe yok ki seni Rabbin ey Rasûlüm, şiddetli, süratli ceza vericidir, azab vericidir. Suçun cezasını kafasına indirir, suçluyu cezalandırıcıdır. (Ve innehû legafûru’r-rahîm) O gafur ve rahîmdir aynı zamanda.” (A’raf, 7/167) Hemen arkasından gafûru’r-rahîm’liğini de bildiriyor.
Yâni kâfiri tehdit veya âsîyi tehdit; mutî, edib kulu da taltif bir arada oluyor.
Kâbe-i Müşerrefe
Burada da öyle… Rabbü’l-àlemîn deyince, “Ay!” diyecek, korkacak. “Acaba Rabbim beni affedecek mi, affetmeyecek mi? Lütfedecek mi, yoksa kahrına gazabına uğrar mıyım?..” filân diye korkan kuluna, arkasından, (Er-rahmâni’r-rahîm) “Rahmeti çok yaygın, ondan sonra da merhameti, lütfu çok olan Allah” diye, Esmâ-i Hüsnâ’sından iki güzel sıfatı ayet olarak sıralamış.
Er-rahmâni’r-rahîm” iki kelimelik bir ayettir. Biliyorsunuz, ayetleri anlatırken söylemiştim baştaki açıklamalarımda. Ayetler bazen harf bile olur. (Elif, lâm, mîm.) Bu bir ayettir işte. Yâni, üç tane harf... Öyle olabilir, böyle iki kelimeden de ibaret ayet olabiliyor. Cümle de olur. Bazen koca bir sayfa da, yâni kaç tane cümleden, hatta paragraftan ibaret ayet de olabilir.
Peygamber SAS Efendimiz’den Ebû Hüreyre RA rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: (3)
لَوْ يَعْلَمُ الْمُؤْمِنُ مَا عِنْدَ اللَّهِ مِنَ الْعُقُوبَةِ، مَا طَمِعَ فِي جَنَّتِهِ أَحَدٌ؛
وَلَوْ يَعْلَمُ الْكَافِرُ مَا عِنْدَ اللَّهِ مِنْ الرَّحْمَةِ، مَا قَنَطَ مِنْ جَنَّتِهِ أَحَدٌ
(م. عن أبي هريرة)
(Lev ya’lemü’l-mü’minü mâ inda'llàhi mine’l-ukùbeh, mâ tamia fî cennetihî ehadün; ve lev ya’lemü’l-kâfiru mâ inda’llàhi mine’r-rahmeh, mâ kanata min cennetihî ehadün.)
Bu da, aynı mânâyı zihnimize artık kitâbe nakşeder gibi nakşeder. Yâni nakkaşların, kitabe yazıcıların, mermerin veya taşın üzerine böyle derin derin, artık asırlarca duracak yazıyı yazdıkları gibi, gönlümüze yazılması gereken bir hadis-i şerif. Hem müjde var, hem teselli var, hem tehdit var. Buyurmuş ki, Peygamber SAS Efendimiz:
(Lev ya’lemü’l-mü’min) “Eğer mü’min bilseydi, (mâ inda’llàhi mine’l-ukùbeh) Allah’ın huzurunda, yanında cezalardan neler var, neler var... Yâni, ne çeşit cezalar var, suçlulara hazırlanmış ne çeşit ikàb, azab ve ceza var; bir bilse mü’min; (mâ tamia fî cennetihî ehadün) Allah’ın cennetine, ‘Ben cennete girerim!’ diye hiç kimse ümit besleyemezdi. “Acaba ben cennete girer miyim?” diyecek hâli kalmazdı.”
Hep Allah’ın azablarını düşünse, ne kadar kahhâr olduğunu, ne kadar azîzün zü’ntikàm olduğunu okusa, sırf o bilgileri dinlese ve onları bilse ve ahirette cehennemliklere ne çeşit azabların hazırlandığını hadislerden toplasa, peygamberlerin bildirmesiyle kendisine gelen haberlerden bilse; ya da bildirilmeyen nice azablar var, onları öğrenmiş olsa; hiç kimse cennete tama’ edemezdi.
Çünkü bazı insanlar, “Ben iyi bir şey yapıyorum!” sanır da, Allah-u Teàlâ Hazretleri, o iyi bir şey yapıyorum sanan insanı cehenneme sevk edebilir. O bilemez, kendisini değerlendiremez. Kendisini iyi insan sanır ama, cezayı yiyecektir. Bazı insanlar da, kendisini çok suçlu, çok günahkâr sanır ama, Allah’ın hoşuna gidecek halleri vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi en güzel değerlendiriyor, en güzel ölçüyor.
(Ve lev ya’lemü’l-kâfiru mâ inda’llàhi mine’r-rahmeh) “Eğer kâfir de, Allah’ın yanında Allah’ın rahmeti cinsinden, lütfu, keremi cinsinden neler neler olduğunu bilseydi; (mâ kataa min cennetihî ehadün) Allah’ın cennetinden hiç kimse ümidini kesmezdi.”
“—Canım, Allah’ın rahmeti çokmuş, sonsuzmuş, şu çeşit, bu çeşit rahmetleri var, şunları bunları hep affedecekmiş...” filân diye duysa, bu bilgiler kendisine ulaşsa, ahirette Allah’ın nasıl rahmetiyle tecelli edeceğini bilse; o zaman kâfir bile Allah’ın cennetinden ümit kesmezdi, o kadar kâfirliğine rağmen.
Demek ki, bu iki tarafı iyi düşünmesi lâzım insanların: Allah’ın azabları da çok, mükâfatları da çok... Rahmeti de çok geniş. Affedecek, mağfiret edecek, rahmet edecek, lütfedecek, ihsan edecek, ikram edecek... Bunlar da çok. Ama, “İnce ince hesap da edecek, zerre kadar şerri olanın da cezasını verecek. Azizün zü’ntikàm olduğu için, dünyada kendisine âsî olanları da cezalandıracak!” diye o kahırları, o mahkeme-i kübrânın şiddetini düşündüğü zaman da;
“—Eyvah! Böyle bir hesaba ben de tahammül edemem, ben de bir ince hesaptan geçirilirsem halim harab olur!” diye korkacak.
Zâten insanın, bu iki duyguyu beraber taşıması arzu edilen bir şey. Peygamber Efendimiz’in öğrettiği bir şey, tavsiye ettiği bir şey. İnsan korku ile ümit arasında olacak. İyi bir mü’min, hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeyecek; Allah’ın rahmeti çok diye, mü’minleri affedecek diye, mü’minlere merhametli diye... Hem de, “Acaba bilmediğim bir taraftan bir büyük suçum var da, ben onu küçük sanıyorum da, anlayamıyorum da, ama o Allah indinde büyükse; oradan acaba bir yakalanırım da, suçlu çıkarım da cezaya çarpılır mıyım?” diye korkacak.
Buna ne deniliyor?.. Havf ile recâ arasında olmak, yâni korku ile ümit arasındaki bir noktada olmak. Yâni tam korkup, tir tir titreyip, feleğini şaşırmış da olmayacak bir mü’min; tam ümitli, pür neşe, gamsız, kasâvetsiz, vurdum duymaz, aldırmaz bir kimse de olmayacak. Hem korkacak, hem umacak. Ümidini de kesmeyecek, korkusunu da yitirmeyecek.
Ama, Peygamber Efendimiz tavsiye buyurmuş:
“—Ömrünün âhirine doğru ümit tarafını arttırsın!”
Çünkü artık yaşamı yaşadı, artık böyle ümit tarafını daha fazla düşünsün. Çünkü Allah hakikaten mü’minlere rahmetiyle muamele edecek. Ama gençliğinde öyle derse... Birçok kimse öyle yapıyor şimdi, duyuyoruz. Yâni Türkiye’de, yaşadığımız muhitlerde: “Allah gafuru’r-rahimdir canım, affeder canım!” filân diye öyle şeyler yapıyor ki, ben bile tüylerim diken diken oluyor, korkuyorum. “Bu ne cesaret böyle, hiç aldırmadan bu suçları nasıl işliyor?” filân diye.
Böyle pervâsız giden, korkusuz giden, Allah affeder diye suçları biriktiren, bir gün affedilmeyecek bir duruma düşüp de, tabii cezasını çekebilir. İhtiyatlı olmak lâzım!
Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin halimliği, rahimliği, mü’mini aldatmasın. Şeytan bazen bunları öne sürerek mü’mini aldatır:
“—Canım, Allah rahimdir, halimdir, afüvdür, kerimdir. Şu gençliğini yaşa, şu günahı işle; sonra tevbe edersin, hacca gidersin, sadaka verirsin, iyilik yaparsın, mektep yaparsın, ziyafet çekersin de, Allah affeder.” filân diye aldatır.
Şimdi şeytan ilk önce bu kötülükleri yaptırmak için uğraşır, aldatır. Adam da kànî olur:
“—Tamam canım, ben de duydum ki Allah’ın rahmeti gazabından daha fazlaymış, lütfedecekmiş. Allah’ın rahmetinden ümid kesmek harammış, yasakmış. Ayet-i kerimede:
لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ (الزمر:٥٣)
(Lâ taknetù min rahmeti'llâh) [Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!] diye de buyruluyor. (Zümer, 39/53) Gidelim bu akşam kafaları çekelim! Gidelim falanca eğlence yerine, eğlenelim, felekten bir gün çalalım! Şu fânî dünyada işte biraz zevk yapalım! Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan... Vur patlasın, çal oynasın...” der.
İşte artık şâirlerin, gazelcilerin şarkıcıların, türkücülerin gazinoların, çeşitli eğlence yerlerinin hallerini biliyorsunuz. Tarihi de biliyorsunuz. Edebiyat tarihini, eğlence edebiyatını, meyhane edebiyatını biliyorsunuz. Şarap edebiyatını, içki edebiyatını biliyorsunuz.
İşte maalesef, edebiyat kitaplarından başlıyor bu iş. Herkes bunu biraz gülerek, tebessümle, yandan çarklı tebessümle dinliyor filân. “Olur böyle şeyler!” diyor, “Gençlikte oluyor.” diyor.
Ama bu, şeytanın bir aldatması… Şeytan ilk önce kenara çekiyor, bataklığa çekiyor, ayağını çamura sokuyor. Ondan sonra çıkamıyor, boğuluyor orada... Yâni, günah küçüktür diye başlıyor insan, sonra o günah büyüyor. Kıvılcım küçükken büyük bir yangın oluyor, söndürülemiyor. “Bir şey olmaz!” derken, yürürken yürürken...
İskoçya’nın insan yutan kumsalları varmış. Deniz çekildiği zaman çamurlu bir yer. İşte yürüyor insan, yürüyor yürüyor, bir şey olmuyor derken, birden fırt diye dizine kadar bir batarmış. Çıkayım derken, öbür dizi batarmış. Çırpındıkça daha dibe inermiş. Nihayet beline kadar, nihayet göğsüne kadar, nihayet boynuna kadar... Nihayet bir gelip kurtaran olmazsa, bağıra bağıra dibe doğru çamurun içine gider ve boğulur gidermiş. İnsan yutan kumsallar deniliyor.
Şeytan da insanı o çamurlu sahaya, batak sahaya çekiyor, alıştırıyor. Ondan sonra, kişi yaptığı işin suç olduğunu bilse bile, artık kendisini toparlayıp da oradan paçayı kurtaramıyor. Çabaladıkça batıyor.
Ondan sonra da, “Olan oldu. Zâten Allah beni affetmez!” diyor. Bir de o tarafı var. Bir de o noktaya geliyor insan.
“—Allah beni artık affetmez!”
“—Neden?..”
“—Ben o kadar suç işledim, o kadar çok günah işledim ki Allah beni affetmez. Benim günahlarım affolacak günahlar değil!” diyor.
Bu da yanlış.
Halbuki, hangi noktada olursa olsun, bir insan ne kadar suç işlemiş olursa olsun, bir mücrim hatasını anlarsa, pişman olursa, tevbe-i nasuh ile, yâni samîmî, içten bir tevbe ile tevbe ederse; Allah-u Teàlâ Hazretleri affediyor, seviyor.
Bakıyorsunuz bir eşkıyâ, bir gecede evliyâ oluveriyor. Tarih kitaplarında var, hayatımızda var. Hapishaneden çıkmışken dönüyor, tevbe ediyor. Duyuyorsunuz, meşhur bir kimse bakıyorsunuz, meselâ Cat Setevens Yusuf İslâm oluyor. Memleketimizde de bazı böyle sanatkârlar var; örtünüyor, kapanıyor, namaza başlıyor, hacca gidiyor.
Yusuf İslam
Mısır’da böyle bir artist, meşhur, herhalde filmler filân çeviren bir kimse... Ben Mekke-i Mükerreme’de Harem-i Şerif’te, müezzin mahfelinin yanında oturuyordum. Önümde de birileri oturuyordu. Bana dediler ki:
“—Hocam, bak bu öndeki, Mısır’ın çok meşhur film artistlerinden birisi... Tevbekâr oldu, namaza niyaza başladı. Güzel bir dönüşle dönüş yaptı. İşte bak hacca gelmiş, yanındaki de çocuğu...” dediler.
Evet, böyle güzel bir dönüşle dönüş yaptığı zaman, tevbe-i nasuh ile tevbe ettiği zaman, Allah eski günahlarını siler. Bu da var... Yâni, Allah’ın rahmeti geniş olduğundan, kâfir de, mücrim de, suçlu da, günahkâr da Allah’tan ümidini kesmeyecek. Dönerse, iyi kul olursa, bakarsın imtihanı kazanabilir.
Hani çocuk sınıfı tembel tembel gidiyor, gidiyor; fakat sonradan bir aklı başına geliyor:
“—Yâ yazık değil mi, benim annem babam beni okutmak için bu kadar masraf yapıyor!” filân diyor, bir çalışıyor.
Öğretmen de acıyor:
“—Hadi evlâdım çalış, ben seni bir daha imtihan ederim, bir daha sözlüye kaldırırım! Şurayı çalış, burayı çalış...” diyor.
Bakıyorsunuz, sınıfta kalacak gibiyken, geçiyor. Çalışınca, gayrete gelince, sınıfı geçebiliyor. Tembel gibi görünen bir öğrenci bile kurtulabiliyor.
Hayat da böyle, kulluk imtihanı da böyle… Yâni şeytan, bir; “Günah küçüktür!” diye, günaha düşürüyor. İkincisi; “İşlediğin günahlar çok büyüdü, artık seni Allah affetmez!” diye, tevbeyi geri bırakmaya çalışıyor.
Şeytanın oyunları bitmez. Anlatsak, anlata anlata bitmez. En iyisi tabii, etraftaki insanları nasıl aldattığını ibret gözüyle insanın temâşâ etmesi... Şöyle kenara çekilip, sanki şeref tribününden oyunu seyrediyormuş gibi, şu insanların hallerini ibretle seyrederse; şeytan onu nasıl aldatıyor, bunu nasıl oyalıyor, ötekisini nasıl cehennemlik hâle getiriyor; anlar. Etrafına ibretle bakan, olayları gayet güzel anlar. Tabii din kitaplarını okursa, hele hele Peygamber SAS Efendimiz’in mübarek hadis-i şeriflerini okursa, bir insan gayet güzel anlar ki, şeytanın bin bir türlü hilesi var.
Dinin inceliklerini anlamanın yolu nedir sevgili izleyiciler?.. Hadis-i şerifleri okumak... Yâni, dini doğru yorumlamak için, Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamak için, en iyi çare Peygamber Efendimiz’i iyi tanımak, hadis-i şeriflerini iyi öğrenmektir.
Ben de onun için, Kur’an-ı Kerim’i, ayetleri anlatıyorum derken, hemen her vesile ile hadis-i şeriflerden istifade ediyorum, onları size naklediyorum ki, Kur’an-ı Kerim doğru anlaşılsın. Yanlış yorumlanmasın ve insanlar da şeytanın çeşitli oyunlarına kanmasın, tuzaklarına düşmesin, helâk olmasın...
Yâni, günahkâr insan ümidini kesmeyecek. Allah Erhamü’r-râhimîn’dir, Rahmânü’r-rahîm’dir, affedebilir. Hangi noktada olursa olsun, hayatının hangi noktasında olursa olsun, dönecek, iyi kul olmaya başlayacak. Belki ondan sonraki çalışmalarıyla Allah onu affeder, eski günahlarını siler, cennete girebilir.
Ama mü’min de korkacak. Yâni, “Ben Allah’ın mü’min kuluyum. Allah beni cennetine sokmayacak da kimi sokacakmış yâni?” filân gibi, acaib sözler söyleyenleri de çok duymuşsunuzdur.
Allah’ın hiçbir şeye mecburiyeti yok! Sonra bizim ibadetlerimiz de cenneti kazanmak için yeterli değil. Bütün ömrümüzü ibadetle geçirsek, bir gözümüzün, bir kulağımızın, bir aklımızın, bir sıhhatimizin bedelini ödemeye yetmez. Bizim yaptığımız işlerin ne kıymeti var? Zâten ibadete kuvveti de o veriyor. İbadeti sevme aşkını, şevkini de o veriyor. Her şeyimiz gene ondan. Kimin malını kime satıyoruz da, kimden ne ücret istiyoruz yâni?.. Hepsi Allah’ın fazl ü kereminden.
Onun için, mü’min de şımarmayacak. Mü’min de haddini bilecek. Bilecek ki, bunlar Allah’ın kendisine bir ikramıdır. Şükrünü artıracak, edebini artıracak. Allah’a sevgisini artıracak:
“—Yâ Rabbi, ben senin yüzü kara bir kulun iken, sen bana öteki kullardan farklı şu şu şu ikramları yaptın. Yâni benim ne özelliğim var, ne üstünlüğüm var? Sırf senin lütfundan bu... Bak Bosna’daki kardeşlerimiz ne sıkıntılar çekiyorken, falanca beldedeki kardeşlerim su bulamıyorken, açlıktan, yoksulluktan kırılıyorken; Somali’deki müslümanlar şöyle iyi, Afrika’daki müslümanlar böyle temizken, şöyle yoksul... El-hamdü lillâh, benim yediğim önümde, yemediğim elimi uzattığım yerde, ardımda... Sağımda, solumda türlü türlü nimetler... Sana çok şükür yâ Rabbi!” diyecek, şükrünü artıracak, edebini artıracak.
Şımarıklığını artırmayacak, “Ben mü’minim!” diye küstahlığını artırmayacak, kabarmayacak hindi gibi. Yâni hindi kabarıyor da ne oluyor?.. Şöyle sakin dururken birden bir bakıyorsunuz, tüylerini kabartıyor, kabartıyor, kabartıyor, ooo... Boğa kadar böyle kocaman bir şey oluyor ama, onun boğasından ne olacak? Kedi onun üstüne fırt diye bir atladı mı, veya köpek hart diye boğazından bir ısırdı mı, hindinin kabarmasının bir kıymeti kalmıyor. Kabarması boşuna...
Yâni, öyle baba hindi gibi boş yere kabarmayacak. “Allah’ın cezası olabilir.” diyecek. “Ben bunun hesabını bi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Haberleri