BİLETLERDE KITA UYGULAMASI: İETT araçlarıyla seyahat ederken, şimdiki gibi tek tip ücret vermek yerine, gidilecek mesafe kadar ücret ödenirdi. Bu sistemde, hatlar belirli kıtalara bölünmüştü. Şehrin ana merkezleri kıta sınırlarını gösterirdi. Biletlerin üzerinde 1 numaradan başlayan ve 12’ye kadar devam eden, kutu içine alınmış sıra numaraları bulunurdu. Gitmek istediğiniz durağı biletçiye söylerdiniz, o da bindiğiniz kıtanın ve gitmek istediğiniz semtin içinde bulunduğu kıta numarasının üzerini kalemiyle işaretler ve bileti keserek size verirdi. Haliyle, gidilecek mesafe arttıkça ödeyeceğiniz para da artardı.
263
AÇIK BİSKÜVİLER: Mahalle bakkallarında şimdiki gibi paketlenmiş bisküviler yoktu ya da lüks sınıfına giren birkaç marka da pahalı olduğundan pek tutulmazdı. Hemen her bakkal dükkânının giriş kapısının yanında ortalama 30X30X30 ebatlarında teneke bisküvi kutuları düzenli bir şekilde üstüste oturtulmuş halde dururdu. Bunların ön kısmında camlı bir kapakları olurdu. Kapak, içindeki bisküvilerin bayatlamaması için sürekli kapalı olur, camdan içinde hangi tür bisküvi olduğu görülürdü. Bu kutular, içindekilerin herhangi bir kazaya kurban gitmemesi için zeminden 30 derece kadar yukarı bakacak şekilde meyilli konulurdu. İstenen tür bisküvi, bakkal tarafından kâğıttan bir kesekâğıdına doldurulup tartılarak müşteriye verilirdi. En bilinen markalar ise; Ülker, Eti ve Besler’di.
363
ARAP SABUNU:Deterjanların günümüzdeki gibi yoğun bir biçimde henüz günlük hayata girmediği yıllarda, temizlik işlerinde çoğunlukla arap sabunu ya da beyaz kalıp sabunlar kullanılırdı. Kalıp sabuna nazaran temizleme kabiliyeti daha yüksek olan “arap sabunları” bakkallarda, kesif kokusundan dolayı dükkânın genellikle dışına konulan bir tenekenin içinde muhafaza edilirler, bakkal tarafından metal bir kaşık yardımıyla, naylon torbanın içine doldurulduktan sonra tartılarak satılırlardı. Görüntüleri itibarıyla ağdalı-sümüksü kıvamlarından, sarı renklerinden ve kendilerine has oldukça itici kokularından beklenmeyen temizleme özellikleri, onların bulaşık hariç hemen her yerde kullanılmalarına neden olurdu. Yerlerin, merdivenlerin, muşambaların, çamaşırların arıtılması işlemlerinde kadınların en büyük yardımcısı olan arap sabunları, artık günümüzde iyice gözden düştüler. Bu sabunları satan bakkal da kalmadı.
463
AYI OYNATICILAR:Çingenelerin tekelindeki bu meslek grubunda ekip, elinde tef ve uzunca bir sopa olan kavruk bir çingene ile, beline sardığı zincirin ucu, burnuna geçirilen halkaya takılmış bir ayıdan oluşmaktaydı. Daha çok turistik yerler ve sokak aralarında boy gösteren bu ikili ekibin gösterisi, tefi dokuz-sekizlik aksak bir ritmle çalarak şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesinden sonra hayvanın tempoya uygun hareketlerle zıplaması, sopaya tutunarak iki ayağının üzerinde dikilmesi ve bazen de yere yatarak bayılma numarası yapmasından oluşan ilginç bir şovdan ibaretti. En çok tutulan gösteri ise; “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır?” sorusunun ardından ayının bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri bitince çingene kasketini çıkararak, etraflarında halka olan seyircilerden bahşiş toplardı. 1980’lerde ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ’da oluşturulan ayı yetiştirme ve rehabilitasyon merkezine götürüldüler.
563
AYŞEGÜL ÇOCUK KİTAPLARI: Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebatlarında, parlak kalın kâğıda baskılı çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf kalitesinde ve güzelliğinde, hemen her türlü detay düşünülerek hazırlanmış, o günler için oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, ortalama 16 sayfa civarındaydılar. Türkiye baskılarında Ayşegül adı verilmiş hayalî bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaşgününde... şeklinde senaryolaştırılmış serî maceralarını anlatmaktaydı. Bu kızın Fındık adında kahverengi bir köpeği ve hiç de Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, kilisenin bahçesinde oynarlar ve sık sık istakoz yiyip, uzak ülkelere tatile çıkarlardı
663
BONCUKLU KASAP KAPILARI: Kasap dükkânlarının kapılarında, özellikle yaz aylarında kapıyı yere kadar tamamen örten, pervazın üzerine tutturulmuş dikey iplere dizili rengârenk boncuklardan oluşan, genellikle sinek benzeri uçucu haşeratın içeriye girmesini engelleyen siperlikler olurdu. İçeriye girmeniz için, bu boncukları ortalarından tutarak, uzun bir saçı at kuyruğu yapmak için toplar gibi bir elinizle tutup kenara itmeniz yeterli olurdu.
763
CİN ALİ ÇOCUK KİTAPLARI: 1970’lerde revaçta olan ilkokul çocuklarına yönelik “Cin Ali” adlı kare şeklinde 16 sayfadan oluşan, siyah-beyaz çok enteresan kitaplar vardı. Ali adlı çocuğun, belli bir seriyi takiben; okuldaki, piknikteki, denizdeki, müzedeki, törendeki, dişçideki ve hayvanat bahçesindeki müthiş heyecanlı (!) maceralarına yer veren kitaplardaki çizimler çöp çizgilerden oluşmaktaydı. Herşey ama herşey birkaç çizgiden ibaretti; evler, arabalar, insanlar, hayvanlar, eşyalar... Kollar ve bacaklar ve vücutlar çöpten ibaret olup herhangi bir organ ihtiva etmemekteydi. Kafalarsa bir yuvarlaktan müteşekkildi. Okuyan çocuğun resimleri kolayca taklit ederek çizebilmesine imkân vermek amacıyla düşünüldüğü muhtemeldi. Her çocuğun çantasında bu serinin en az 1-2 kitabı mevcuttu. 80’lerden itibaren çocuk kitapları sektöründeki hızlı gelişim, Cin Ali kitaplarının da sonu oldu.
863
CİVCİV BESLEMEK: 80’li yıllarda moda olan trendlerden biri de evlerde civciv beslemekti. Pazarlarda ve hatta sokak aralarında satılan civcivlerden 3-5 adet satın alınır, bunlar yazın evlerin balkonlarında, kışınsa odanın içinde kuytu bir köşede, yanlarında birkaç havalandırma deliği açılıp zemini samanla döşenen bir ambalaj kutusunun içine konulur, kutunun üzerinden de içeriye ısıtma ve aydınlatma amaçlı, sürekli yanan bir ampul sarkıtılırdı. Hevesle başlanan bu bakım işi giderek tavsar, civcivler birer ikişer telef olmaya başlar, sonunda da yaşamayı başaran kalanları piliç mertebesine ulaşıp da, sürekli kutudan çıkmaya, eşyaların üzerinde uçmaya, etrafa tüy dökerek yerleri pisletmeye başladıklarında kesilip ailecek yenilirlerdi. Apartman dairelerinde kümes hayvanı beslemek gibi ekstrem girişimleri olan aileler için, bir gecelik ziyafet uğruna o zahmeti ve kokuyu aylarca çekebilmek ne derece çekiciydi, bilinmez...
963
YASSI DİKDÖRGEN PİLLER: Yaklaşık 5X5 santim ebatlarında kırmızı-beyaz renkli yassı piller vardı. “Berec”, “Ki-wi” gibi markalardaydılar. Bunlar daha çok el radyolarının arkalarına kayışla sabitlenirlerdi. 6 volttular (Şimdiki 4 adet 1,5 voltluk kalem pillerin toplam kapasitesinde). Artı kutuplarının olduğu yerlerde teneke iki adet kulakçıkları olurdu. Çok pratik ve kullanışlı olan yassı piller 80’lerin sonunda piyasadan silindiler.
1063
YÜNDEN ASTRONOT BAŞLIKLARI:Aya ilk insanın ayak bastığı 1969 yılından sonra, astronot başlıklarından esinlenerek moda olan çocuk başlıkları vardı. Hemen her çocuğun en az bir adet yünden astronot başlığı olup, bunlar çeşitli renklerde ve genelde -astronotlarda olsa oldukça komik kaçacağı kesin- tepelerinde birer ponpon ihtiva ederlerdi. Tek parçadan müteşekkil bu teknolojik(!) koruyucuların ön kısmındaki açık bölümünden, giyen çocuğun gözleri ve burnu gözükürdü. Ağız kısmını tamamıyla örttüğünden dolayı, ayrıca kaşkol sarılmasına gerek kalmazdı. Başlık kafaya sıkıca yapıştığından, çıkarıldıklarında saçlar ıpıslak ve şekilsiz görünümlerini bir süre korurlardı.
1163
ÇOCUK ZAPTETME KAYIŞLARI: Küçük çocukların yolda yürürken sağa-sola ani hareketlerle koşarak herhangi bir kazaya uğramalarını önlemek, bir nevî dizginlemek için kayışlar icat edilmişti. Bebek mağazalarında satılan bu deri kayışlar, yumurcağın omuzları ve koltukaltlarından dolanarak bağlanırlardı. Yaklaşık 1 metre uzunluğundaki kayışın ucu da ebeveynin elinde olurdu. Çocuk, kayış yardımıyla sık sık frenlenirdi. Anne-babalar da hem çocuğu kucakta taşımak zahmetinden kurtulurlar, hem de güvenli bir şekilde çocuğu bir ölçüde serbest bırakırlardı. Görüntü olarak gerçekten de itici olan bu uygulama, 80’lerde tamamen yok oldu.
1263
ÇORAPTAN ÖRGÜ PASPASLAR:Özellikle 70’lerde moda olan bu paspaslar, hamarat evkadınları tarafından, kaçtıkları için giyilemeyecek durumdaki kadın çoraplarının malzeme olarak kullanıldığı, kalın şişlerle örülen ev eşyalarıydılar. Kapı önlerine ve evin muhtelif yerlerine serilirler ve kışın da yerin soğuğunu oldukça önlerlerdi. Hem eski çoraplar değerlendirilir, hem de bedavaya paspas sahibi olunurdu. Bu parlak fikir, 80’lerden sonra tüketim toplumu tarafından avam kabul edilerek, kaçmış çoraplar direkt çöp kutusuna atıldılar.
1363
CUMARTESİ EĞİTİM-ÖĞRETİM: İlk ve ortaokullar, 1974 yılına kadar Cumartesi günleri de öğrenime devam ettiler. Cumartesileri diğer günler gibi tam değil yarım gün kabul edilirdi. Bu yüzden öğretim iki saatti. İlk ders 1 saat sürer, sonra on dakika teneffüs olur, ardından da 40 dakikalık ikinci ders yapılır ve bahçede hep bir ağızdan İstiklal Marşı okunduktan sonra birbuçuk günlük hafta sonu tatiline girilirdi. Bu uygulama 1974-75 öğretim yılından itibaren kaldırılarak, Cumartesi günü tam gün tatil kabul edildi.
1463
DALYANLAR: Boğaziçi’nde ve Marmara kıyılarında 60’larda yoğun olarak, 70’lerde de azalarak kurulan dalyanlar vardı. Kıyıya yakın sığca kesimlerde denizin dibine ağaç kazıklar çakılarak bunların arasına geniş ve hacimli balık ağları gerilirdi. Balık sürüleri geçerken bir ucu torba gibi açık olan dalyan ağlarından içeri girerler, bir süre sonra da dalyanın ağzı kapatılarak içindeki balıklar kıyıya çekilirdi. Dalyan tahtalarının birinde dalyan gözcüsü sürekli nöbet beklerdi. Görevi ağa balık sürüsü girince, tuzağın ağzını kapatmaktı. En meşhur dalyanlar Boğaz’da akıntının yoğun olduğu noktalarda kurulu olan Kavaklar, Sarıyer, Beykoz, Çubuklu ve Salacak ile Marmara kıyılarında Yenikapı ve Bakırköy dalyanlarıydı. 80’lerde balık türlerinin ve sayılarının İstanbul sularında giderek azalması sonucu dalyanlarda birer ikişer tarihin derinliklerine gömüldüler.
1563
DEVAM SA:3 SÜ:5’DE: 80’lerin sonlarına dek gazetelerin ilk sayfalarında yer alan haberler, şimdiki gibi özet olarak sunulmaz, direkt konuya girilerek makale tarzında anlatılmaya başlanırdı. Kendine ayrılan yerin sonuna gelindiğinde de, haber nerede kaldıysa (çoğu zaman cümlenin ve hatta kelimenin ortasında) kesilir, altındaki satıra da koyu harflerle; “devamı sa:3 sü:5’de” gibi ilginç bir ibare konulurdu. Yani bu açıklama, haberin orada bitmediğini ve devamının, gazetenin üçüncü sayfasının beşinci sütununda olduğunu belirtmeye yarardı. Artık günümüzde ilk sayfada kısa bir özetin altına; “devamı 3’de” gibi ibareler konulmakta ve adı geçen iç sayfada haber bir bütün olarak en başından sunulmaktadır.
1663
KOYUN POSTUNDAN YAYGILAR: 70’li yıllar denenmemişlerin denendiği yıllar olduğundan dolayı, o yıllarda evlerde enteresan bir yenilik daha yerini aldı; “koyun postundan yaygılar”... Çoğunlukla kurban bayramını müteakip, kesilen hayvanın postu biraz alacalı ya da bol tüylüyse, herhangi bir hayır kurumuna verilmek yerine özel birtakım işlemlerden geçirilerek yıkatılıp temizletildikten sonra, kokuları olabildiğince giderilir, alt kısımları tabaklatılır, tüyleri parlatılarak yumuşatılır ve de daire kapısının girişi ya da misafir odasının ortası gibi evin en görünen bir yerine yayılırdı. Postlar bunca işlemden geçtikten sonra deforme olup pelte gibi iyice kendilerini saldıkları için, görenlerde, üzerinden tır ya da silindir geçtikten sonra dümdüz bir vaziyette odanın ortasına yapışmış ölü bir kuzu intibaı uyandıran bu yaygılar, üzerlerine basıldığında muşambanın veya taşın üzerinde kolaylıkla kayarak, basanları sık sık düşürme özelliğine de sahiptiler. 80’lerden sonra insanlar bu yanlıştan döndüler ve evlerine normal kilimler ve halılar sermeye başladılar.
1763
EGZOST BORUSU ÇIKARTILMIŞ OTOMOBİLLER:1970’lerde ve 80’lerin sonlarına kadar, özellikle gençler arasında Murat-124 marka otomobillerin egzost boruları çıkartılarak sokak aralarında hızla dolaşma modası vardı. Egzost borusu olmayan otomobil çok kuvvetli bir mide-bağırsak gurultusu ile aşırı zorlanarak yellenme sesi arası bir gürültü çıkarırdı. Bu otomobillerin koltukları çoğunlukla koyun postuyla kaplanmış olur ve tavanıyla arka camların iç kısımlarına ağırlıklı olarak mor ya da kırmızı ince lambalar monte edilmiş olurdu. Pioneer marka kasetli teyplerinde sürekli Orhan Gencebay ya da Ferdi Tayfur çalardı. Ön ve arka çamurluklar ise özel kaplama olurdu. Ön camın içine olabilen herşey süs eşyası olarak asılı dururdu. Camın arkasında da o yıllarda moda olan ve çoğu arabada birer tane bulunan, arabanın hareketiyle birlikte kafası sağa-sola titreşen oyuncak bir de köpek bulunurdu. Arabanın turlama esnasında çıkardığı bu enteresan sesin nereden geldiğini görmek için çoğu insanın evlerin pencerelerinden dışarı uzanmalarına yol açan Murat-124 marka otomobillerin 90’larda yollardan çekilmesiyle bu moda da rafa kalktı.
1863
EL RADYOLARI: Avuçiçinden biraz daha büyük ve arkalarında mutlaka yassı bir pili olan, band aralığı dar ve parazitli, derinden gelen bir sese sahip, yanlarında uzayabilen antenleri olan radyolar, özellikle erkekler tarafından çok rağbet görürdü. Bilhassa Pazar günleri TRT’nin canlı yayınladığı lig maçları, kulaklara sıkıca yapıştırılan bu el radyolarından takip edilirdi. Halihazırda radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun üzerindeki yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı. Paraziti en aza indirmek için, dinleyenler sık sık yönlerini değiştirmek zorunda kalırlardı.
1963
EV ŞEKLİNDE BİBLO BAROMETRELER: Çoğu evde teknik göstergelerinden çok süs amaçlı kullanılan barometrelerden vardı. Çoğunlukla ön tarafı iki kapılı, çatısı ve yanlarında pencereleri olan tahtadan bir ev şeklindeki biblonun kapılarından birinde şemsiyeli bir adam, diğerinde ise elinde çiçek demeti taşıyan bir kadın biblosu olurdu. Bunlar orta noktasından yere vidalanmış uzunca bir tahtanın iki ucuna sabitlenmiş figürlerdi. Evin üzerindeki barometrenin alçak ve yüksek basıncı göstermesine göre, uzun tahtaya bağlı bir düzenek yardımıyla figürlerin birinden biri evin dışına çıkarken, diğeri otomatikman içeri kaçardı. Şemsiyeli adam evin dışına çıktıysa havanın bozacağı, çiçekli kadın dışarı çıktıysa havanın güzel olacağı ima edilmekteydi. Günümüzde ise evlerde değil barometre, termometre dahi asılı değil.
2063
MAKRAMELER:70’li yılların sonunda başlayıp 80’li yılların ortalarında son bulan bir moda olarak ev hayatına giren makrameler, ev kadınları tarafından misafir odalarının pencerelerine ya da oda kapısının iki yanındaki pervazlara asılırlardı. Makrame; balık ağı formunda örülmüş renkli iplerin içine konulmuş bir çiçek saksısı, yine bu iplerin tepede birleşerek bir çengelde son bulduğu enteresan bir süs eşyasıydı. Daha çok dökümlü yaprakları olan çiçekler bunların içine yerleştirilir ve evin muhtelif yerlerine asılırlardı. Makramelerin alt kısımları ve taşıyıcı ipleri de dökümlü boncuklarla süslenirdi. Farklı şekillerde olup, havada sürekli sallanıp duran makramelerin modelleri, kadınlar tarafından kazak örneği alınır gibi birbirlerinden alınır-verilirdi. Kadın dergileri her hafta “Haydi hanımlar gelin, evde makrame yapalım!” gibi cezbedici (!) sloganlarla yapım ekleri yayınlarlardı. Bunların içine oturtulan çiçeği sulamak da biraz hüner işiydi. Çünkü gereğinden fazla dökülen su, bir süre sonra makramenin yüksek irtifadan yere doğru işemesine neden olur, etrafa sıçrayan topraklı necis sular, pek de hoş olmayan görüntülere sebebiyet verirdi. Ne akla hizmeten icat edildiği bilinmeyen makramelerin modası da 80’lerden sonra kalmadı.
2163
MANDOLİN: 60’larda ve 70’lerde ilkokul çocuklarına çalmaları için zorla dayattırılan bu İtalyan çalgısı, nedense çocuklar tarafından pek sevilmezdi. Okullarda öğretici kurslar dahi açılır, bütün kırtasiyelerde, kapağında çalgı çalan bir kız ve bir erkek çocuğu resmi olan mandolin metod kitapları satılırdı. Aylarca süren bir kurs dönemi sonunda müzik kulakları pek de gelişmemiş, ancak ebeveynlerinin baskısına karşı gelememiş bu yeni yetmeler, okulun salonunda bir de konser verirlerdi. Repertuarları da, üç ile beş arasında değişen basit okul şarkılarından teşekkül ederdi. Doğru notayı çıkarması oldukça güç ve beceri isteyen, gerili 4 çift telden oluşan, penayla çalınan mandolinlerin bu üçgen penaları, tremolo (seri vuruş) esnasında hep kırılır, görev sağlam olan köşeye devredilir, her üç tarafı da kırılana kadar kullanılırdı. Kurs sona erdiğinde çocuklar tarafından genellikle arkaları çevrilerek darbuka olarak kullanılan (içleri boş olduğundan, vurulduğunda bayağı da güzel de ses çıkaran) ve normal yüzlerinden çalındığında sazla buzuki arası bir ses veren mandolinlerin ses perdeleri de oldukça geniş sayılırdı. 80’lerde okullarda blok flüt modası başgösterince mandolinler de tamamıyla gözden düştüler.
2263
FACITLAR: 70’li ve 80’li yıllarda muhasebecilerin, özellikle de bakkal dükkânlarının değişmez elemanlarından olan “Facıt”ler, sağ yanında bir çevirme kolu ve üzerinde tuşlar olan enteresan hesap makineleriydiler. Bakkal, Facıt’ın tuşlarına bastıktan sonra, yanındaki kolu ileri-geri birkaç kez seslice çevirir, tekrar tuşlara basar, yeniden kolu çevirir ve bu işlemler zinciri, hesaplanacak tüm kalemler tamamlanana kadar sürüp giderdi. En son işlemden sonra üzerinden yazarkasa fişi gibi bir kâğıt çıkartırdı. Hesaplayan kişi bu fişe bakarak, alışverişin ederini söylerdi. Sadece toplama-çıkarma yapabilen ve günümüz koşullarında çok ilkel sayılabilecek olan Facıtlar, o dönemlerin pratik ve teknolojik aletlerindendiler
2363
GELİN ARABASI SÜSLERİ: 70’li yıllarda evlenme törenleri başından sonuna kadar, zengininden fakirine kadar olabildiğince şaşaalı kutlanması gerektiğine inanılan törenlerdendi. Bu yüzden gelin arabalarının hemen her yeri (kapı tutacaklarından, sileceklerine, çamurluklarından ön kaputun üzerine kadar) süslenmeye çalışılırdı. Gelin arabalarının olmazsa olmaz başlıca süsü ise, otomobilin ön kaputunun ön ortasına oturtulan, gelinlik giydirilmiş oyuncak bir kız bebekti. Aracın ön kapılarıyla ön camı arasına sıkıştırılmış rengârenk iki kurdela iki taraftan üçgen oluşturacak şekilde gerilir ve oyuncak bebeğin bacaklarının arasında sabitlenirdi. Gelin arabasının -şanından olsa gerek-, nikâh törenine gidiş ve gelişinde aşırı sürat yapmasından ötürü, kaputun üzerindeki bebek çoğunlukla yolda savrularak düşer ya da oluşan rüzgârdan yamulur, eciş-bücüş olurdu.
2463
HİPPİLER: 1968 yılında dünyada esen serbestlik rüzgârının yansımaları olan “Hippiler (Hippy)”, 70’lerde uzakdoğu orijinli dünya gezilerine çıkmaya başladılar ve Hindistan, Nepal, Katmandu gibi Budizm ağırlıklı yerlere ulaşmak için rotalarını genelde Türkiye üzerinden çizdiler. Kendilerine “Çiçek çocukları”, “Barış elçileri” gibi enteresan isimler veren Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın işsiz, parasız entel gençleri, volkswagen marka minibüslere doluşarak İstanbul’a geldiler ve uzun yıllar Sultanahmet’i kendilerine buluşma yeri seçerek, burada ucuza konaklamaya başladılar. Uyuşturucu ağırlıklı bir yaşam tarzı süren ve garip giysiler giyerek sürekli şarkı söyleyen, çalışmayan, üretmeyen bu akımın temsilcilerine tüm dünyada olduğu gibi bizde de Hippi denildiği gibi, İstanbul halkı tarafından kendilerine ikinci bir isim daha takıldı; “Bitli turist”... Sultanahmet semti de bundan nasibini aldı ve adı; “Bitli Sultanahmet” oldu uzun yıllar... Hippilik akımı 1980’lerin başında yokoluş sürecine girince, hippiler de İstanbul’u terketmeye başladılar.
2563
KAĞIT KÜLAH FIRLATMA BORULARI: Çocukların, nalburlardan ortalama 30 santim uzunlukta kestirerek satın aldıkları gri renkli, sert plastik su boruları, 70’li ve 80’li yıllarda, onların hain emellerine alet olan bir silâh şeklinde kullanıldılar. Cephaneleri, defterlerinden kopardıkları dikdörtgen kâğıtlar olup, çocuklar bunları bellerindeki kemere tomar halinde tuttururlardı. Açık kalmış bir pencere gördüklerinde derhal bu tomardan bir kâğıt koparıp, ucu sivriltilmiş bir külâh haline getirerek borunun ucuna sokarlar ve ardından da nişan aldıkları istikamete doğru üflerlerdi. Külâh ok gibi borunun öbür ucundan fırlar ve pencereden içeriye hızla girerdi. Bu oyun, genelde yaz tatillerinde çocuklara müthiş zevk veren bir eğlence olmakla birlikte, onca işleri arasında misafir odalarını doldurmuş bu davetsiz misafirleri toplayarak imha etmek zorunda kalan ev kadınları için aynı şey söylenemezdi. İstanbul’un otuz dereceyi aşan bunaltıcı günlerinde kamışlı hain veletler uzaklaşana kadar mecburen camlar kapatılırdı. Bazen de çocuklar kendi aralarında gruplar oluşturarak birbirleriyle külâh savaşı yaparlardı. Daha azgınca olanları kâğıt külâhın sivri kısmının ucuna bir de toplu iğne sapladıkları için birtakım istenmeyen kazalar da meydana gelirdi.
2663
LEBLEBİ TOZU: Mahalle bakkallarında “leblebi tozu” satılırdı. İşaret parmağı uzunluğunda ve kalınlığındaki şeffaf torbalara doldurulmuş şekerli leblebi tozları, çocuklar tarafından çok sevilen ve genelde yenmek üzere değil de, ağıza tümüyle doldurulduktan sonra karşındakine hızla püskürtülmek için satın alınan bir gıda maddesiydi. Eğer ağızda fazla tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan çocuğunu farkeden telâşlı ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun kalan kısmı derhal çöpe atılırdı.
2763
LÜTFEN SAYFAYI ÇEVİRİNİZ: Çoğu derginin sağ sayfalarının en altında; işaret parmağı ileriye doğru uzanmış küçük bir el işaretinin yanında, sayfayı çevirmemiz gerektiğini belirten uyarıcı (!) bir yazı olurdu. Yazının devamının nerede olduğunu bilemeyip bocalayabilecek zekâ düzeyindeki okuyucular baz alınarak hazırlanmış olması muhtemeldi. Kimi dergiler işi iyice abartır ve tüm sağ alt sayfalarına -istisnasız- bu uyarı yazısı ile işaret parmağını koyarlardı. Artık okuyucuların herhangi bir yardım görmeksizin sayfa çevirebilme yetenekleri geliştiğinden olsa gerek, günümüzde dergilerde ve gazetelerde bu tür ibareler konulma gereği hissedilmemektedir.
2863
MIZIKALAR: 60’larda ve 70’lerde çocuklara alınan hediyelerin başında –her nedense- mızıka adı verilen müzik aletleri gelmekteydi. İnce uzun dikdörtgenler prizması şeklinde olup, uzun kenarlarından birinde üflendiğinde ses üretmeye yarayan, iki sıralı küçük karelerden oluşan delikleri olan bu acayip aleti hakkıyla çalabilen tek bir çocuğun dahi olmadığı, yapılan ısrarlı gözlemler sonucu görülmüştür. Dudaklar arasında hızla sağa-sola hoyratça çekilirken kuvvetlice deliklerine ileri-geri üflendiğinde, kapı gıcırtısına ya da kuyruğu kapıya sıkışmış kedi sesine benzer baydırıcı nağmeler üreten bu Amerikan kovboy çalgısının hediyelik eşya olma şanssızlığı 80’li yıllardan itibaren sona erdi.
2963
MİNİBÜS MUAVİNLERİ: Minibüslerin idarî kadrosu, şoför ve yardımcısı olan “Muavin”lerden ibaretti. Bu şahısların görevi ücret toplamak ve yolculuk boyunca aracın kapısını yarım açıp kapıya asılarak çığırtkanlık yapmaktı. Aracın gideceği hemen tüm durakları bir çırpıda bağırarak sayan ve çoğunlukla yaşları 15-25 arası gençlerden oluşan muavinler, bellerine asılı deri para çantaları taşırlardı. Pratik ve hesapta becerikliydiler. Gözlerinden kaçan yolcu olmazdı. 1985’den sonra muavinler yasaklandı ve her minibüste sadece tek bir şoför olmasına karar verildi.
3063
MİSAFİR ODASI SARMAŞIKLARI: Evlerin oturma odalarında, evin hanımı tarafından, dalları pencere altlarını, pervaz kenarlarını, kirişleri, kısaca mekânı çepeçevre dolaşan sarmaşıklar yetiştirilirdi. Heybetli ve gösterişli bir saksıdan beslenen yeşil dallarına, kem gözlü misafir kadınlardan koruması maksadıyla, belli aralıklarla nazarlıklar da asılırdı. Odanın peyzajına yeşil rengi ve doğal görünümüyle pozitif katkıda bulunan bu sarmaşıkların yüzlerce yaprağına konan tozların teker teker silinmesi ev kadınlarını isyan ettirdiğinden olsa gerek, zamanla bu moda yok oldu ve küçük boy çiçeklere geri dönüldü.
3163
AKŞAM GAZETELERİ:60’lı ve 70’li yıllarda radyo yayınları kısıtlı olduğu ve televizyon da olmadığı için gazeteler çok önemliydi. Gündüz satılan gazetelere alternatif olarak akşama doğru 15-16’dan sonra “Akşam” gazetesi adıyla bazı gazeteler basılır ve gün içindeki önemli olaylar ertesi güne sarkmadan sıcağı sıcağına bu akşam gazetelerinde yer alırdı. Dağıtımları daha çok vapur iskelelerinde, otobüs duraklarında ve tren istasyonlarında olur ve iş dağılış saatlerine denk getirilirdi. Böylece meraklısına 12 saatlik periyotlar halinde taze haber sunulurdu.
3263
ÇATANALAR:Haliç’teki yük indirme-bindirme iskelelerine ve tersanelere malzeme götüren basık ve tek katlı, arkalarına yük taşımaları için ardarda mavnalar bağlanmış tren katarı gibi ilerleyen ilginç bir taşıma sistemi vardı. Mavnaları çeken ufak gemiye “Çatana” denirdi. Bu çatanaların bacaları ince ve uzundu. Galata ve Unkapanı Köprüleri’nin altından geçerlerken bacaları tam ortalarından çelik bir tel vasıtasıyla gerilerek çekilir ve baca yaklaşık 75 derece kadar kırılarak arkaya yatardı. Köprünün altından geçince tekrar makara gevşetilir ve baca yerine otururdu. Bacanın ortasından kırıldığı anlarda duman açılan kırık yerinden savrulmaya devam ederdi.
3363
MUŞAMBA:Halıfleks ya da yer karolarının yaygınlaşmadığı yıllarda evlerin odalarının, hatta mutfaklarının ve tuvaletlerinin zeminleri muşamba kaplı olurdu. Çoğunlukla kahverengi ya da gri renklerin hakim olduğu bu yer kaplama materyallerinin üzerinde birbirini tekrarlayan grafik desenler olurdu. En çok tutulan desen ise pötükare adı verilen iki rengin çaprazlamasına uygulandığı küçük kare şekillerdi. Muşambalar odaların zeminleri tahta olduğu için, bir süre sonra tahtaların deformasyonuna ayak uydurur ve altındaki tahtanın girintili-çıkıntılı şeklini almaya başlardı. Üst kısımları kayganca olan muşambalar, üzerleri silinip parlatıldığı zaman daha bir tehlikeli hale gelirler ve çorapla üzerlerine basılmasını genellikle affetmezlerdi. Yıpranan ya da yırtılan kısımlarına, daha önceden yedeklenen muşamba parçalardan uygun şekiller kesilerek buralara yama yapılırdı.
3463
ARKASI YARINLAR:Televizyon yayınlarının çok kısıtlı yapılabildiği 70’lerde hafta içi hergün 10.00-10.20 saatleri arasında “Arkası Yarın” adı verilen sürekli radyo piyesleri yayınlanırdı. Dinleyicilerin konuya adapte olabilmeleri için, kapı gıcırtısı, ayak sesi, yağmur, rüzgâr, uğultusu, kuş cıvıltısı, motor çalışma sesi gibi birtakım ses efektleriyle zenginleştirilmiş karşılıklı diyaloglardan oluşan piyesler, Türk ve dünya klasikleri ağırlıklı olurlardı. Bu piyeslerin jenerik açıklamalarında en akılda kalanı ise; “Efekt: Korkmaz Çakar”dı. Adı geçen şahıs, yukarıda anlatılan efektlerden sorumlu ses görevlisinin adıydı.
3563
AT ARABALARI:Bilhassa benzin kıtlığının yaşandığı 1970’lerde at arabaları, zerzevat satıcısından yük taşıyanına kadar hemen her meslek grubunun gözdesi olan ulaşım araçlarındandı. Bunların tahtadan dört adet tekerleği vardı ve bu tekerlekler özellikle paket taşlı yollarda çok fazla ses çıkarırdı. Arabalar genelde tek, bazen de iki at tarafından çekilir ve tüm atların başına siyah deriden at gözlüğü ile arkalarına da gübre torbaları bağlanırdı. Arabayı sürenin oturması için, aracın önünde biraz yükseltilerek deri minderle kaplanmış ve yetmeyerek, üzerine çeşitli kilim parçaları örtülmüş bir sürücü mahalli vardı. Atların arkalarına ne kadar torba bağlanırsa bağlansın, yine de hatırı sayılır bir ölçüde gübreler asfalta dökülerek gün boyu kaybolmayan nahoş kokulara sebep olurdu.
3663
AT ARABALI ZERZEVATÇILAR:Sokak aralarında at arabalarına estetik bir şekilde dizdikleri türlü çeşit sebze ve meyveyi satan zerzevatçılar vardı. Arabanın en arkasına sabitledikleri bir sebze kasasının üzerine oturttukları iki daralı terazileri olurdu. Bellerine koyu mavi bir para önlüğü bağlarlar ve gömleklerinin kollarını da dirseklerine kadar sıvarlardı. Başlarında kasketleri olurdu. Arabalarında çeşitli türdeki sebze-meyveyi satanları çoğunlukta olmakla birlikte, bazen de (özellikle o ürünün bolluğunun doruk noktaya ulaştığı mevsimlerde) arabalarına karpuz, kavun, elma, portakal gibi sadece tek bir çeşidi dolduranlar da olurdu. 80’lerin sonlarında at arabalarının yerini bir süre kamyonetler aldı, ardından da sokak zerzevatçıları birer-ikişer yitip gittiler
3763
BABIALİ:Bazı gazeteler başta olmak üzere birçok gazete ve derginin matbaalarının ve yazıişlerinin yer aldığı, Türbe’den Sirkeci Meydanı’na kadar kıvrılarak inen meşhur Cağaloğlu yokuşuna o yıllarda verilen addı. Babıali’ne sağlı sollu açılan sokaklar dahil olmak üzere, bu bölge tamamen yayıncılık üzerine hizmet vermekteydi. 1980’lerin sonlarında gazeteler birer-ikişer İkitelli civarında yeni yaptırdıkları modern tesislerine taşındıktan sonra Babıali’nin de günümüzde artık sadece adı kaldı
3863
BAGAJI ÜZERİNDE OTOBÜSLER:Şehirlerarası çalışan o dönemin otobüslerinin, şimdiki gibi karoser hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere konularak sıkıca bağlanırlardı. Bu yüklüklere otobüs muavinleri, aracın dışında, en arkasındaki dar, metal tırmanma merdiveni vasıtasıyla çıkarak bavulları olabilen en ekonomik şekillerde uzun uzadıya istif ederlerdi. Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden alınması epey zaman kaybettirirdi.
3963
BAKKALLARDA BENZİN SATIŞI:Gaz sobalarının yoğun olarak kullanıldığı 70’lerde ve 80’lerde mahalle bakkallarının kuytu köşelerinde, altlarında muslukları olan silindirik gaz depoları vardı. Bakkala ellerindeki plastik bidonlarla giden vatandaşlar, bunlara 6-12 litre arası gazı doldurtarak evlerine götürürlerdi. Muslukları sürekli damlatan bu depolar yüzünden bütün bakkalların içi kesif bir şekilde gaz kokardı. 70’lerin sonundaki akaryakıt darlığı yıllarında ise, bakkalların önünde yoğun kuyruklar oluşur, kişi başına 6’şar litreden fazla gaz satılmazdı (1978-80 arası).
4063
BANKERLER:1980 ihtilâlinden hemen sonra kurumsallaşan sektörlerden biri de “Bankerler” olmuştu. Eskinin kurt tefecilerinden oluşan bu kurumlar, “Kastelli”, “Bako” gibi isimler almışlar, hatta bazıları gazete ve televizyona dahi reklâmlar vermeye başlamışlardı. Bu reklâmlarda, o dönemin ünlü sanatçı ve artistleri rol alıyordu. İyiden iyiye prestij kazanmaya başlayan bankerlerin hedefleri ise ortaktı: Halkın birikimlerini çok yüksek faizler karşılığı toplayarak işletmek... Evdeki hesabın çarşıya uymaması sonucu bir-kaç yıl içinde tüm bankerler teker teker iflâs ederek, topladıkları paralarla yurtdışına kaçmaya başladılar. Kendilerine vaadedilen (yıllık %100, %150 gibi) çılgınca yüksek faizlerden nemalanmak hayalindeki bir kısım vatandaş da, birbiri ardınca dolandırılmanın şokunu yaşamaya başladılar. Kaçan bankerlerin çoğu yakalanamadı, yakalananlar ise bir süre hapis yattıktan sonra salıverildiler. Olansa, kandırılan vatandaşın birikimine oldu.
4163
1970’ler ve 80’lerin ortalarına kadar, özellikle ilk ve ortaokul öğrencileri arasında yaygın olarak bit salgını görülürdü. Bir çocukta üreyen bit, çok kısa zamanda sınıftaki diğer çocuklara da sıçrardı. Öğretmenler tarafından periyodik aralıklarla öğrencilerin başlarında bit kontrolü yapılarak, şüpheli olanlar, saçlarının arasında sirke adı verilen bit yumurtasına rastlananlar derhal evlerine gönderilirlerdi. Bitleri yok etmek için tek çare, çocuğun "0" numaraya vurulmuş başının DDT adlı ilâçla iyice yıkanmasıydı. Genellikle kalabalık ve taşralı ailelerde rastlanan bit, bir süre sonra zengin-fakir ayırdetmeksizin tüm çocuklara bulaşırdı.
4263
BİZERBA TARTILAR:Bakkal, kasap ve manavlarda en çok rağbet gören tartı “Bizerba” lardı. Bunlar daha çok beyaz, kısmen de açık yeşil ya da mavi renklerde imal edilmişlerdi. Bunların önünde diklemesine bir ayak üzerinde iki yüzü de camlı silindirik bir disk bulunurdu. Diskin iki yüzünde de ağırlık göstergeleri olup, skala iki tarafta da aynı şekilde çalışırdı. Böylece hem müşteriye hem de satıcıya dönük olduğundan, iki taraflı kontrol edilebilme imkânını sağlarlardı. Bu ön göstergeye bağlı olan tartı bölümü de hemen arkasında yatay şekilde durur, haznesi dükkânın sattığı ürünün türüne göre kenarlıksız ya da kap şeklinde olurdu. Ağırlık arttıkça satıcı, tartının yanındaki silindir büyük düğmeyi ekseni etrafında çevirerek kilo göstergesini ilerletebilirdi. Sonraki modellerinde göstergenin dairesel şekli değişerek, ters duran üçgen şeklini aldı. İnce düşünceli kimi satıcılar, tartmadan önce skalayı “–10” grama alırlar, böylece tartım esnasında ürünün içine ya da üzerine konulduğu ambalaj kâğıdı veya kutusunun ağırlığını hesaptan düşerek, hakkaniyet ölçülerinde çalışırlardı.
4363
BONMARŞELER:Fransızca “Bon marché” kelimesinin okunuşu olan bonmarşeler, 60’lı ve 70’li yılların İstanbul’una damgasını vuran çok amaçlı satış mağazalarının ortak adıydı. Çoğunlukla Sirkeci, Sultanhamam, Karaköy, Beyoğlu ve Şişli’de yaygındılar. Bu mağazalar birkaç katlı binanın tümünü kaplarlardı. Her katında farklı ürünler satılırdı. Giyim-kuşam, hediyelik eşya, ev eşyaları gibi. Son yıllarda sadece konfeksiyon ağırlıklı olarak hizmet veren bonmarşeler, yıllar içinde alternatif satış mağazalarının açılmasıyla birlikte gözden düştüler ve 80’li yılların başında birer birer kapandılar.
4463
CAMİLERDE KARŞILIKLI ÇİFTE EZAN:Eskiden bilhassa Cuma, Kandil, Arefe gibi dinî günlerde büyük camilerde (ağırlıklı olarak Selâtin camilerde) ezanlar iki ayrı minareden, yankılı olarak okunurdu. Birinci müezzin ezanın bir bölümünü okuyup bitirdiği anda, diğer minaredeki müezzin aynı bölümü farklı bir makamdan okumaya başlar, ezan bitene kadar karşılıklı olarak devam ederdi. 2 ayrı müezzinin bu birbirini takip eden karşılıklı okumaları, uzaklardan sanki yankı hissi uyandırırdı insanda... 4 minareli camilerde ise, kimi zaman 4 ayrı minareden 4 müezzin tarafından okunan ezanlar da olurdu. Hiç susmadan, caminin etrafındaki 4 minareyi de çepeçevre dolaşan bu özel ezan okuma tarzı, artık günümüzde uygulanmamaktadır.
4563
CEMSE:50’lerdeki Amerikan Marshall yardımı çerçevesinde, İkinci dünya Savaşı’nda kullanıldıktan sonra miadı dolan askerî jipler, kamyonlar ve otobüsler Türkiye’ye yollanmıştı. Bunların içinde bir çeşidi vardı ki, bunlar Türkler’in mükemmel fonetik dönüşüm yapabilme kabiliyetlerinin bir ürünü olarak yıllarca “Cemse” olarak anılan “G.M.C.” marka araçlardı. “General Motors Corporation” kelimelerinin baş harflerinin okunuşu; “Ci-Em-Si” olduğundan, halk arasındaki telâffuzu yuvarlatılarak “Cemse”ye çevrildiler. Bundan böyle nerede bir askerî kamyon görülse, ona askerî cemse (ya da sadece cemse) denilmeye başlandı.
4663
DAVLUMBAZLAR:Vapur yolculukları o yıllarda yoğun bir şekilde yapıldığından dolayı, iskelelerde iniş-binişlerde aşırı yığılmalar meydana gelirdi. Bu tıkanıklığı önlemek için merkezî iskelelerde, vapurun üst katında bulunan çıkış kapısının hizasına dek gelen, iskeleye sabitlenmiş bir merdiven ve genişçe bir sahanlıktan oluşan “Davlumbaz”lar monte edilmişti. Üst katta seyahat eden yolcular vapuru boşaltırlarken, alt kata inmeye gerek kalmadan bulundukları katın çıkış kapısının yanına denk gelen davlumbazı kullanırlar, böylece vapur iki misli hızlı bir şekilde boşaltılmış olurdu. Dubalı Karaköy iskelesinin ise ikinci katı, her iki yanından da komple davlumbaz görevi görürdü. Yolcu sirkülasyonu 80’lerin ortalarından itibaren düşünce, aşırı yoğunluk olmadığından dolayı vapurların üst kapıları açılmamaya ve davlumbazlar da kullanılmamaya başlandı.
4763
“EBÜÜÜVEE” ARABA KORNALARI:70’lerin sonundan itibaren on yıl kadar modası süren ve halk arasında “ebüve” olarak tanınan bu kornalar, aynen ismi gibi ses çıkarırlardı. Aslında 1930’lu yılların Amerikasında kullanılan otomobillerin sahip olduğu bu korna, her nedense 70’lerde yeniden moda oldu ve tüm İstanbul sokakları inek böğürmesiyle eşek anırması arası bir sesi andıran bu zevksiz, itici kornayla muhatap olmak zorunda kaldı. Araçlarına bu kornadan taktıranlar birtakım aklıevvel şoförler, sessizce giderken birden böğürmeye başlayarak, yoldan geçenlerin korku ve endişe ile kenara kaçılmasına neden olurlardı.
4863
EL ARABALI ÇÖPÇÜLER:Sokak aralarında çöp kamyonlarının geçmediği günlerde dolaşan tahta el arabalı çöpçüler olurdu. Bunlar, düşük bir ücret karşılığında evlere ara toplama hizmeti vermekteydiler. Çöpü fazla biriken ev kadınları, küçük bir bahşişle birlikte çöplerini belediyede kadrolu olan, resmi kasketli, kahverengi elbiseli bu temizlik görevlisine verirlerdi. El arabasının mümkün olduğunca fazla atık toplayabilmesi için çöpçüler, arabanın haznesinin yanlarına, birbiri üzerine bindirilmiş teneke levhalar, kalın kartonlar ve mukavvalar sokuşturarak, haznenin kapasitesini olabildiğince yükseltirlerdi. Ayrıca ellerindeki kalın çalı süpürgeleriyle, göstermelik olarak kaldırım kenarlarını süpürürlerdi.
4963
YARIM EKMEK SATIŞI:70’lerde ekmekler 300 gram ve daha fazla gramajlarda üretilirlerdi. Bakkallar bu büyük ekmekleri keserek de satarlardı. Müşteriler yarım, birbuçuk, ikibuçuk gibi oranlarda ekmek alabilirlerdi. Ancak, ekmek vitrininde daha önceden kalan yarım ekmek varsa, kesilen yüzü biraz sertleştiğinden pek satın alınmak istenmez ve bakkaldan yeni bir bütün ekmeği ikiye kesmesi talep edilirdi. Yarım ekmek satışını fırınlar pek uygulamazlardı. 80’lerde ve sonrasında, ekmeğin gramajı oldukça düşürüldüğünden ve tam ekmekler neredeyse eskinin yarım ekmeğinin ağırlığına indiğinden -ve insanlar daha bir kibarlaştığından (!)- yarım ekmek istenmez oldu. Herkes tam ekmek satın almaya başladı.
5063
KİBRİTLİKLER:Evlerde, gelen misafirlerin kullanması için sehpaların üzerinde, 4, 6 ya da 8 kibriti kutusundan oluşan kibritlikler vardı. Bunlar genelde kübik kesilmiş iki ince suntadan oluşur, suntaların arasına kibrit kutuları belli şekillerde estetik olarak sokulur, suntaların aralarından sadece kibritin kartondan çekmecesinin dışı görünürdü. Çekmecenin açılması için kibrit kutusunun içinden kırmızı bir kurdele geçirilir, ucu da kibritliğin dışına sarkıtılırdı. Kurdele kenarından tutulup çekilince, kibrit kutusunun çekmecesi açılırdı. Sunta kutuların dış yüzlerine de İstanbul manzarası, çiçek, hayvan ya da bebek resmi kesilerek yapıştırılırdı. Hemen her yerde satılan enteresan eşyaları, el becerisi kuvvetli olanlar kendileri de yaparlardı. Daha kaliteli olanlarında, verniklenip cilâlanmış tahta ya da metal malzemeler de kullanılır, üzerlerine de kabartma şekiller işlenmiş olurdu.
5163
TAHTAKALE (KAZAN) SİMİDİ:Şehrin sadece merkezî noktalarında ve ağırlıklı olarak da Sirkeci, Bahçekapı, Eminönü, Mahmutpaşa, Köprü ve Karaköy civarlarında satılan bu simit, Meşhur Tahtakale Fırını’nda imal edilirdi. Özelliği, fırında değil kazanda pişirilmesi olduğundan bu isimle anılırdı. Diğer simitlerden en büyük farkıysa susamsız olmasıydı. Üzeri parlak altın sarısı renkte ve oldukça gevrek olan bu simide tuz ya hiç katılmaz, ya da eser miktarda katılırdı. Günümüzde sadece Bahçekapı civarında bir-iki yerde satılmaktadır.
5263
ŞEMSİYE ÇİKOLATALAR:Bakkallarda, kapalı bir şemsiye görünümünde ve dibinde plastik şemsiye sapı bulunan çikolatalar satılırdı. Bu şemsiyelerin üzerleri yeşil, mavi ve kırmızı gözalıcı renklerde ince baraklarla kaplıydı. Çikolata bittikten sonra, nedense -hiçbir işe yaramayacağı halde- baston şeklindeki renkli sapları atılmaz biriktirilirdi. Albenisinin altındaki çikolatanın tadının ise aynı kalite ve güzellikte olmadığı bilindiği halde, yine de çocuklar tarafından sevilerek tüketilirlerdi.
5363
ŞARKI SÖZÜ SATANLAR:Günün popüler şarkı ve türkülerinin sözlerinin yazılı olduğu tek yapraklı sarı kâğıtlar satan şarkı sözü satıcıları vardı. Bunlar sokak aralarında ve vapur, tren gibi toplu taşıma araçlarında, bir yandan kâğıttaki son çıkan aranjmanları (o yıllarda şarkılara verilen isimdir) söylerler, bir yandan da çok ucuz fiyata, ellerindeki güfte listesini ilgilenenlere satarlardı. Çoğunun da sesi güzel olurdu. Bütün şarkıları sektirmeden söylerlerdi. Kâğıtlar genellikle teksirle çoğaltıldıklarından ispirto kokarlardı.
5463
TRİPORTÖR:Bunlar, adından da anlaşılacağı gibi (three / tri: üç) 3 tekerlekli ve direksiyon yerine gidonla kumanda edilen çok enteresan taşıma araçlarıydı. Ağırlıklı olarak; “Arçelik” marka olan triportörlerin sürücü kabinini önünde tek bir tekerleği vardı. Bu tekerlek gidona bağlıydı. Sürücü kabinin tam ortasına otururdu, yanında da sağlı sollu birer kişinin oturabileceği yer kalırdı. Eni normalden daha dar olduğundan ötürü, tek bir farı ve yine tek bir sileceği bulunurdu. Çalışırken çıkardığı sesler, bir motosikletin sesiyle aynı tınıyı verirdi. Bu araçların arkasındaki kasaları, kimi modellerde açık, kimilerinde tenteyle örtülü, kiminde ise metal örtüyle kapatılmış olurdu. PTT’nin araç kadrosunda, arkası kapalı çok sayıda sarı renkli triportör 1980’lerin ortalarına kadar hizmet verdi. Bunlar daha çok posta ve telgraf taşıma işlerinde kullanılırlardı.
5563
ASKERÎ DEVRİYELER: 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonraki 3 yıl zarfında (olağanüstü hal kaldırılana dek) İstanbul cadde ve sokaklarında (ve Türkiye’nin 67 şehrinde) 4’erli gruplar halinde devriye gezen askerler olurdu. Dördü de tüfekli, miğferli, kısacası tam teşeküllü olan erler, aynı hizada ve birer metre aralıklı olarak yürürlerdi. Kaldırımda karşılaşıldığında vatandaşlar mutlaka kenara çekilerek, kollarında kırmızı bantlarda “Görevli” yazılı devriyelere yol verirlerdi. Bütün bankaların ve resmî kurumların korunması görevi de bu devriyelerde olup, ikisi binanın içinde dururlarken, diğer ikisi de giriş kapısının iki yanında ayakta nöbet tutarlardı. Olağanüstü hal kaldırılınca, askerler de kışlalarına geri döndüler.
5663
DÖRT KAPTAN KÖŞKLÜ ARABA VAPURLARI:İstanbul Şehirhatları İşletmesi’nin feribot işletmeye başladığı 1872 yılından 1952’ye dek, eldeki eski yolcu vapurları tadil edilerek araba vapuru olarak hizmet verdikten sonra, gerçek anlamda tersane yapımı ilk araba vapurları 1952 yılında Fransa’da yaptırılarak Boğaziçi’nde hizmete girdiler. Dördü de “K” harfiyle başlayan; “Kasımpaşa”, “Kızkulesi”, “Kuruçeşme” ve “Karaköy” adlı feribotlar saatte 10 mil hız yapabiliyorlardı. Bunların en büyük özellikleri ise dört taraflarında da küçük birer kaptan köşkü olmalarındaydı. Vapura her bir köşkten de kumanda edebilmek mümkündü. Yıllarca Sirkeci-Harem-Sirkeci-Kadıköy ve Kabataş-Üsküdar hatlarında hizmet verdikten sonra 90’lı yıllarda kaldırılmaya başlandılar. Aralarında en uzun süre hizmet vereni ise; “Karaköy” araba vapuru olup, o da 1995’de son seferini yaptıktan sonra emekliye ayrıldı.
5763
OTOBÜS BİLETÇİLERİ:İETT otobüslerine binmek için, otobüsün arka kapısının hemen yanında, cama sırtını vererek oturan ve önünde, menteşeyle tutma demirlerine bağlanmış, gerektiğinde kapı gibi açılıp kapanan metalik bir tezgâhın üzerinde, her iki tarafında da kapağı bulunan tahta kutular içinde koçan koçan biletler olan biletçilerden bilet almak gerekirdi. Biletçiler, kalemlerinin arkasındaki silgi yardımıyla koçandan biletleri ayırırlardı. Biletçilerin aslî görevleri; bilet kesmek, biletinin kıtası geçtiği halde inmeyenleri uyarmak, yolcuların sürekli ön kapıya doğru ilerlemelerini hatırlatmak, arka kapıyı açıp-kapamak, şayet görev yaptığı araç troleybüs ise, keskin virajlarda havaî tellerden ayrılan troley çubuklarını yerlerine oturtmaktı.
5863
ÖZEL TELEFON KUMBARALARI:Kimi evlerde ve dükkân ve büroların hemen hemen tamamında, telefonların yanında dikdörtgenler prizması şeklinde bir kutu olurdu. Bu kutular jeton kutularıydılar. Görüşme yapmak için bu kutuların üzerindeki göze, çekmecedeki zuladan çıkartılan beyaz metalik, kenarı tırtıllı jetonlardan atılarak yanlarındaki düğmeye basılır, böylece hat çevirme sesi gelirdi. Kumbaralar genellikle telefon cihazının rengiyle aynı renkte olurlar, görüntü ahengini bozmazlardı. Bu kumbaraları kullanmaktaki amaç, evlerde çocukların, işyerlerinde de çalışanların ve dışarıdan gelenlerin gereksiz çevirme yapmalarını önlemekti. Güven sarsıcı bir görüntü veren özel kumbaralar, zamanla kalktılar
5963
ANADOL PİKAPLAR:70’li yılların gözdesi Anadol otomobillerin bazılarının karoserinin arka kısmında değişiklik yapılarak kesilir ve buraya bir kasa oturtulurdu. Meydana getirilen bu yeni araca da; “Pikap” adı verilirdi (İngilizce; pick-up’dan). Yük taşıma kapasitesi sınırlı olan pikaplar, 80’lerde kalktılar.
6063
BEKLEMELİ TELEFON GÖRÜŞMELERİ:70’lerde ve Özal iktidarına kadar olan 80’li yılların başlarında telefon santralleri çok kısıtlı ve oldukça ilkel şartlardaydı. Şimdiki gibi, herhangi iki şehir arasında ahizeyi kaldırıp alan kodu çevirmekle telefon görüşmesi yapmak hayaldi. Önce santral aranır, görüşülmek istenen şehirdeki telefon numarası görevliye kaydettirilir ve sonra “beklenmeye” başlanırdı. Bu beklemeler 1-2 saat ile 1 gün arasında değişirdi. Neden sonra santralden gelen uyarı telefonunun ardından hat bağlanır ve görüşme gerçekleştirilirdi. Normal, yıldırım ya da beklemeli arama türünü gösteren; “03”, “04”, “07” gibi numaralar vardı. Şehrin içinde dahi; otomatik santrali olmayan Sarıyer, Beykoz, Adalar, Kartal gibi uzak noktalarla görüşmek için önce iki haneli bölgesel santral numarası çevrilir, görüşülmek istenen numara verilir, ardından hemen hat bağlanırdı. Özal döneminden sonra telefon şebekeleri tam otomatik sisteme geçtiler ve bekleme olayı ortadan kalktı.
6163
GOLDEN VE ZAMBO JİKLETLERİ: 70’li yılların en çok tutulan, en kaliteli sakızlarıydılar. Eni ve boyu bir kibrit kutusunun yüzeyinden biraz daha geniş, dikdörtgen kesimli ve inceciktiler. Bu sakızların cezbedici çok nefis kokuları olurdu. Golden daha çok muz esanslı iken, Zambo çikolata kokuluydu. Jikletler, parlak metalik renkli baraklarla özenle paketlenmiş, üzerlerine de sakızın adının bulunduğu kâğıtlar geçirilmişti. Her sakızın içinden barakla kâğıdın arasına konulmuş, sakızla aynı boyutlarda dikdörtgen ince bir karton üzerine basılmış, renkli bir artist ya da şarkıcı resmi çıkardı. Zambo jikletinin dış yüzeyinde, kulaklarına iri halkalar geçirmiş zenci bir kız resmi bulunurdu. Golden’lerin üzerinde ise silindir sihirbaz şapkası takmış, papyonlu uzun sarı saçlı güzel bir kız resmi olurdu.
6263
KARTPOSTAL ATMAK:70’li ve 80’li yılların İstanbul’unda (ve Türkiye’sinde) Bayram, yılbaşı ve doğum günü gibi özel günlerde insanlar birbirlerine kartpostal atarlardı. Şimdilerde artık sadece koleksiyonerlerin ilgisi dahilindeki bu kartlarla o yıllarda tebrikleşilirdi. Genellikle renkli bir İstanbul manzarası seçilir, arkasına kısa bir tebrik ve gideceği yerin adresi yazılır, sağ üst köşesine de pulu yapıştırıldıktan sonra zarfa konulmadan postaya verilirdi. Zarfa konulmadığında, normal postaya göre pul masrafı yüzde elli ucuzlardı. Kartpostallar, varması gereken günün yaklaşık bir hafta öncesinden postaya verilirdi. Kartpostalı alan karşı taraf da genellikle bu kartpostalları atmaz ve evlerde (sıklıkla) manzarası öne bakacak şekilde, aynanın kenarına sıkıştırılırlardı. Artık SMS ve Mail teknolojisine geçildiğinden beri, kartpostallar mazide kalmaya başladılar ve bir güzellik, bir incelik daha maalesef unutuldu, gitti.