Ayşe Arman söyleşisi
Tek ulvi amacım var, yazdıklarımın herkes tarafından okunması
Onu okumak bana heyecan veriyor. Çünkü hep bir numarası, yeniliği, yaratıcılığı var. İçimi baymıyor, sıkmıyor, hep bir şeyler öğreniyorum. "Her şeyi ben bilirim!" yapmıyor. Bir de farklı bir bakış açısı getiriyor. Buna ezber bozmak diyoruz. Öyle bir adam Ahmet Hakan. İmrenerek izliyoruz. Son İstanbul seferimde gördüm, "Bir daha yapsak mı röportaj?" dedim. Beni kırmadı. Kadınların hayatını kolaylaştırmak için uğraştığı doğru. Ben tanığım...
En başarılı ve en ciddiye alınan yazarlardan birisin. Üstelik sıkıcı değilsin! Formülü ne?
-Sihirli bir formülüm yok. Ama işe yarayacaksa şunları söyleyebilirim: Çok yukardan seslenmiyorum. "Söz söylenmez sözüm üstüne" demiyorum. Matematiksel kesinlik içermeyen spekülatif mevzulardan uzak duruyorum. Misyonum yok. Bazen geri adım atmayı, bazen çok ileri gitmeyi seviyorum. Bir de tabii kendimle dalga geçmeye çalışıyorum...
Sadece seni ilgilendiren şeyleri mi yazıyorsun?
-Beni ilgilendiren şeylerle okurlarımın ilgileneceğini düşündüğüm şeylerin çakışması halinde "Yaşasın! Bana konu çıktı" diyorum.
Peki sen tam olarak ne yapmaya çalışıyorsun?
-Memleketimin insanlarının kafasını karıştırmak! Memleketin ancak böyle kurtulacağına inanıyorum.
Peki ulvi bir amaç...
-Benim tek bir ulvi amacım var: Yazdığım yazıların herkes tarafından okunmasını sağlamak.
Aynı zamanda Polemiklerin Prensi’sin...
-Ben açık konuşmayı severim. İma etmekten nefret ederim. Tarzın buysa, polemik kaçınılmaz oluyor. Yoksa polemik çıksın, reyting olsun diye hareket etmiyorum.
Hakkında olumsuz bir şey yazıldığında karalar bağlıyor musun?
-Dalga mı geçiyorsun, hakkımda bir şey çıkmazsa karalar bağlarım!
İlk başladığından bu yana derin kalınlaştı mı?
-Evet. Kesinlikle. Artık etkilenmiyorum.
Nasıl yani? Hiçbir şey sana koymuyor mu?
-Ertuğrul Özkök müthiş bir yayın yönetmeni. İlk başladığım gün bana, "Takmayacaksın. Aldırmayacaksın..." diye başlayan "Gazeteciliğin 10 Emri"ni sıralamıştı. O zamanlar bu öğütlerin anlamını pek kavramamıştım. Şimdi ne kadar önemli olduğunu anlıyorum. Rehabilite olmamda Özkök’ün payı büyük.
"Ben ne yazacağım bugün?" sıkıntısı yaşıyor musun?
-Yaşamaz olur muyum? Bizler Refik Halid Karay’ın torunlarıyız. Onun "Konu bulamayan bir köşe yazarının dramı" konulu harika yazısını okursan, ne demek istediğimi anlarsın.
O daracık alana nasıl sıkışıyorsun?
-Koşullara ayak uydurmaya yatkınım. Eğer harikalar yaratacaksam, bana çizilen çerçeve içinde yaratmalıyım. Başarı kriterim budur.
Farkındaysan "Üç küçük yazı" gibi bir şey çıktı senden sonra. "Kısa yaz, küçük yazılar yaz..." Senin formülünü herkese uygulamaya çalışıyorlar...
-Şikayetim yok. İyi bir formül bu...
Annen ne diyor yazılarına?
-Gülüyor. Esprili buluyor.
"Daha iyi yazabilirdim" diye sıkıntıya düştüğün olmuyor mu?
-Yazdığım yazı içime sinmediyse "Bugün böyle olsun. Nasıl olsa yarın daha iyisini yazarım" diyorum.
Sence, yazarlar, elmasını parlatmaya çalışan manavlara benzemiyor mu? Bu işi yapan bir sürü insan var, fark yaratabilmek için hepimiz bizde var olan malzemeyi parlatıyoruz ve müşterimize "Gel gel!" yapıyoruz. Sen, günümüz köşe yazarlığını nasıl değerlendiriyorsun?
-Manavlık kısmını bilemem ama köşe yazarlığı rekabetin en yoğun olduğu bir alan. Bunca yazar arasında tercih edilir olmak gerekiyor. Ben televizyondan geldiğim için reytingin ne olduğunu biliyorum. Ben her gün yazımın reytinginin yüksek olması için çaba sarf ediyorum. Bunu yaparken yapaylaşmamaya da dikkat ediyorum. "Bu adam reyting için yazıyor" dedirtmeden yapmak gerekir bunu...
Zaman zaman müthiş numaralar çekiyorsun. Meseleye çok farklı bir açıdan bakıyorsun. Ne kadar kafa yoruyorsun?
-Çok. Özellikle de yazacağım konuyu tespit ederken. En iyi fikirler de hep son anda aklıma geliyor. İşin yazma kısmı benim için çok kolay. Hızlı yazarım. Ama yazılarım için çok çalışırım. Yazı yazarken gözüm hiçbir şeyi görmez.
İçinde zeka olan haberler, yazılar sence Türk basınında azaldı mı?
-Türk medyasında acayip şeyler oluyor. Sonuçlarını ancak 5 -10 yıl sonra tam olarak anlayabileceğimiz türden şeyler. Bugünkü iktidar, medyayı yeniden dizayn ediyor. Bu radikal değişikliği görmeden bu konuyu konuşamayız. Ancak bu olumsuz müdahaleye rağmen ben yine de içinde zeka olan haber ve yazıların azalmadığını düşünenlerdenim.
Nereye gidiyor köşe yazarlığı?
-Ahkam kesen, yukarıdan bakan, eski tip "tanrı yazar"lık kesin mağlup oldu. Yeni türler belirmeye başladı. Ama yeni türlerde de bir oturmamışlık var. Deneme yanılma yöntemiyle yeni tarzlar tutturulmaya çalışılıyor. Yeni türlerin çok parlak örnekleri olduğu gibi çok yapmacık örnekleri de var. Sanırım zamanla oturacak...
Paktlar, kutuplar ve taraflar arasında kendini sıkışmış hissediyor musun?
-Bazen. Ama yine de bu sıkışmışlığı bir avantaja dönüştürüyorum. İki tarafı da biliyor oluşun sağladığı bir avantaj bu...
Öteki taraf, seni artık sevmiyor mu?
-Benim iki tarafa da yaranmam kolay olmuyor...
Televizyon eskisi kadar zevk veriyor mu?
-Veriyor ama şöyle diyelim: Hürriyet sevgilim, televizyon karım...
Herkes seni transfer etmeye çalışıyor ya... Bu durum egona ne yapıyor?
-Sorma, bir transfer görüşmesi benim için büyük bir kabus. Yüzü yumuşak bir adamım. Hayır demeyi bilmeyenlerdenim. Karşımdakini kırmak istemem. Bir iltifata mutlaka iyi bir karşılık vermek isterim. Bu yüzden transfer teklifleri karşısında acayip gerilirim. Uykum kaçar...
Ego patlamaları yaşıyor musun?
-Hayır, hayır! En büyük övgüler karşısında bile, hemen abartı paylarını düşerim. Havaya girmem. Bunun hep böyle sürüp gitmeyeceğini düşünürüm. Kendimi yenilemeye çalışırım.
Sen bir yere girince milletin tepkisi nasıl oluyor?
-Artık bir parça Hıncal Uluç efekti yarattığımı söyleyebilirim. Herkes şöyle bir dönüp bakıyor. Genellikle yüzlerde olumlu ifadeler oluyor. Yanıma gelip duygularını ifade edenlerin sayısında olağanüstü bir artış kaydedildi...
Nişantaşlılar seni bağırlarına bastı mı?
-Ben Kanal 7’deyken Nişantaşılılar yanıma sessizce yaklaşıp, "Dün akşamki programınızı çok beğendik" falan derlerdi. Şimdi de yazılarımı beğendiklerini söylüyorlar. Aradaki tek fark şu: Artık duygularını sessizce ifade etmiyorlar.
Ben senin sayende müthiş bir şey öğrendim. İmam Hatipli olmanın da bir mahzurunun olmadığını. Seni gerçekten acayip komplekssiz buluyorum. Ama herhalde baştan beri böyle bir adam değildin. Hayatının en büyük kırılma noktası ne? Başarılı olmak mı? Para kazanmak mı? Kamusal ün mü?
-Bu biraz mizaç meselesi galiba. Ben bir kıyı kasabasında balıkçı olsaydım ya da bir marangoz olsaydım yine komplekssiz olurdum...
Kadınlar daha mı çok asılıyorlar şimdi?
-Asılmıyorlar. Asılırlar mı, asılmazlar mı, onu da bilmiyorum. Çünkü bu tür şeyleri sınayacak ortamlarda bulunmuyorum.
E peki kendin için nasıl bir gelecek öngörüyorsun? Hasan Pulur gibi ömrünce köşe yazarı mı olacaksın? Mehmet Ali Birand gibi hep ekranlarda mı kalacaksın...
-Bir kariyer planım yok. Bu kıvamdan memnunum. Hasan Pulur’un hálá yazması ya da Birand’ın hálá ekranda olması çok hoşuma gidiyor. "Daha yapacak çok iş var" diye kendimi rahatlatıyorum.
Bazen her şey anlamsız gelmiyor mu?
-Bazen. Hele son günlerde. Bir arkadaşım söyledi: Başarının yol açtığı depresyon, başarısızlığın yol açtığı depresyondan daha fazla imiş...
Geçen gün Eren Talu bana, "Kuran oku" dedi. "Ne alaka?" dedim, "Valla bana da biri söyledi. Ben de şimdi sana söylüyorum, her şeye iyi geliyor" dedi. Ben de şimdi sana soruyorum: İnsana Kuran okumak iyi gelir mi? Sen ne sıklıkta Kuran okuyorsun? Kimin çevirisinden tavsiye edersin?
-Tabii ki iyi gelir. Ali Bulaç’ın Kuran tercümesini hararetle tavsiye ederim. Bizim konuştuğumuz çağdaş bir dille yapılmış bir tercümedir. Ben bazı sureleri sık sık okumaktan çok hoşlanırım. Fecr Suresi gibi...
Nedir senin durumun? Dinden uzaklaşıyor musun, günden güne yakınlaşıyor musun? Yoksa hep aynı mesadefe misin?
-İnancım tamdır. İnançlı bir insanım. Ama şöyle bir şey de var: Laik kesime yaklaştıkça inancım artıyor. Muhafazakar kesime yaklaştıkça inancım azalıyor.
Her akşam dua eder misin?
-Evet.
Peki düzenli namaz kılar mısın?
-Yok hayır ama kılabilmeyi çok isterdim.
Seni sınıf atlamaya çalışmakla suçlayanlara cevabın ne? Artık aşmış duruyorsun, hiç aldırmıyor gibi. Öyle mi?
-Türkiye’nin hikayesi, sınıf atlamaya çalışanların hikayesidir. Kimsenin iki kuşak gerisinde prensler, dükler, leydiler yok. Benim sınıf atlamaya çalıştığımı öne sürenlerin durumlarının benden pek de farklı olmadığını biliyorum. Bu yüzden pek zavallı buluyorum onları. Hatta utanıyorum onlar adına...
Hep "efendi" bir halin var. Bu hep mi öyleydi?
-Muhafazakar camianın çocukları erken büyürler. Erkenden üzerlerine bir ağırbaşlılık gelir. Üzerimden atamadığım efendiliğin kökeni sanırım buna dayanıyor.
Ara ara "Bad boy olmayı tercih ederdim!" dediğin olmuyor mu?
-Arada oluyor. Sonra bin pişman olup vazgeçiyorum. Galiba ben son tahlilde iyi bir insanım. Yapabileceğim bir şey yok.
Evlilik ne kadar meşgul ediyor zihnini? "Hadi artık evlen evladım!" diye boynuna çöken...
-Artık yok, umudu kestiler. Neden evlenmediğimin de yaratıcı bir cevabı yok, tek söyleyebileceğim: Kısmet değilmiş!
-Tecrübeli bir erkek misiniz?
-Ne münasebet, ben acemiliğimi hiç kaybetmedim!
İlk aşk?
-Seni üzmek istemiyorum ama geriye dönüp coşacağım ya da ıstırap duyacağım bir ilk aşkım yok. Galiba benim "ilk aşklarım" var. Aşırı platonik takılmak zorunda kalmanın yol açtığı türden aşklar. O kadar soyutlanmak zorunda kaldım ki, romanlara vurdum kendimi...
Mesela hangi romanlara?
-Anna Karenina’yı ilk okuduğumda kendimi Yüzbaşı Vronski gibi hissetmiştim. Ondan önce ise Huzur Sokağı’nda Feyza’nın kızı Elif’e yazan genç ve imanlı doktorun yerine kendimi koymuştum.
Kadınlarla kolay ilişki- iletişim kurabilir misin?
-Kimseyle kolay iletişim kuramam ben. Kadın- erkek fark etmez.
Neden?
-Öyle.
Maşallah, pek de konuşkansın bu konularda?
-Değilim çünkü mahremiyete inanıyorum. Sen boynuma çöküyorsun diye, konuşur gibi yapıyorum.
Kadınlara abanan, hayatı zorlaştıran bir adam mısın?
-Hayır, aksine kadınlara hayatı kolaylaştırdığım bile söylenebilir. Hiç karışmam, problem yaratmam.
Peki onları anlayabilir misin? Yoksa kadınları çözmek, senin için havuz problemi çözmekten zor mudur?
-Bu türden bir çabam olsaydı, sanırım büyüyünce Haşmet Babaoğlu olurdum!
Şimdi durup dururken Haşmet’e niye sataşıyorsun?
-E yani ne söyleyeceğime de karışacaksan, yapmayalım o zaman bu röportajı...
Kadınlardan neler öğrendin?
-Öyle kadınlar tanıdım ki erkeklerden farkları yoktu. Öyle erkekler tanıdım ki kadınlardan farkları yoktu.
Karşılıksız aşk peki? Kapıldığın oldu mu?
-Karşılıksız değil de, imkansız diyelim...
Benim için aşk varsa, imkansız yoktur. Senin için niye var?
-İki nedenden dolayı... Bir: Çekingen bir karaktere sahibim. İki: Ulaşmak istemiyorum.
Aşk acısı çektin mi?
-Gerçekçi bir insanım. Acı çekecek bir durum ortaya çıktığında da, yönümü değiştirme yeteneğim var...
"İnsanlar acı çektiğimi anlamasınlar!" triplerine girer misin? İçindeki duyguları çaktırmamak için özel çaba sarf eder misin?
-Sen anlamadın galiba, ben acı- macı çekmedim. Ama çekseydim de çaktırmazdım. Kontrol manyağıyım. Kendimi kaptırıp, karşımdakine zalimlik yapmaktansa, hiç kapılmamayı tercih ederim.
Türçesi şu mu: Aşkı dibine kadar yaşayıp maymun olmaktansa hiç olmamayı tercih ediyorsun... Öyle mi?
-Öyle de diyebilirsin.
Biz buna korkaklık diyoruz!
-Olabilir, istediğiniz gibi değerlendirin, benim açımdan bir sakıncası yok.
Hayatının herhangi bir döneminde, kadınları etkilemeye/ tavlamaya çalışan bir erkek oldun mu?
-Ben de Ertuğrul Özkök gibi Çetin Altan’ın o meşhur sözünü kendine örnek alanlardanım. Ne diyordu üstat: "Ben her sabah kendimi bir kadın jürisinin önünden geçecekmiş gibi hazır hissetmek isterim." Benimki de işte böyle bir şey.
En büyük silahın?
-Zeka. Başka hangi silahımız var ki?
Çok çok tecrübeli bir erkek misin?
-Hayır efendim ne münasebet, ben acemiliğimi hiç kaybetmedim!
Hürriyet