Geçtiğimiz hafta 30. yılını dolduran 12 Eylül askerî darbesi, hiç olmadığı kadar yoğun bir şekilde tartışılıyor şimdilerde. Bu verimli tartışmalar güncel siyasetin de odağında ve bir nebze de olsa 12 Eylül vahşetiyle hesaplaşma olarak görülen referandum sonucunun “evet” çıkmasıyla daha yoğun bir ivme kazandı. Bakalım darbe ile yüzleşebilecek cesareti gösterecek miyiz; bunun cevabını önümüzdeki günler verecek. Asıl önemlisi toplumun bütün kesimlerini kucaklayabilecek şeffaflıkta, esneklikte sivil, demokratik bir anayasa...
Malum, 12 Eylül 1980'de Türkiye'de hayat durdu. İnsanlar sağcı-solcu ve İslamcı gözetilmeden işkence tezgâhlarından geçirildi. Bu dönemi anlatan anı türünde yüzlerce eser ortaya konuldu. Hep söylenir: Bizim mahallede anı türü eksiktir. Muhafazakâr çevrelerden alınma "kol kırılır yen içinde kalır." sözü, gerçeklikle açık açık yüzleşmemiz konusunda bizi biraz sakıngan mı tutuyor ne? 12 Eylül anıları deyince aklımıza (ve Google'un aklına) solcu yazarların kitapları geliyor sadece. İşte İslamcı kimliğinden dolayı darbenin işkence tezgâhlarından geçen yazar Adil Akkoyunlu da, Bir İslamcının 12 Eylül Hatıraları adlı eseri ile o dönemin Malatya-Elazığ cezaevlerindeki beş aylık karanlık ortamına ışık tutuyor. Kitap, böylece tanıklık hususunda çok önemli bir eksikliği de gidermeye aday oluyor.
Yazar kitabının girişinde bu eserini yazma gerekçesini şöyle anlatıyor: "O günleri hatırladıkça elim ayağım titriyor, o günleri yeniden yaşıyor gibi oluyorum fakat yazmalıydım. Darbeyi bizzat yaşayanlardan biri olarak ‘12 Eylül darbesi işte insanlarımıza bunları yaşattı’ demem gerekiyordu." Elinize aldığınızda hacim olarak küçük (128 s.) ama çok rahat okunan, bir dönemin karanlığını anlatan bir eser Bir İslamcının 12 Eylül Hatıraları.
Her tutuklanma bir travmaya yol açar
Darbe yeni olmuştur. Her yere baskınlar düzenleniyor, baskın anında ev ve işyerleri didik didik aranıyor, darbeci zihniyete göre “suç teşkil” eden her şeye el konuluyor. İnsanların fişlendiği, gözaltına alındığı, herkesin birbirinden korkmaya başladığı bir kaos ortamı oluşturuluyor. Gözaltına alınanların ölü mü sağ mı olduğu dahi öğrenilenemeyen bir dönem başlamıştır. Malatya’nın Hasırcılar köyünde öğretmen olan yazar, evine yapılan bir baskın sonucu aynen filmlerdeki gibi "teslim ol" çağrısına ellerini havaya kaldırarak karşılık verir ve böylece başlar acıklı hikâyemiz.
Koğuşlar tıka basa doluydu!
Tutuklanan yazar o dönem Malatya Emniyet Müdürlüğünün bodrum katı olan “koğuş”ta sağcı ve solcuların bir arada kaldığı tıka basa insanla dolu olan bu yere getirilir. İçerisi havasız, işkenceden geçirilen insanların iniltileri ile yatılmaz bir durumdadır. Burası işkenceye götürülen ve insanlıktan çıkarılmış, yarı baygın şekilde dönen insanlarla doludur. Koğuşun havası çok ağırdır. Yemekler yetersiz ve pistir. Darbeciler önlerine geleni koğuşlara doldurmuşlardır. Çocuk yaştakiler, ülkücüler, devrimciler, Kürtler, Aleviler, İslamcılar...
İşkence yolu en uzun yoldur
Liste liste çağırılıp hücreden işkencenin yapıldığı yere götürülen mahkumlar kurbanlık koyun gibi dizilir, hepsinin gözleri bağlanıp etrafı ve işkenceci polisleri görmeleri engellenir. İşkence odasında insanı bekleyen ya bir Filistin askısı ya da İsa’nın çarmıhıdır. Fakat herkese aynı anda işkence hizmeti verecek kadar eleman yoktur. İşkence sırayla yapılır ve listenin alt isimleri öncekilerin bağırtılarını dinlerler gözleri kapalı. "Bir an önce bu işkence sırasının bitmesi için dua ederdik" diyor yazar. Ve ekliyor: "İşkencede eğer bir şey itiraf ettiremezlerse (itiraf edecek ne varsa, her şeyi kendileri söylerdi) ‘trene bindirmek’ yani Filistin askısı ile tehdit ederlerdi. İşkence birkaç sürebilir, işkencehaneden yarı baygın bir şekilde koğuşa döner, birkaç gün kendimize gelemezdik."
İşkencede devlet görevlileri zanlılara "ne işiniz var memleket meseleleriyle, kız arkadaşlarınız olsun, gezin tozun, sinemaya gidin..." gibi daha sonra tutulan nasihatler verirler. Yazar, 12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan gençliğin devlet eliyle pasifize edildiğini yazıyor.
Suçlamalar fanteziye dönüşüyor
Yazarın imam-hatip lisesi mezunu olduğu da göz önünde bulundurularak, onun için "şeriatçı olmak, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı olmak, örgütsel faliyetlerde bulunmak" suçları uygun görülmüştü işkenceciler tarafından. Fakat yazar Adil Akkoyunlu hiçbir suçlamayı kabul etmeyince işkence seansı tekrar tekrar başlar, küfürler havada uçuşur. İşkenceciler yer yer Atatürk'e de hakaretler ederler. Bu arada Hüseyin Karatay'ın, Ermeni sorununu işleyen İsyan Eşiği romanındaki Ayı Kemal karakteriyle ilgili notlarını buldukları yazara "o Ayı Kemal'den kastın Atatürk mü?" diye sorarlar. Cevabı dinlemezler bile. Amaç sadece herkese kabul ettirebilecekleri uygun suçlar bulabilmektir. Kimi tutuklulara faili meçhul cinayetleri bile yüklerler.
Bir tatlı huzur medrese-i Yusufiye'dedir
Yazar Malatya’dan Elazığ Askerî Hapishanesine sevk edilir. Burası bir nebze olsun daha iyidir. Yeni dostluklar kurulur. Daha cezaevine geldiği ilk gün, çocuk yaştaki solcu kızlar ekmeklerini paylaşırlar onunla. Bu insancıl tutum yazarı duygulandırır. Süreç içerisinde tutukluların kendisine "hoca" diye hitap ettikleri yazarımız, zindanı medrese-i Yusufiye'ye çevirir. Koğuştakilere Kur'an dersi verir, kendisi baştan sona Kur’an mealini okur, birlikte ilmî tartışmaların yoğun olduğu yeni bir sürece girerler.
Ve nihayet "Ey Özgürlük!"
Beş ay işkenceden geçen yazar sonunda takipsizlik kararı ile serbest bırakılır. Suç teşkil edecek bir şey bulunamayınca mahkemeye bile çıkarılmadan özgürlüğüne kavuşur. Ama işkenceyle geçen bu sürecin yaraları hayatının ileriki safhalarında kolay onarılmaz.
Otuz yıl öncesinin tanıklığını yapan yazar, eserini çarpıcı bir biçimde sonuçlandırmış: Sağcı-solcu, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, kadın-erkek, suçlu-suçsuz işkence altında ölmüş, sakat kalmış, işinden olmuş binlerce darbe mağduru ülkemiz insanının istatistiğini vermiş.
Haris Yardımcı / Dunyabizim