Star yazarı Ahmet Kekeç ve Radikal yazarı Cüneyt Özdemir aynı gün paşalar tarafından telefonla aranır. Ahmet Kekeç'i arayan internet andıcı soruşturmasında adı geçen Hıfzı Çubuklu, Cüneyt Özdemir'i arayan ise Tuğgeneral Tayyar Süngü.
Genelkurmay'dan aynı gün gelen bu telefonları köşelerine taşıyan Kekeç, önce şaşırdığını belirterek, “Hıfzı Paşa arıyor” dediklerinde, dizlerimin bağı çözülmedi, esas duruşa geçme gereği duymadım" derken, Cüneyt Özdemir ise paşanın ismini ilk duyduğunda farklı bir tepki vermiş. Özdemir bu tepkisini ise köşesine "İnanır mısınız şaşkınlıkla ayağa kalktım!" sözleriyle açıklıyor.
İşte 2 paşa, 2 yazar, 2 telefon ve 2 tepki...
Önce Star yazarı Ahmet Kekeç'in yazısı...
Nasıl kibar, nasıl anlayışlı, nasıl empatiyle dopdoluydu.
Bir yazımda, isim vermeden, “üçlü” bir görüşmeye katıldığını ima etmişim...
Hangi görüşmeydi, görüşmede kimler vardı, bu görüşmeye katılmış olmak katılımcılara nasıl bir külfet getiriyordu?
Hatırlamıyorum.
Dediler ki, “Hıfzı Çubuklu seni arıyor...”
Eskiden olsa, “Hadi lan... Şimdi bittik işte” derdim. Tırsardım açıkçası.
Eskiden bu tür telefonlara muhatap da olmazdım... Karargâh karargâh dolaşan, Paşalarla muhabbet tesis eden, elinin altında kolayca ulaşabileceği bir Paşa bulunduran, “Emir ve görüşlerinize hazırım” cümlesini çok sık kullanan meslektaşlardan değilim.
Böyle bir gazeteciliği tahayyül etmediğim gibi, karargâh canibine sokulmayı da hiç düşünmedim.
Zaten yasaklıydım.
İstesem de bir ilişki tesisine gidemezdim.
Zaten kutlamalardan, resepsiyonlardan, basın toplantılarından, askeri gezilerden uzak tutuluyordum.
Sakıncalıydım.
Daha doğrusu, “sakıncalı” olduğum söyleniyordu.
Birincisi, sakalım vardı... Sakallı olmak, “yasakçı” açısından başlı başına uzak tutma gerekçesiydi.
İkincisi, “makbul” sayılmayan gazetelerde yazıp çiziyordum.
Kendim makbul olsam bile (diyelim ki, içimde gizli bir Tuncay Özkan ya da Süheyl Batum potansiyeli taşı-yorum), gazetemin yasaklılığı otomatikman bana sira-yet ediyordu.
Bugün Harp Akademileri Komutanlığı’na terfi eden (bazıları bunun bir tenzil olduğunu söylüyor) Aslan Güner Paşa’ya sorun da, anlatsın.
Bir ara, herhalde üstlerinden aldığı emirle, “akreditasyon” işlerini düzenliyordu. Yine “emirler” çerçevesinde, “makbul olan gazeteciler, makbul olmayan gazeteciler” tasnifi yapıyordu.
Durum değişti mi, bilmiyorum.
Şu sakallı halimle garnizon etkinliklerine katılabilir miyim, bilmiyorum.
Çalıştığım mecranın “yasaklılığı”ndan pay almaya devam edecek miyim, bilmiyorum.
Bu soruların cevabını “yeni dönemin uygulayıcıları” verecek.
Neyse, “Hıfzı Paşa arıyor” dediklerinde, dizlerimin bağı çözülmedi, esas duruşa geçme gereği duymadım, ağzımdan istem dışı bir sözcük dökülmedi ama hafiften ürperdim.
Bir “eski dönem” gazetecisiydim, bütün toplumsal altüst oluşları ve siyasal kırılmaları “içeriden” yaşamıştım.
Menderes ve arkadaşlarının idamıyla başlayan hayat serüvenim iki tam, bir yarım, bir de postmodern darbeyle taçlanmıştı. Sayısız miktarda muhtıraya, andıça, lahikaya tanıklık etmiş, birçoğu cihet-i askeriyeden gelen tonla “suç duyurusuna” muhatap olmuştum.
Bunlar yetmezmiş gibi, bir de militarizmi kutsayan bir ideoloji (CHP’ye asal rengini veren resmi ideoloji) tarafından formatlanmıştım.
Ürperdiysem, suç benim değil.
Mütereddit, uzandım telefona.
Hıfzı Çubuklu karşıdan “saygılarını” bildiriyordu... Şaşırdım... Sert ve sitemkâr biri giriş bekliyordum. Çok saygılı, çok kibar, çok alttan alan bir dille konuşuyordu... Zikrettiğim toplantıda bulunmadığını söylemek için aramış.
Düzeltme talep edip etmediğini sordum... “Hayır” dedi, “siz bilin yeter...”
Başka ne konuştuk?
Bu bende kalsın.
Hıfzı Paşa’nın ismi “internet andıcı soruşturması”nda geçiyor.
Hakkında yakalama kararı bulunanlardan...
Bu bir “tanırım, iyi generaldir” yazısı değil. Dilerim aklanır, görevine devam eder. Suçluysa da, cezasını çeker.
Bu vesileyle (“eski”yle “yeni” arasındaki farka gönderme yaparak) Paşa’ya (ve toplumda korku salmış bilumum Paşa’lara) söyleyemediğimi söylemiş oldum.
BU DA CÜNEYT ÖZDEMİR'İN O YAZISI...
Bize anlatın komutanım!
Dün telefonum yine acı acı çaldı. İtiraf edeyim, tembelliğin doruğunda öğleden sonra uykusunun sonundaydım. Telefondaki ses –ki asker olduğu hemen anlaşılıyordu- “Müsaitseniz komutanımız Tuğgeneral Tayyar Süngü sizinle görüşmek istiyor” dedi. (Kamera şakası mı bu!) Kuşkuyla “Tayyar Süngü mü?” dedim. Bir asker için fazlasıyla başarılı ve kuşku uyandıran bir isim gibi geldi kulağıma.
İnanır mısınız şaşkınlıkla ayağa kalktım! (Askerliğini yapmamış kadınlarımızın bu ruh halini anlamasını beklemiyorum) 21 yıllık gazetecilik hayatımda pek çok kuvvet komutanı ile, Genelkurmay başkanı ile görüşmüşlüğüm var, hatta Eşref Bitlis’in ölümü üzerine bir kitap da yazmışlığım bulunduğundan askerlere bir yabancılığım olduğu söylenemez ama yıllardır ilk kez Genelkurmay’dan aranıyorum.
Tayyar Süngü nasıl bir komutandır bilemem ama kibar ve derdini net anlatmak isteyen bir insan olduğu kesin. Pazar günü yazdığım YAŞ atamaları ile ilgili ‘Askerli Harikalar Kumpanyası’ yazımın başlığını çok ağır bulduğunu söyleyerek söze başladı. YAŞ’a çok uzun sürede hazırlanıldığını, çok titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu, anketler, personel içinde değerlendirmeler yapıldığını, bunu da en iyi bu YAŞ’ta görev alanların bildiğini, komutanların terfisinde çok sayıda parametrenin dikkate alındığını, atamaları ise idarenin yaptığını söyledi.
Tayyar Süngü o kadar iyi niyetli söze girdi ve tatlı tatlı anlatıyordu ki bir ara kendimi “Teşbihte hata olmaz ama belki ben yanlış anlaşıldım, kem, küm, ama...” derken buldum. Daha sonra neyse ki uyku mahmurluğunu üzerimden atıp biraz toparladım da laf arasında benim bunlara itirazım olmadığını ancak NATO’ya ya da önemli görevlere ataması yapılan subayların bir kısmının halen Hasdal’da tutuklu olmalarını kastettiğimi söyleyebildim. “Üstelik” dedim, “baksanıza, YAŞ’ta Başbakan ile aynı masada bu kararları alan Orgeneral Nusret Taşdeler hakkında tutuklama kararı çıktı, bu çok normal değil” diyebildim.
Tayyar Süngü ardından ilginç bir konuya geçti. “Bir de...” dedi, “geçen gün sizin yazınızdan yola çıkıp yazı yazan Vatan gazetesinin ‘başarılı yazarı’ (bu başarılı ksımını ben ekledim, itiraf ediyorum) Mutlu Tönbekici’ye demişsiniz ki ‘Askerler sadece Fikret Bila’ya konuşur, bize konuşmazlar’. Biz herkes ile konuşuyoruz, hatta Taraf’ın sorularını bile yanıtlıyoruz”.
(İşte en çok bu çıkışa şaşırdım sevgili askerseverler!
Bu çıkış bana ilginç ve farklı geldi. Şunu itiraf edeyim, askerlerin Ankara’da sadece Fikret Bila’ya konuşuyor olması Fikret Bila için önemli bir gazetecilik başarısıdır. Askerler içinse sorunlu bir iletişim biçimidir. Akreditasyon içinde akreditasyon uygulamasıdır. Kendine güvensizliğin bir göstergesidir. Garanticiliğin kısa yoludur.
Böylesine kişiler üzerine kurulu ilişkilerin sonuçlarını sanırım darbe günlüklerinde net bir şekilde okuduk. Ankara’da bazı gazetecilerin ‘fitratında’ ne yazık ki askerlerle fazla içli dışlı olup gazeteci-asker ilişkisinin kırmızı çizgilerini hayli aşmaları da var!
Anlaşılan o ki yeni bir dönem açılıyor ve askerler yeni Genelkurmay Başkanı ile yeni bir iletişim sistemi geliştiriyor. “Taraf’ın sorularını bile yanıtlıyoruz” vurgusu, geçiş dönemi için bile olsa olumulu bir gelişme. Bu konuşmayı yazmamın nedeni ise asker-gazeteci ilişkilerinde bu yeni dönemin ruhunu anlatırken bir yandan da konuşulanları şeffaf bir şekilde sizinle paylaşmak.
Telefonu kapatırken “Sayın Süngü, Genelkurmay Başkanı’na sorduğum sorular vardı, asıl onlara cevap vermeyecek misiniz?” dedim.
“Bakacağız, cevap verilecek her şeye cevap vermeye çalışıyoruz” dedi. Yani asıl konuya ancak telefonun sonunda gelebildik, cevap alamadık.
Evet, Sayın Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, size sorduğum soruların yanıtını kamuoyu adına hep beraber bekliyoruz.
ROTAHABER