Star'dan Ahmet Kekeç, geçtiğimiz hafta Hürriyet'ten Ahmet Hakan'ın bir köşe yazısında yer verdiği "Ne zaman vazgeçeceksiniz 28 Şubat edebiyatından? Solcular 12 Eylül'de sizden daha çok zulüm gördü ama sizin kadar ağlamadı. Ne oluyorsunuz?" ifadelerine cevap verdi.
"Zulmün büyüğü küçüğü olmaz." ve "Bir kesimin az, bir kesimin çok zulüm görmesi, zulmedenlerin zalim niteliklerinden bir şey eksiltmez." diyen Kekeç, 12 Eylül ile ilgili filmleri, romanları, şarkıları, konser-toplantı-panelleri, yürüyüşleri, Zülfü Livaneli'ni, Ataol Behramoğlu'nu hatırlattı.
Kekeç, "Darbeler sadece 'karşıtlar' için değil, 'taraftar' olduğu düşünülen kesimler için de zulüm üretiyormuş. Ve 'zulüm karşılaştırması' yapmadan önce okumak, öğrenmek, bilgilenmek gerekiyormuş." dedi.
İşte Ahmet Kekeç'in yazısının ilgili bölümü:
Bir defa muhterem, zulmün büyüğü küçüğü olmaz.
Zulüm zulümdür.
Bir kesimin az, bir kesimin çok zulüm görmesi, zulmedenlerin zalim
niteliklerinden bir şey eksiltmez.
Bu cümleden olarak, zalim de zalimdir.
Ne zaman vazgeçeceğiz 28 Şubat edebiyatından?
Hiçbir zaman... Ağlamalarımız bin yıl sürecek. Var mı itirazın?
Kaldı ki, "Solcular sizden daha çok zulüm gördü, bu kadar ağlamadı" lafı, sadece bir laftır. Ve boştur.
12 Eylül darbesi, sadece solculara değmedi.
İçeri alınıp da işkenceden geçirilmemiş bir tek MSP İl Başkanı, bir tek MSP İlçe
Başkanı, bir tek MTTB yöneticisi, bir tek 'Akıncı' teşkilatı üyesi
gösteremezsiniz. Evi basılmamış, kitaplarıyla birlikte mevcutlu olarak
götürülmemiş bir tek müntesip gösteremezsiniz.
Bu satırların yazarı bile, iki kez gözaltına alınmış, 'tekme tokatlı
karşılamayla' zor yırtmıştır. Bu satırların yazarının ağabeyi, aylarca süren
ağır işkenceden geçmiştir. Mahkûm olmuştur. Yıllarca cezaevi cezaevi
dolaştırılmıştır.
Evet, işkence ve tutukluluk bir 'kesim' için uzun sürmedi... Çünkü mahkûmiyetle
sonuçlanacak eylemlerden uzak durmayı tercih ettiler. Devletin manipülasyonuna
gelmediler. Öğlenden önce bir solcunun, öğlenden sonra bir sağcının
öldürülmesinde kullanılan silahlara tamah etmediler. Dolayısıyla, içeri
alındıkları ve işkence gördükleriyle kaldılar.
Eli kalem tutanlara (12 Eylül öncesinde ve sonrasında) reva görülen 163. madde
zulmünü saymıyorum bile.
Necip Fazıl'dan Osman Yüksel Serdengeçti'ye, Şule Yüksel Şenler'den Sadık
Albayrak'a, Mehmet Şevket Eygi'den Selahattin Eş Çakırgil'e, Kadir
Mısıroğlu'ndan Hüsnü Aktaş'a, Yılmaz Yalçıner'den Ömer Yorulmaz'a (uçak kaçırma
hadisesinden bahsetmiyorum), Ali Ünal'dan Mustafa Genç'e, hatta Adil
Akkoyunlu'ya (Adil Hoca ağır işkenceden geçmiştir üstelik), ismini sayamadığım
onlarca yazar ve mütefekkir 163. maddenin gadrine uğradılar... (163. madde
kaldırılınca, yedekte tutulan 312. madde devreye sokuldu ve zulüm mesaisi
'kaldığı yerden' devam etti.)
Kapatılan dergiler ve gazeteler.
Kapısına kilit vurulan dernekler, partiler, odalar.
Hain, mücrim, gerici, yobaz diye yaftalanarak kamuoyunun parçalamasına terk
edilen milyonlar...
Daha sayayım mı?
Bir de buyuruyor ki muhterem, "Solcular bu kadar bağırmadı..."
Solcuların ne kadar bağırdığını öğrenmek istiyorsan, peş peşe çevrilen 12 Eylül filmlerine, peş peşe yayımlanan 'işkence romanlarına' bakacaksın.
Berna Moran der ki, "12 Mart edebiyatı işkence edebiyatıdır, başka da bir şey
değildir..." 12 Eylül edebiyatı, ha keza.
Haklı olarak böyledir, çünkü cuntacılar işkenceyi kurumsallaştırmışlardır.
Bu kadar film.
Bu kadar roman.
Bu kadar konser.
Bu kadar Zülfü Livaneli.
Bu kadar 'yiğidim aslanım'çığırışı.
Bu kadar fraksiyon dergisi.
Bu kadar toplantı.
Bu kadar panel...
Bu karar legal ve illegal yürüyüş.
Bu kadar Ataol Behramoğlu.
Bunlar neydi? 'Bağırmak' değil miydi?
Bütün bu etkinliklerde amaç, "12 Eylül'de yandık bittik kül olduk" mesajı vermek değil miydi?
Demek ki zulmün büyüğü küçüğü olmazmış.
Darbeler sadece 'karşıtlar' için değil, 'taraftar' olduğu düşünülen kesimler
için de zulüm üretiyormuş. Ve 'zulüm karşılaştırması' yapmadan önce okumak, öğrenmek, bilgilenmek gerekiyormuş.