'68 kuşağı'

Ali Ünal'ın yorumu

İnsan, mükerrem bir varlıktır; fıtratı gereği, özellikle vicdanının yönelttiği istikamette doğruyu arar. Ne var ki, bu arayışta bazen farkına varmadan başına dalâlet külâhı düşer.

Şu kadar ki insan, fıtratındaki potansiyel kerameti, yani pek çok cihazla donatılmış şerefli (mükerrem) bir varlık oluşunu pratikte gerçekleştirmek için sürekli kendisiyle mücadele etmesi gereken bir varlıktır da. Yani, insanın kemale ulaşma cehdinde en önemli engeli yine kendisidir; o, kendisiyle "barışık" olarak değil, kendisiyle, "ene"siyle, yani "ben"iyle mücadele ederek, kendisine rağmen yaşayarak gerçek insanî kemalâta ulaşır.

Fıtratındaki potansiyel kerameti pratikte gerçekleştirme, gerçek insanî kemalâta ulaşma cehdinde veya yolculuğunda insanı kamçılayan, yüce bir ideale sahip olmadır. Bu ideali insan, içinde, vicdanında duymakla birlikte, o, kaynağı itibarıyla insanın üstündedir, ötesindedir. Bundandır ve böyle olmalıdır ki insan, sürekli yukarıya doğru yükselsin. Bu yükseliş ve onun motoru olan ideali gerçekleştirme yolunda insanın önüne daima "kendi"si; dünyevî tutkular, ailesi, çevresi, makam-statü düşkünlüğü, rahat yaşama arzusu, korku gibi bütün unsurlarıyla "ene"si, benliğinin dünyanın çocuğu olmasından kaynaklanan boyutu çıkar. İşte insan, varlığının bu boyutunu aşabildiği nisbette gerçekten insandır; bu boyutunun duvarları arasına hapsolduğu nisbette de gerçek insanlıktan uzaklaşır. Hayvan da olamaz; çünkü hayvan, ne geçmişin elemlerini çeker ne de gelecek endişesi taşır. Yaşadığı hayatın insan gibi şuurunda değildir. İnsanî varlığın en önemli unsurlarından olan akıl, irade ve şuurdan bütünüyle veya insana nisbetle çok büyük oranda mahrumdur. O bakımdan, dünyadaki varlık vazifesini de yerine getirdiği için mutludur. Dolayısıyla insan, varlığının dünyevî, bir bakıma hayvanî, yani dünyevî hayat ve canlılık boyutuna hapsolduğu zaman dünyevî mutluluk ve doyum açısından da hayvanların altına düşer.

"68 kuşağı" hikâyesi, özellikle medyayı büyük ölçüde ellerinde tuttukları veya ellerinde tutanlar tarafından tercih edildikleri için kendilerini iyi pazarlayan bir zamanların bazı "solcuları" tarafından nostaljik biçimde arada bir gündeme getirilmektedir. Gerçekten bu kuşak, nostaljik biçimde andıkları dönemde bir ideal sahibi miydi? Evet, genç insan, genellikle ideal sahibi insandır. Ama ekonomik refaha, sadece "ötesi kabul edilmeyen" dünya hayatında maddî doyuma dayanan bir ideal uğrunda insan bu hayatını nasıl verebilir? Bu, "komünist" düşüncenin bir başka çelişkisidir. Dolayısıyla, komünizmi idealleştirmede başka faktörler olmalıdır. Kanaatimce bunlardan biri, komünizm her ne kadar onun kavgasını vermese de, aslında her insanın fıtraten meftun bulunduğu adalet arayışıdır. Ama komünist sistem uğruna çoğu genci harekete geçiren ve ölüme götüren asıl faktör, "kin ve düşmanlık"tı. Kendine, nefsine rağmen bir ideal peşinde gidemeyen insanı en fazla harekete geçiren faktör, "kin ve düşmanlık"tır ve bunu en fazla kullanan, hattâ mücadelesini kin ve düşmanlık üzerine oturtan da komünizm olmuştur. Bunun yanı sıra kendilerine rağmen yüce bir ideale bağlı olmayan insanları, bilhassa gençleri harekete sevk eden diğer faktörleri ise hatıralarında gördüğümüz üzere, her ne kadar Batı toplumunda onu içten çökertecek bir "Hannibal" olmayı hedeflemiş de olsa insan psikolojisi adına bazı önemli tesbitleri bulunan Freud psikanalizinde görebiliriz. Söz konusu psikanalizin adını koyduğu bu faktörler, özellikle derslerinde başarısız, gerekli ahlâkî terbiyeden de yoksun kalmış gençlerde, öğrencilerde çokça görülen "yüceltme, telâfi, yansıtma" gibi nefsanî arızalardır. Yani insan, komplekslerini, eksikliklerini, başarısızlıklarını güya bir ideale adanma şeklinde yansıtır, yüceltir ve böylece vicdanını kandırmaya çalışır.

Evet, bugün özellikle medya köşelerinden bu milletin büyük çoğunluğuna, onun bilhassa İslâm'dan kaynaklanan değerlerine kin ve düşmanlık kusan elemanlarıyla 68 kuşağının, komünist de olsalar, kapitalist de olsalar, baştan bu yana hep aynı kaldıkları görülüyor.

Medyanaliz Haberleri