Hülya Okur'un röportajı
“Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna(ağzındaki kusmuğu) kay verir.”Mustafa İslamoğlu da tam bunu yapıyor bana göre. Kendi tecrübesinden geçirerek yeniden ürettiği; yeni, taze ve sıcak, süt tadında bir ilişki sunuyor insanlık alemine. Hani “Ya âlim ol, ya talebe ol, ya dinleyen ol, ya bunları seven ol, beşincisi olma, helak olursun(ölürsün)” diyor ya Resulü Ekrem. Benim birinciye ve ikinciye gücüm yetmedi. O yüzden sevdim İslamoğlu’nu.
Adına baksam Muhammed’i, soyadına baksam İslam’ı, yüzüne baksam günahlarımı, sözlerine baksam Kuran’ı, nereden bakarsam bakayım, Allah’a ‘dost olma’ şerefine nail olabilecek bir fıtratı görüyorum. O sebepledir ki, nu nitelikli Müslüman’a kulak verelim. Zira, unutmayalım, "Akıbet muttakilerindir"
Mustafa İslamoğlu, sonunda kazanacak olanlardan biriyken, bizler de başında kaybetmeyelim…”
***
Ebu Hamid el-Gazzali gibi;” Her soruya cevap vermek cinnettir" demezsiniz umarım hocam
Dersine iyi çalışıp gelmişsin…
“BEN DÜNYAYA GELMEDEN ADIMI BABAANNEME SÖYLEMİŞLER”
28 Ekim 1960 tarihinde Kayseri'nin Develi ilçesinde dünyaya geldiniz. Dünyaya gelişiniz hangi hikmetle anlatılır? Annenizin ölürken sizi dünyaya hangi görev için bıraktığını düşündünüz?
Ben bunu hiçbir yerde anlatmadım çünkü yanlış anlaşılabilir diye. Ama böyle bir soruyla hiç karşılaşmadığım belki de hiç anlatmadım. Burada hiç kimseye söylemediğim bir şeyi söyleyeyim o zaman. Benim ve çevremin bildiği. “Ben dünyaya gelmeden adımı babaanneme söylemişler” Babaannem, beni ‘Adı doğmadan konmuş yavrum’ diye severdi. Annem 3 yaşımda vefat ettiği için, Babaannem bana annelik etti. Benim annelerim çok oldu ama babaannem birinci annem oldu. Çok değerliydi. Altı oğlan büyütmüş, bir fiske vurmamış. Böyle bir anneydi, ben onun torunuydum. Ona, ben doğmadan altı ay evvel ismim söylenmiş, erkek olacak, ‘Mustafa’ olacak diye. Buradan bir misyon çıkartılır mı bilmiyorum. Bence bu rüyadan bir şey çıkartılmamalı. Çıkartılacaksa bile, bu hiçbir şeyden haberi olmayan bir sabiye değil, o babaannenin ve çocuklarının samimiyet ve kulluğuna verilmiş bir ödüldür diye düşünmeli. Allah’ın sıradan bir kulu olarak doğmuşuz yani.
“CİHANA SULTAN OLMAKLA, KURAN’A KURBAN OLMAK ARASINDA TERCİHİM OLSAYDI KURAN’A KURBAN OLURDUM”
Olur mu, Peygamberimizin mukadderatıyla benzerlik kurulması bakımından da bir önemi var tabi. Tefsir çalışmalarınızın sonlandığı bir programda sinevizyon gösterisinde, eşiniz ve kızınızın söyledikleri, Kur'an üzerine çalışanların evlerinin nail olduğu bereketi yansıtmış izleyiciler üzerinde. Ailece Kuran’la iştigal ediyor olmanız, dünya değil de ahret hayatını dünyada kurduğunuza mı delalet?
Elhamdülillah. Bundan dolayı Rabbime çok teşekkür ederim. Bana cihana sultan olmakla, Kuran’a kurban olmak arasında bir tercih sunsaydı, Kuran’a kurban olmayı tercih ederdim. Tam istediğimi verdi. Başka hiç bir şey istemiyorum. Efendimiz diyor ki; “Müminin dünyadaki cenneti ailesidir. “ Bu hadisi duymuş muydunuz? Bu müthiş bir şey. Benim dünyadaki cennetim o kadar büyük ki! Bir kişinin bir ailesi olur; çekirdek aile gibi, ya üç kişidir ya on kişidir. Benim yüzlerce, binlerce kişilik ailem var. Şimdi onlardan biri de siz oldunuz. Dolayısıyla eşimin söylediği doğru, ben de hatırlıyorum, çok duygulanmıştım, hatta gözlerim dolmuştu. “Eşim çocuklarına bir Elif öğretmedi ama Kuran’la nasıl yaşanacağını öğretti” demişti.
Daha doğrusu “Müslümanca dik durmayı ve onurlu olmayı öğretti” demiş.
Eyvallah. Sağ olsun. Teveccüh etti hanımefendi ama bunun çeyreğini yapabilmiş olsaydım keşke. Ama ben memnunum bu manada çünkü çocuklarım ve ailem beni bir hoca olarak değil, Kuran’ın önünde diz çökmüş bir talebe olarak gördükleri için benim işim kolaylaştı. Ben onlara dedim ki:” Ben öğretmeyeceğim, benim öğrendiğim yerden öğrenin, benim aldığım yerden alın, benim öptüğüm eli öpün, eğer bana imreniyorsanız, size de hocalık yapsın bana hocalık yapan, buyurun hocam burada, hocam sizin de hocanız olsun”
MÜSLÜMAN ALEMİNE VERMEYE ÇALIŞTIĞIM: “İNSANLIĞIN VİCDANI OLALIM”
Peki ailenizin gözlemleriyle edindikleri bu ilim, bize yani Müslüman alemine öğretmeye çalıştığınız da tam bu mu? Yani Müslüman’ca dik durmayı ve onurlu olmayı…
Müslüman alemine benim vermeye çalıştığım hattı zatında şudur: “İnsanlığın vicdanı olalım” Bugün hutbemde de onu işledim. Bugün hutbemde, bir Yahudi annenin Avrupa Parlamentosunda yaptığı konuşmayı okudum. Hutbeme bir Yahudi anneyi konuk ettim. Yahudi anne, yalnız Müslümanların, insanlığın vicdanı olduğunu keşfetmiş, fark etmiş, hala Yahudi ama bunu itiraf ediyor. Dolayısıyla da benim arzum da bu:”İnsanlığın vicdanı biz olalım” Mazlum ağladığı zaman “gözümün yaşını ilk kim siler” diye düşündüğünde, ilk bize gelsin. Haksızlığa uğradığı zaman biri, benim haksızlığımı kim giderir diye ilk düşündüğünde bize gelsin. Biri hatta düşmanımız eşini birine emanet etmek istediğinde, kime emanet edebilirim ki güvenebilirim ki diye düşündüğünde, ilk aklına gelen biz olalım. Ben bunu istiyorum. Bu ümmet böyle olsun, benim gözümde yıldızdır. Yani kişi başı Milli Hasılada şuraya gelelim, ulusal bilgi üretiminde şuraya gelelim, silah üretiminde, teknolojide şuraya gelelim değildir mesele…Benim için değerli olan ölçü budur. Vicdanları ne kadar teskin ettiniz, kaç mazlumun ahını dindirdiniz, adalet çıtanız ve kat sayınız neredeydi nereye çıktı? İşte budur bütün mesele.
“GÜNEŞİN IŞIĞINI İNSANLIĞA YANSITMA KONUSUNDA BİZİM KUSURUMUZ VAR”
Peki bu bilgileri insanların edinmesi için nasıl bir yol açıyoruz? İsrailliler, Gazze Gemisi yolcularının eşyalarını alı koyduğunda, Hakan Albayrak’ın valizinde sizin meal tefsirinizin birinci cildi bulunuyormuş. Albayrak,” Buna çok sevindim. İnşallah İsrail'le ilgili ayetleri dikkatlice okurlar”demişti. Diğer dinlerin bizden öğreneceği şeylerin yolu nedir?
Aslında öğretmenin en güzel yolu yaşamaktır. Bizim en büyük kusurumuz da yaşamak konusundadır. Biz güneşi kendimize saklıyoruz çoğu kez, bu güneşe haksızlıktır, bu kendimize de haksızlıktır. Onun için biz güneşe ay/na olmalıyız, yani biz güneşe ay olmalıyız. Dolayısıyla güneşin ışığını insanlığa yansıtma konusunda bizim kusurumuz var. Çünkü sırçamız dökülmüş, yani aynamız göstermez olmuş, kararmış. O zaman ustamıza geri müracaat edeceğiz, “Aynamızı parlat ey hoca!” diyeceğiz, o hoca da ‘Kuran’ olacak.
“KURAN’I MUHAFAZA ETME BİLİNCİMİZ, ANCAK BİLGİMİZLE ORANTILI”
Kuran ama onun vesilesi de biz size başvuracağız tabi. 1992 senesinde Fatih semtinde bir evde başlangıcınızı yaptığınız tefsir dersleri, Hilal TV'ye taşındı. Kendinizi Kuran’ı muhafazaya adadığınızı söyleyebilir miyiz? Kuran’ı indiren, her dönemde onu koruyacak şartları da kendisi hazırlıyor. Bir alim eliyle onu korumanızın riskleri neler?
Amin. Ne güzel hüsn-i zan ediyorsunuz. Ah beni de onlar arasına katmış olsa, bunu bilsem eğer, ayağa kalkar çifte telli oynardım. Allah kitabını korur. Koruyacağını kendi söylüyor ama Allah her şeyi bir vesile ile yapıyor. Birilerini vasıta ediyor, doğrudur. Allah’ın kitabını koruma yöntemlerinden biri de alimlerdir. Ben onlardan değilim, ben sadece talebeyim. Mütevazı bir talebeyim. Kendimce bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Sadece Kuran’a talebeyim. Fakat şunu söyleyeyim, Kuran’ı muhafaza etme konusunda hepimize çok şey düşüyor. Kuran’ı muhafaza etme bilincimiz, ancak bilgimizle orantılı. Bu bilgimiz eğer, sahih değilse, zayıfsa kof bilgiyse, tahrif edilmiş bir bilgiyse, biz Kuran’ı muhafaza etme adı altında; geleneği, tahrif edilmiş şeyleri, efsaneyi, mitolojiyi, miti muhafaza ederiz. Ve adını da ‘Kuran’ı muhafaza’ koyabiliriz. Yani yemeği dolaba, kokuttuktan sonra koymuş oluruz. Kokmuş yemeği, dolaba koyup da yemeği dolapta muhafaza edersiniz ama kokmuş olarak muhafaza ediyorsunuz, artık kokmuştur o. İsterse dolabınız dolu olsun, yiyecek bir yemeğiniz yok sizin. “Kokutmadan koymak”… Bize düşen de bu. Allah’ın muradını doğru anlamak ve o anladığımız şeyleri de insanlığa, hiçbir beklenti taşımaksızın, hiçbir ücret almaksızın doğrudan yansıtmak ve ücreti de Allah’tan beklemek. Gözlerdeki ışıltıyı, ücret bilmek, yüreklerdeki sevgiyi ücret bilmek, dillerdeki teşekkürü en büyük ücret bilmek, zihinlerdeki aydınlanmayı en büyük ücret bilmek, Allah’ın bize indireceği nuru, en büyük ücret bilmek, bu kadar. Hep bir şeye inandım: İyiliğe ödül beklenmez. Zira iyilik yapmanın kendisi yapana verilmiş bir ödüldür.
Bu mükemelliyet içinde bir kusur arıyorum, siz onu muhakkak bize söyleyeceksiniz. 1987’de çıkan ilk şiir kitabınızda: “Ben bir yasak işledim / sorgum yapıldı…Suçsuzum dedim ama değildim…İmrenerek bakmıştım uçan bir kuşa” diyorsunuz. Kendinizi hangi bakımdan potansiyel bir suçlu olarak sayarsınız?
Mükemmellik yok. O Allah’a mahsus. Nasıl ki mükemmellik Allah’a yakışırsa, kusur da kula yakışır. Her gün suç işliyoruz, her gün kusur işliyoruz. Allah’tan gafil aldığımız her nefes bir kusurdur. İkincisi yapmamız gerekip de yapmadığımız her şey bir suçtur. Üçüncüsü bizler kuluz, kul kusursuz olmaz, kul hatasız olmaz. Hatasız kul olursa kul olmaz. Kulun kulluğu için hata lazım. Onun için asıl olan hata yapmamak değildir. İyi insan, hatasız insan değildir, hatası sayılabilir insandır.
“NE KADAR KÜRT SORUNU VARSA O KADAR TÜRK SORUNU VAR BANA GÖRE”
'Silahların daktilonun yanına konduğu bir dönem' diye tarif ettiğiniz bir tutukluk dönemi yaşadınız 95 yılında. Kürt meselesi ile ilgili yaptığınız bir konuşmadan dolayı, düşünce suçundan mahkûm edildiniz. Bugünün şartları sizi anlamaya daha elverişli sanırım, Kürt Sorunu'na nasıl bir İslâmi çözüm öneriyordunuz?
O gün Kürt sorunu için şunu söylüyordum: Bu topraklarda Kürt sorunu başta yoktu. Böyle bir sorunumuz yoktu bizim. Aslında bu topraklarda sorunu, Kürt sorunu diye koymak da yanlıdır, taraflıdır. Ne kadar Kürt sorunu varsa o kadar Türk sorunu var bana göre. Yani Türk sorununu göz ardı ederek Kürt sorununu çözemezsiniz. Peki bu topraklara Kürtler yeni mi geldi? Yani Kürtler bir yerdeydi, bu topraklarda değildi, geldiler, sorun oldu. Böyle bir şey yok. Biz bu topraklarda başından beri beraberiz. Eğer gelen biri varsa, biz Türklerdir. Dolayısıyla niye geldiğinizden bu tarafa 900-1000 yıldan beri bu sorun çıkmamış da, son yüzyılda çıkmış? İşte sırrı burada. Aslında bu topraklarda bizim bir sorunumuz yok. Bazı Kürtlerle bazı Türkler sorun çıkarıyor. Onlar niye sorun çıkarıyor, onların sorun çıkarma nedeni de, bazı Kürtler ve Türklerin kendilerini birleştiren noktalara yabancılaşmış olması. Çimentonun dökülmesi, çimentonun çürümesi. Peki o noktaların başında ne gelir? ‘İslam!’ İnanç gelir. İnanç bir vakadır.
“BU TOPRAKLARDA İSLAM’A RAĞMEN, BİR BİRLEŞME GERÇEKLEŞTİREMEZSİNİZ “
Bu toprakların çimentosu hatta çimentosunu örten bir şeydir. Dolayısıyla siz dini göz ardı ederek, kafir bile olamazsınız. Değil Müslüman, ateist bile olamazsınız. Ateist olması için, inkar ettiği şeyi bilmesi lazım. Bir şeyi inkar etmek durup dururken olmaz. Bir şey olması lazım ki onu inkar etmesi lazım. Görüyorsunuz, mantık kendi içinde tutarsız. Benim teklif ettiğim buydu. Bu topraklarda İslam’a rağmen, bir birleşme gerçekleştiremezsiniz, bir kardeşlik yaşatamazsınız. O zaman İslam’a uyguladığınız bu azaltma projesinden vazgeçin. ‘İslam’ı rahat bırakın!’…Bu, şu anlama gelmiyor, teokrasi olun demedim. Ben dedim ki:”Bırakın Kürtlerin dağlarına, ’Ne Mutlu Türküm diyene’ yazmayın, bu karşıtını doğurur, siz zulmederek aslında bir tür terörize ediyorsunuz. Terörize ediyor ve zorla çığırından çıkarıyorsunuz, bunu yapmayın” Söylediğim bu oldu, beni mahkum ettiler.
“DEMOKRASİ, İSLAM’A EN YAKIN OLAN YÖNETİM BİÇİMİ.”
Bir karşı çıkışınız da demokrasiyeydi. Bir Abant platformunda, İslam’ı demokrasinin hasmı veya alternatifi görmediğinizi beyan etmiştiniz.
Din ilahi bir müessese. Demokrasi ise siyasal yönteme dair insani bir kurum. İki kurumu birbiriyle harmanladığımız zaman ikisini de anlaşılmaz kılarız. İkisini tartışacaksak eğer, demokrasiyi din zemininde tartışmaya kalkmayalım. Biri seküler bir kavram, biri ise metafizik bir kavram.
“İNSANIN YÖNETİMİNDE TEKLİĞE SOYUNMAK, ALLAH’TAN ROL ÇALMAKTIR.”
Demokrasi insanların temel hak ve hürriyetlerini teminat altına alan bir yönetim biçimi olarak, İslam’dan nasıl ayrışır?
Aksine şu anda yeryüzünde uygulanmakta olan sistemlerin içinde İslam’a en yakın olan yönetim biçimi. Daha bu hafta yazdım, önümüzdeki derste işleyeceğim. “Allah’ın melik ismi” Melik yani Allah kainatın kralı. Melik ismini yazarken şunları da yazdım, Allah tektir, yaratılmış çoktur, yaratılmış tekliğe yeltenirse Allah’tan rol çalmaya kalkar. Dolayısıyla insanın yönetiminde tekliğe soyunmak, Allah’tan rol çalmaktır. Onun için krallık, sultanlık İslam’a en uzak rejimlerdir. Çünkü melik olan Allah’tır. Sen Allah’tan rol çalmaya kalkma, sen, insan olarak tek olmaman çok olman lazım, tek olan o. İşte meselenin arka planında yatan derin hikmet bu.
“İNSANLAR ZİHİNLERİNDE BİR MUHAMMED İMAL EDİYORLAR.”
Peki Allah tektir derken bir eserimizde niye Muhammed üçtür dedik? Yaşar Nuri Öztürk, “Hz. Muhammed'in ‘âlemlerin rahmeti’ olması onun ‘Kur'an'ın Muhammedi’ olmasıyla mümkündür. Bugün bizim çocuklarımıza tanıtılan ve öğretilen ‘Muhammed’, Kur’an’ın Muhammed’i değildir” diye yazmış, bu konuda sizin ‘üç Muhammed ‘adlı kitabınızı tavsiyede bulunmuştu. Muhammed’in hayatı tek siretten oluşmuyor mu?
Muhammed dünyaya bir tane geldi ama biz onu üç tane yaptık. Yani onun imajı çok, hakikati tek. Zaten benim sorunum da onun imajıyla, onunla değil. Onu seviyorum, onu çok seviyorum, benim adım onun adı ama onun üretilmiş imajları var. Bu üretilmiş imajlar o değil. Asıl olan problem de burada doğuyor. Yani insanlar zihinlerinde bir Muhammed imal ediyorlar. Mesela bu Muhammedlerden birinin sırtında kaftan, altında taht, elinde altın asa, başında da altın taç var. Yani bu kral, bu sultan. “Bu işte Muhammed, bu!” diyor adam. Ama Muhammed, o değil. Muhammed kuru et diyen bir kadının oğlu. Kendi öyle diyor. Senin söylediğin oluşturulmuş bir imaj. Birinde buharlaştırılmış bir Muhammed var. Buharlaştırılmış, göklere çekilmiş bir Muhammed. Ancak göklere bakıp ıslık çalacaksın, ‘O nerede?” diyeceksin ve bay bay edeceksin. Onun için iki türlü imajdan söz ediyorum.
“MUHAMMED'İN (SAV) MİSYONU, ‘ARA KABLOSU’ (HAŞA) DEĞİLDİR”
İkincisi ise, yere geçirilen yani aşağılanan, ara kablosu seviyesine indirgenen Muhammed imajı. Geldi kabloyu taktı, biz vahyi download ettik, -haşa- Peygamber ara kablosu işlevi gördü, Allah çekti fişi, gitti. Bu hakaret! Muhammed aleyhissalatu vesselamın misyonu, ‘Ara kablosu’ değildir haşa. O bir modeldir, o bir örnektir. Bu anlayış bir sapma. Bir de karşıda tefrik var ki, en genel sapma bu, o da nedir, aşırı yüceltme. Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptığını farklı bir boyuttan bizim de Allah resulüne yapıyor olmamız. İkisinin de ortak yönü şudur, hayattan dışlamadır. Yani Muhammed ile çağdaş olma şansımızı elimizden alıyor bu iki imaj.
Oysa ki biz, Hz. Muhammed ile arkadaş olabiliriz. Hz. Muhammed ile çağdaş olabiliriz, yan yana olabiliriz. Ben çağdaş olduğum Muhammed’i çok seviyorum, ben hemen arkasından yürüdüğüm Muhammed’i çok seviyorum. Yani arkadaş ve kardeş olabileceğim Muhammed’i çok seviyorum. Zaten sahabe de arkadaş demek. Ben bu çağdan ona sahabe olunabileceğine inanıyorum. Kardeş olunabileceğine inanıyorum. Kendisi de ta yaşadığı çağdan bizim ki de dahil tüm gelecek çağlara ve kuşaklara seslenerek “kardeşlerim” dememiş miydi bizler için? Onun yaşadığı hayatın bu çağa taşınabileceğine inanıyorum. Onun örnek olduğuna inanıyorum. Üretilebilen bir şeye denir örnek diye. Üretilemeyen şey örnek gösterilemez. Allah onu örnek göstermişse, her çağda üretilebilir misyon var demektir. İşte benim itirazım üretilemez ve örnek alınamaz anlayışına götüren bu iki sapmayı, yani aşağılama ve aşırı yüceltmeci tavrı reddetmektir. Üç Muhammed dediğimin ikisi bu, üçüncüsü ise Kuran’ın tanıttığı Hz. Muhammed.
“PEYGAMBERİMİZİ HER GÖREN SAHABE DEĞİLDİR, PEYGAMBERİMİZE ARKADAŞ OLABİLECEK ÇAPTA OLANLAR SAHABEDİR”
Peki sahabe için ‘sıradan’ gibi bir yaklaşımınız var mı? Çünkü bazı hocalar vaazlarında bunu dile getirip sizi eleştiriyorlar.
Ben sahabe için hiç böyle bir şey kullanmadım. Hiç böyle bir söz söylemedim. ‘İmamlar ve sultanlar’ kitabımın başında, ‘Sahabe’ tarifi var. O sahabe tarifinde sadece şunu söyledim:”Peygamberimizi her gören sahabe değildir, Peygamberimize arkadaş olabilecek çapta olanlar sahabedir” Ben sahabe tarifinde Kur’an, Efendimiz, sahabe ve tabiinden Said Bin Müseyyeb gibi bazı alimlerimizin dile getirdiği sahabe tarifini yaptım ben. Sonraki kelamcıların sahabe tarifini reddettim. Onlar gözü her değeni sahabe görüyorlar. Ben de diyorum ki, “Hayır, Efendimize gözü değil, gönlü ve hayatı değen sahabedir” Bunu yaptım sadece bunun dışında sahabe hakkında Müslümanların genelinden ayrı bir düşüncem yok.
“CAHİLLER DİNDEN İSKONTO YAPARLAR, CAHİL SOFULAR DİNE ZAM YAPARLAR.”
İslami hareket çerçevesinde girişilen toplumsal proje üretme çabalarının bazılarına katılmasanız da olumlu bulduğunuzu biliyorum. Bazı yazarlar yada bazı kesimler sizin örneğin Vakitçilere, doğru laflarla İslam’ı savunmalarını söylemenizi gerektiğini belirtmişlerdi. Hangi kesim veya kişilerin İslam’ın görünen yüzü olmasından rahatsızlık duyuyorsunuz?
Ben bu İslam ümmetinin, dünya İslam ailemizin, büyük Müslüman ailemizin şu an hali hazırdaki durumunu kıyasıya eleştirmeyi biraz insaf dışı bulurum. Çünkü şuandaki bizim büyük ailemiz maalesef ev dışında büyüdü, onun için anne-baba terbiyesinden yoksun. Yani içimizden birileri terörize edildi, dağa çıktılar, ellerine silah aldılar, sağı solu dağıtıyorlar, bazen haksız yere insan öldürüyorlar. Bunun savunulacak hiçbir tarafı yok fakat öncelikle bu aileyi kim dağıttı sorusunu yok edecek tarzda bu meseleye yaklaşmak, aslında meseleyi hakkaniyetli ve adil biçimde ele almamak demektir. Şöyle bir benzetme yapayım izin verirseniz: Yüzü, elleri pis, üstü başı pislik içinde, burnu akmış bir çocuk…Ve siz bu çocuğa bakıyorsunuz, -Pis çocuk diyorsunuz, fakat arkadan birisi geliyor size, -Biliyor musunuz, bu çocuğun annesini dağa kaldırıp tecavüz ettiler, biliyor musun bu çocuğun babasını vurdular, biliyor musun bu çocuğun kardeşlerini kaçırdılar, kimisini evlat edinmek için kimisini kötü emellerine alet etmek için, diyor. Bunu duyduğunuzda ‘Pis çocuk’ sözünü bir daha tekrar eder misiniz? Etmezsiniz. Büyük ailenizin içindeki yaramaz çocukların şu andaki durumu bu. Bunu kıyasıya eleştirmeyi ben doğru bulmuyorum. Ama İslam’ı bunlar temsil edemez: İslam’ın adalet simgesini, sembolünü zedeleyecek davranışlar gösteren Müslümanlar, İslam’ı temsil edemez. İkincisi, yerelliği ‘din’ sureti altında gösterip, geleneksel olanı ‘dindenmiş’ gibi takdim eden ve kendi tercihlerini din adı altında dayatmaya kalkanlar İslam’ı temsil edemezler. Cahiller dinden ıskonto yaparlar, cahil sofular dine zam yaparlar. İkisi de aynı. Ne cahiller, ne de cahil sofular dini temsil edemezler.
“ŞU AN PİYASADA OLAN AKIMLAR, CENNETTEN İNSANLARI KOVALAMAKLA MEŞGULLER”
İslami hareketler ve Kıyamlar Tarihi gibi yapıtlarla bu konuda çok aydınlatıyorsunuz bizleri. Zaferin, yükselişin ve aynı zamanda hezimetin, çöküşünde tarihi olan İslam tarihine sonradan eklemlenen hareketler merkezden ulaşıyor mu, bindiğimiz otobüsün yanlış olduğunu anladığımızda hangi cam kırma çekicine başvurmalıyız? “Biz çıkalım aradan açıkça görünsün yaradan” diyen tasavvufi bir anlayış var mı peşinden gideceğimiz?
Maalesef bu varsa dahi, herhalde Kaf Dağına gitti ki ben göremiyorum. Şu anda piyasada olan, ve kendisini o akımların devamı olarak görenler, cennetten insanları kovalamakla meşguller, ‘Benden başka, bizimkilerden başka girmesin’ mantığıyla. Önyargıları ve aşılmaz bariyerleri hangi çekiçle kıralım? Ben derim ki: “Kuran çekici ile kıralım” Çünkü Allah’ın bu din sarayına açtığı tek kapı, Kuran kapısıdır, vahiy kapısıdır. Vahiy kapısını, bu dinin, bu binanın sahibi açmıştır. Yani bu dinin statik hesaplarında, mühendisliğinde, plan ve projesinde gerçek tek kapı, vahyin kapısıdır, diğer kapılar kaçak, çakma kapıdır. Dolayısıyla diğer kapılardan girenler, girmemiş sayılırlar, kaçak girmiş sayılırlar. Biletsiz, ruhsatsız girmiş sayılırlar. Onun için çıksınlar adam gibi, Allah’ın açtığı kapıdan girsinler. Onun için bindiğimiz dolmuşun yanlış yere gidiyor olduğunu gördüğümüzde acil çıkış camını kıracağımız çekiç, Kuran çekicidir. Vahiy çekicidir. Yalnız vahiy çekicini de doğru tutmak, doğru kullanmak lazım. Emergency penceremizi kırmak lazım yoksa yanlış yeri kırarsak zarar görürüz.
“BU TOPRAKLARIN EN BÜYÜK PROBLEMİ, BABASININ DİNİNİ ALLAH’IN DİNİ ZANNETME PROBLEMİ.”
Hz. Meryem'e ‘adanan' toplam eser sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azken sizin ‘Adayış Risalesi' adlı bir kaynak kitabınız bulunuyor. Aynı şekilde Kuran’ı konu alan bir yayına rastlanmazken sizin ‘Kuran-i Hayat’ adlı bir derginiz de mevcut. Kaynakların doğruluğu için nelere dikkat etmeli?
Hakkı teslim etmek lazım. Bizim dışımızda da Kuran’a hizmet eden, Kuran’ın ışığına ayna olan çok güzel çalışmalar yayınlanıyor, çok güzel dergiler çıktı. Dolayısıyla bu konuda elhamdülillah tek değiliz, benim arzum daha çok olsun ama yetmez. Çünkü bu toprakların en büyük problemi, babasının dinini Allah’ın dini zannetme problemi. Bu çok büyük bir problem. Bu da şundan kaynaklanıyor. İnsanlar bir pantolon alacak olsalar; kapı kapı dolaşıyorlar, markasına, kumaşına, dikişine…her şeyine bakıyorlar ama bir din almaya kalktıkları zaman hiçbir şeyine bakmıyorlarsa eğer, burada söyleyeceğim tek şey, ciddiyet. Sakallı Celal öyle dermiş:”Cumhuriyet ilan edeceğimize, ciddiyet ilan etseydik daha iyi olurdu” dermiş, Galatasaray Lisesinin eski müdürlerinden Sakallı Celal. Onun için ben de diyorum, ciddiyet ilan etsek ara sıra, bu çok daha iyi olur. Ben Müslüman’ım, ben Yahudi’yim, ben ateistim diyene –Sen niye o sun? diye sormadan önce, -Ciddi misin? diye sormak gelir içimden.
“KABACA “BAŞA BİR ÖRTÜ ATMAK DEĞİLDİR” ÖRTÜNMEK.”, “ÖRTÜNÜN SİMGESEL BİR BOYUTU VAR AMA ÖRTÜSÜZLÜĞÜN DE VAR”
Bu, ciddi misin? sorusunu herhalde, inananlar içinde başörtüsü mücadelesi vermeyenlere sorabiliriz. Bir yazınızda, namaz için içbükey, örtü dışbükey bir talimat ifadesi kullandınız. Örtünün illeti olarak da, "iffetin korunması için simge" ve "tanınacak bir kimlik" dediniz. Buna göre örtünün simgesel boyutunu kabul ettiğiniz söylenebilirken bugünkü mücadelenin hangi seyirde devam etmesini arzu ediyorsunuz?
Örtünün simgesel boyutu var. Bunu hiç inkar edemeyiz. Zaten kıyafetlerin bir çoğunun simgesel boyutu var. Örtüsüzlüğün de simgesel boyutu var. Bugün zaten oradan çıktı problem. Yoksa örtüsüz ile örtülünün yaşamsal alanları paylaşma konusunda bir problemini görmedim ben. Siz de görmemişsinizdir. Bu problem çok yapay bir problem. Bu manada benim söylemek istediğim asıl şu: Örtünün felsefesinin ne olduğunu vermeye çalıştım. Yani kabaca “Başa bir örtü atmak değildir” örtünmek. Örtünmek bu değildir, bunun altında yatan derin bir felsefe var, derin bir bilinç var.
“HAYATTAN ÇEKTİĞİNİZ KADINI ÖRTMENİZE NE GEREK VAR Kİ?”
Ben bu bilinci şöyle ifade ettim, iki cinsi bir araya getirirken, estetik formu olan kadını, güzellik simgesi olan kadını, erkekle karşı karşıya getirirken, İslam, kadını hayattan çekmemiş. Bugün ama öyle bir anlayış var ki, kadını hayattan çekiyor, hayattan koparıyor, bunun da adını ‘din’ koyuyor. Dolayısıyla örtüye mörtüye gerek yok zaten, hayattan çektiğiniz kadını örtmenize ne gerek var ki? İslam’ın örtü konusunda getirdiği şeyin arka planındaki bilinç şu: Kadınla erkeği yani iki cinsi karşı karşıya getirirken, estetik form olan, eskilerin eskimez ifadesiyle cins-i latif olan kadının, karşıt cinse şu mesajı vermesini istiyor: “Benimle irtibata geç fakat cinselliğim üzerinden değil, inselliğim üzerinden. Yani cinsel kimliğim değil, insan kimliğim, cinsiyetim değil, insiyetim üzerinden, dişiliğim değil kişiliğim üzerinden irtibata geç! Onun için de ben, senin karşına, dişiliğimi arkaya, kişiliğimi öne alıp çıkıyorum. Benim dişiliğime odaklanacaksan verdiğim mesaj budur.”
“DARBELERİ, RESMİ İDEOLOJİNİN, KURBAN MEVSİMİ OLARAK GÖRÜYORUM.”
Doğduğunuzda ilk darbeyi, okul yıllarınızda ikinci darbeyi, gençliğinizde üçüncü ve 28 Şubat’ta da zaten hükümlü olduğunuz dört darbenin dördünü de yaşadınız. Darbeler, kişisel gelişiminize “yıkıp geçme” özelliği kattı mı?
Kattı. Katmaması düşünülemez. Hepimiz nihayetinde zamanımızın çocuklarıyız. Etten ve kemikteniz, etkileniyoruz, nasıl etkilenmezsin? İçimin öyle yanları var ki, yıkık. Tabiri caizse yangın yeri gibi, oralara dokunmak bile istemem. İnsan derin acılarını her hatırladıkça çeker. Darbeler, gerçekten bizim vicdanımıza darbe vurdular. Keşke bedenimize darbe vursalardı. Bedenimizde iz bıraksalardı. Ama ruhumuzda, vicdanımızda bıraktığı izler….Düşünsenize, gözünüzün önünde fidanlar devrildi. Ve haksızlığa uğruyorsunuz, sizi haksızlık etmeye teşvik ediyorlar. Ve ölenin de, öldürülenin de niçin öldüğünü ve öldürüldüğünü, dövenin de dövülenin de niçin dövdüğünü niçin dövüldüğünü bilmediği bir ortam. Yani tam manasıyla bir hercümerç yani bir is ve pus hali, bir duman hali. Kime yarar? Kurt’a yarar. Onun için ben darbeleri aslında kurban kuşakları ortaya çıkarak, bir kurban mevsimi olarak görüyorum. Bu tabi Allah’ın kabul ettiği kurban değil, resmi ideolojinin kurban mevsimi olarak görüyorum. Derdimiz, bu kurbanların içlerindeki boşluğu dolduramadık diyorum. Hakikaten dolduramadık. İçimizdeki o darbelerin açtığı boşluğu da dolduramadık. Kin ve nefret ağır bir şeydir, bence hiç kimse taşımamalı. Ama nefreti taşımak zorunda bırakıyorlar bizleri, en kötü tarafı da budur darbelerin.
“ALLAH EN BÜYÜK SİYASETÇİ” , “BU DİNİN; SİYASETİ İBADET, İBADETİ, SİYASETTİR”
Yara konusuna değinince aklıma, parmaklıklar ardında yazı yazmanın zorluğunu nitelerken kullandığınız ve daha sonra kitaplaşan sloganınız geldi. ,”Bir yaradan kurşun çıkarır gibi” Kurşun geçirmezliğinizi bozan tek şey, yargı mı oldu? Siyasete olan güveninizi de kaybettiğiniz söylenebilir mi?
Bendeniz siyasete bugünkü politika olarak bakmıyorum. Yani siyaseti sadece politik oyuncuların oynadığı bir oyun olarak da görmüyorum. Ben siyaseti Allah’ın da dahil olduğu, evrensel bir uğraş olarak gördüğüm için, siyasetin kolay kolay zihnimde kirlenmesine izin vermem. Çünkü Allah en büyük siyasetçi. İlahi faaliyet ise en büyük siyasettir. Çünkü yönetme işidir. Kainatın bir yöneticisi var, ve bu büyük siyasettir. Onun için bu dinin; siyaseti ibadet, ibadeti, siyasettir. Ama politikaya güvenimin sarsıldığını söyleyebilirim çünkü bu topraklarda politika, sahici manada yapılmadı. Bu topraklarda politika hep taşeron olarak yapıldı. Çünkü bu ülkeyi bir gemiye benzetirsek eğer, bu geminin iki tane dümeni var. Dümen kelimesinin mecazi manası da çok hoştur, dümen deriz, hile, hurdaya. İki dümen var, biri gerçek dümen, biri de mecazi manada dümen. Biri motora bağlı, öbürü bağlı değil. Milletin seçtiklerini, bağlı olmayanın başına geçiriyorlar. Seçilmemişlerse gerçek dümenin başındalar. Gizli kamaradalar yani. Gizli kamaradakiler dümeni çeviriyorlar, gemiyi yönlendiriyorlar. Ötekiler de –mış gibi yapıyor. “Bak siz beni seçtiniz, ben gemiyi götürüyorum” pozlarındalar, ama alakası yok. Şimdi gerçek ortaya çıktı. Anlaşıldı ki kral çıplak. Kozmik oda oydu işte. Yani aslında Ergenekon, geminin gerçek dümeni ile sahte dümeni arasında fark olduğunu gördük. Özetle, oyun bozuldu.
“ESAD COŞAN VE FETHULLAH GÜLEN HOCANIN DURUMUNU ‘HİCRET’ OLARAK GÖRÜYORUM”
İslam’ı siyaset içinde yorumladığımızda iki politik lider olarak görebiliriz o zaman Esad Coşan ve Fethullah Gülen’i. Bu hocaların gönüllü-gönülsüz sürgününü, cüz'î şerle küllî hayrın murad edildiği ilahi bir 'atama' olarak değerlendirmiştiniz. Bu atamayı, Hicretin bir başka versiyonu olarak mı görmeliyiz?
Görebiliriz. Çünkü merhum Esad Coşan Hocamız, gerek Fethullah Hocamız, gerek daha isimleri bilinmeyen bir sürü, bir yığın insan bu süreçlerde rahatsız edildi, taciz edildi. Belki bu insanlar gitmeselerdi, daha kötüleri başlarına gelecekti, çok kötü çoraplar başlarına örülecekti. Bilmiyoruz ama şuradan dönüp baktığımızda görüyoruz, anlıyoruz. Başımıza neler geldiğinden yola çıkarak, gidenlerin başlarına da neler gelebileceğini anlıyoruz. Hocamız çıktı da ne oldu? Esad Coşan Hocamız çok şaibeli bir trafik kazasıyla gitti Avustralya’da. Hala o trafik kazasının ben çok da şaibesiz bir kaza olduğu kanaatinde değilim. Onun için niye bu toprağın yetiştirdiği bir değer, gurbette mahkum olsun ki? Fethullah Hoca Efendi için de geçerli. Niye toprağını 10.000 kilometre öteden koklasın ki? Bu insana bu niye yapılır? Bu topraklara hangi kötülüğü yapmış bu insan? Elbette ki hicret olarak bakabiliriz. Hicreti ben şöyle tarif ediyorum: İmkânların tükendiği yerden, imkanların üretileceği yere göç etmektir.
“28 ŞUBAT’TA VİTRİNLERE TAŞ ATTILAR”, ”İSLAMİ BÜYÜMEYİ KİMSE DURDURAMAZ ÇÜNKÜ BU TOPRAKLARA TOHUMU ‘ALLAH’ EKTİ”
“Geminin altı boştu” tasviriniz bana şunu hatırlattı. 28 Şubat’ı, vitrine atılan taş olarak tasvir etmiştiniz. “Vitrinin camı kırılınca arkada bir şey olmadığı görüldü”diye izahta bulunmuştunuz. AK partiye karşı bu taş neden işlemedi, cam, kırılmaz, lamine bir hal mi aldı? 28 Şubat’ın tekrarı olur mu?
Hayır. O günler gitsin geri gelmesin. Allah’ın izniyle bu topraklar zinciri kırdı. Yani zirveyi aştık. Ben onu görüyorum. Bir daha geri işletemezler. 28 Şubat’ta yaşadığımız problem şuydu: Birileri vitrinlere taş attı, camı indi. Vitrini böyleyse arkadaki dükkânda kim bilir neler var diye bakıyordu millet. Fakat vitrine yatırım yapmaktan arkaya dükkân yapmayı unutmuşuz. Dolayısıyla taşı atanlar, arkada dükkân var zannederek taşı attılar. İşin kötüsü dükkân da çıkmadı. Onlar dükkân çıkmamasına sevindiler ve tabi ki bizler üzüldük ama onların sevinci onlar için tuzak oldu. Vitrinlerin arkasında dükkân yoktu ama bizim gerçek dükkânlarımızın önünde de vitrin yoktu. Bunu onlar fark edemediler. Dükkânı olanlar önüne vitrin yapmadılar, vitrini olanlar da arkaya dükkân yapmadılar. Onlar zannettiler ki, tüm sermayemiz o vitrinlerde. Fakat asıl dükkânın yani İslam’ın bu topraklarda açtığı dükkânların önünde de vitrin yoktu. Çünkü onlar vitrinlerin başına neler geldiğini gördükleri için tedbirli davranmışlardı. Şimdi dükkânlara vitrin yapılıyor. Şimdi o sıkıntı olmayacak. Çünkü insan yetiştiren, bu topraklardan çıkmış, neşet etmiş hareketler üç tür davranışa, üç tür tepki verirler: Üstten bastırırlarsa turp gibi, şalgam gibi yerin altına büyürler, alttan bastırırlarsa, lahana gibi marul gibi yerin üstüne büyürler.Üstten ve alttan bastırırlarsa kavun gibi karpuz gibi yana büyürler. Nereden bastırırsanız bastırın, büyürler. Yeter ki kökü toprakta olsun. Onun için de bu büyümeyi kimse durduramaz. Çünkü bu topraklara bu tohumu Allah ekti.
(Röportajın tamamını okumak için bu linki kullanabilirsiniz)
(Haber x)