Ülkü Ocakları referanduma 'hayır' diyor

Ülkü Ocakları referanduma 'hayır' diyor

Anayasa değişiklik paketi ve referandum sürecine yönelik Ülkü Ocakları, yayınladığı bildiride önce Ak Parti'yi bölücülükle suçladı ardından da referandumda 'Hayır' oyu vereceklerini açıkladı...

Son aylarda ülkemizin gündemini işgal eden Anayasa değişiklik paketi ve referandum sürecine yönelik Ülkü Ocakları’nın Kamuoyuna Bildirisi:

AKP, iktidarda olduğu görev süresi boyunca, dış politikadan iç politikaya kadar uzanan en yavan tartışmalarda dahi ikircikli bir siyaset izlemektedir. Ön koşulsuz, suni olarak, toplumun bütün kesimlerini, taraf olmak/olmamak durumuyla, karışıklığa ve buhrana itmek; AKP kurnazlığının “siyasal nemalanma” biçimi haline gelmiştir.

AKP, temelde Türkiye’yi 36 parçaya ayırmak niyetinde olan çalışmalarını; evet/hayır ölçeğinde milletimizi ikiye bölerek, yoğunlaştırmak istemekte ve böylece bu art niyetli projenin ilk basamağını gerçekleştirmeyi arzulamaktadır.

Türk milletinin milli ve manevi değerlerinin sarsılmaz kalesi olan Ülkü Ocakları, bu meselenin doğrudan muhatabı konumundadır. Dolayısıyla, Ülkü Ocakları böylesi hassas bir konuda sessiz kalmayacak, milletin birliği ve bütünlüğünden yana taraf olarak bu “çözülme” plânına “DUR” diyecektir. Bundan ötürü, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan referandumda oyumuz da “HAYIR” olacaktır.

Öncelikle şu hususu belirtmek gerekir ki, Anayasalar, sadece Türkiye’de değil, dünyanın bütün demokratik ülkelerinde geniş bir mutabakat zemini üzerinde, uzun süren sağlıklı ve düzeyli tartışmalar eşiğinde son şekillerini alarak yer yer direk halkın ve yer yer de demokratik meclislerin onayına sunulmaktadır.

Anayasalar, değişen sosyal hayata ve yaşanılan çağa ayak uydurması bakımından yukarıda belirttiğimiz usul ile değiştirilebilir ve güncellenebilir. Ülkücü Gençlik olarak Anayasaların değiştirilebileceği gerçeği husunda tavrımız gayet açıktır. Sağlanan milli mutabakat ile beraber, zamana yayılan yapıcı tartışmalar sonucunda anayasalar, elbette ki değiştirilebilir.
 
Ancak, siyasi iktidarın bu süreç içerisindeki uzlaşmaz tutumu, Anayasa paketi üzerindeki tartışmaları sağlıksız kılmaktadır. Zira üç günlük bir süreç içerisinde paketin incelenmesi ve tartışılarak kamuoyunun vicdanını da rahatlatabilecek bir sonuca ulaşılabilmesi ne kadar mümkün değilse, paketin referandum sonucunda gelebileceği nihai noktanın Türk demokrasisinde “istikrar” tesis etmesi de o kadar mümkün değildir.

Kutuplaşmalardan, çekişmelerden, ayrışmalardan beslenen AKP’nin bu konudaki sabıkası malumdur. 2007 Genel Seçimleri öncesinde üzerinde mutabık kalınmayan, diretmeci bir zihniyetle dayattıkları aday ve yönlendirdikleri süreç sonucunda Türk hukuk sistemi “367”  krizi ile karşılaşmıştır. “PKK” açılımı sürecinde meşru yasama unsurları haricinde ne kadar gayri-milli cenah varsa görüşerek “milli mutabakat” zeminini bertaraf eden AKP’nin bu politikası, milletimiz adına utanç verici olan Habur’daki hukuk faciasına yol açmıştır. Bugün yine milli mutabakata ihtiyaç duyulan Anayasa hususunda yönetilen süreç acaba hangi hukuk faciasına yol açacaktır?

Görülmektedir ki “dayatma” yoluyla hazırlanan ve icra edilen hukuki değişikler feci neticelere sebep olmuştur. Bugün de “dayatma” yoluyla yürürlüğe sokulmak istenen bir Anayasa paketi ile karşı karşıyayız. Bu durum ‘tarih tekerrür mü edecek’ sorusunu akıllara getirmektedir.

Anayasa paketinin hazırlanması sürecinde bir diğer problem de siyasi iktidarın meşruiyet sorunudur. İktidarda bulunduğu sekiz sene boyunca kutuplaşmalardan, çekişmelerden, dayatmalardan ve diretmeci zihniyetten beslenen AKP’nin, hali hazırda bu kadar meşruiyet sorunu da mevcutken,  Anayasa gibi devletin temel ilkelerini tek başına değiştirme gayreti demokrasi ile taban tabana zıt bir tutumdur. İşte bu nedenle, siyasi normalleşme süreci başlatılmadan ve Türkiye’yi yönetme kabiliyetini kaybetmiş bugünkü hükümete dayalı siyasal tablo değişmeden, yeni bir anayasa hazırlanması mümkün değildir. Zira normal demokrasilerde de böylesine büyük değişiklikler meşruiyeti sağlam dayanaklar üzerine oturtulmuş yönetimler tarafından gerçekleştirilir.

“Daha fazla demokrasi” adına yola çıkmış olan AKP’nin “dayatma”, “kutuplaşma” ve “uzlaşmazlık”, “vatandaşlık paydasında bütünleşmiş milleti parçalara ayırma” hasletleriyle Türk demokrasisine ve insan haklarına hizmet etmesi mümkün değildir. Bu durum da açıkça AKP’nin riyakârlığını ve art niyetli tutumunu somut bir şekilde ortaya koymaktadır.

AKP’nin niteliği birbirinden çok farklı olan maddeleri ayrı ayrı değil paket halinde sunması bu konudaki samimiyetsizliğinin en güzel örneğidir. Sayın Devlet Bahçeli’nin veciz ifadesiyle AKP, “zemzemle zehiri birleştirip altın kâsede içirme” gayreti içerisindedir. Bu gayret dâhilinde geçici 15. maddeyi kaldırarak “12 Eylül 1980 darbecilerine yargı yolunu açıyoruz” söylemini geliştirmek, takiyyeci AKP geleneğiyle birebir örtüşmektedir. Nitekim AKP hükümeti mezkûr değişiklik hususunda samimi olsaydı, MHP’nin 12 Eylül ile alakalı önerisini ciddiye alıp, uzlaşma zemininde darbecilerden hesap sorulması konusunda samimi adımlar atardı. AKP hükümetinin samimiyetsizliği ve riyakârlığı o kadar gözler önündedir ki iktidarda bulundukları 8 yıl boyunca darbecilere yargı yolunu kapatan geçici 15. maddeyi kaldırmak tam da zamanaşımına uğrayacağı sırada akıllarına gelmiştir.

Demokrasi ve hukuk devleti çerçevesinde, darbecilerle hesaplaşmak isteyen bir siyasi parti iddiasında olan AKP’nin, Türk milletinin milli ve manevi değerlerine doğrudan saldıran 28 Şubatçıları ve milletin iradesini ipotek altına almayı amaçlayan e-muhtıracıları niçin yargılamadıkları akıllarda bir soru işareti olarak kalmaya devam etmektedir. Bu durum, AKP’nin hukukun üstünlüğü, demokrasi ve özgürlükler konularında ne kadar ikiyüzlü olduğunun somut bir göstergesidir.

Daha önce, çıkarları gereği görüşmekten ve işbirliği yapmaktan çekince duymadıkları terör yandaşları, siyasal bölücüler, “abi” olarak hitap ettikleri eşkıya elebaşları hafızamızdan silinmemiştir. İşte böylesi siyasi bir anlayışı temel vizyon kabul eden siyasi iktidar, çıkarları gereği Ülkücüleri kullanabileceği hayalindedir. Ancak bu hayal, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan referandumda Ülkücülerin vereceği “HAYIR” oyuyla kâbusa dönüşecektir.

Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi ve İnsan Hakları, Özgürlük gibi efsunlu kavramlarla kendisine meşru zemin arayan AKP’nin bu konularda sabıka kaydı ziyadesi ile kabarıktır.

Bu kapsamda;

Başörtüsü konusunda millete verdikleri sözü tutmayarak, MHP’nin çözüm önerisini reddederek meseleyi daha da çıkmaza sokmuşlardır.
Yıllarca YÖK kanununa muhalefet etmelerine rağmen, bu hususta hiçbir girişimde bulunmamakla beraber bu kurumu partilerinin arka bahçesi haline getirmişlerdir. Buna mukabil, yıllarca Rektör atamaları konusunda eleştirdikleri bütün eylemleri kendi iktidarlarında tatbik etmekten hicab duymamışlardır.

‘Dokunulmazlıkları kaldıracağız’ söylemi ile seçim propagandası yürüten AKP, iktidara geldiği gün bu sözünü unutmuştur. Hatırlanacağı üzere MHP dokunulmazlıklar kaldırılsın teklifini sunmuş ve AKP çok büyük bir siyasi tezat örneğini sergileyerek bütün kadroları ile öneriyi reddetmiştir.

Şüphesiz ki, referandum anayasal bir yöntemdir ve halkın iradesini doğrudan doğruya yönetime yansıtması hasebi ile en meşru demokratik aygıtlardan birisidir. Fakat gelişmiş demokrasilerde, referandum uzun soluklu tartışmaların yaşandığı, önerilerin ciddi bir eleştiri süzgecinden geçirildiği, onaya sunulun maddeler hakkında halkın sağlıklı karar verebilmesi açısından geniş çaplı bilgilendirildiği bir karar alma mekanizmasıdır. Fakat daha evvel de zikrettiğimiz gibi, mevcut hükümet sağlıklı bir referandumun hiçbir gerekliliğini yerine getirmemekle beraber, geçmişte referandum sonucu kendi diktalarını tesis eden totaliter rejimlerden ve askeri yönetimlerden herhangi bir farklılık sergilememiştir.

Kaldı ki, Türk siyasi hayatında defalarca müşahede edilmiştir ki bütün darbeciler meşruiyetlerini referandum ile sundukları anayasalarla sağlamaya çalışmışlardır. Bugün de sivil bir darbeyi gerçekleştirme çabasında olan AKP, meşruiyet kaynağını tıpkı darbe dönemlerinde olduğu gibi anayasa referandumundan almaya çalışmaktadır.

Evet, 12 Eylül bir hesaplaşma günüdür! Liderimiz Sayın Bahçeli’nin de ifade ettiği gibi, bu hesaplaşma “her iki cihanda da bizim namus borcumuz ve vebalimizdir”.

8 yıllık iktidarları süresince her gördükleri Türk milliyetçisini, yaftalamaktan çekinmeyen, bürokratik ve akademik kadrolardan yok etmeyi amaçlayan AKP’nin yok oluşunun başlangıç tarihi 12 Eylül 2010 günü olacaktır. 12 Eylül öncesi verilen onurlu mücadelemiz neticesinde şehitlerimizin ardından cenaze namazı kılınıp kılınamayacağını sorgulayan bu zihniyetin günümüzdeki yansıması olan AKP, muhtelif dini cemaatler ve yandaş medya aracılığı ile sözüm ona ‘eski ülkücü’ diye tabir edilen taşeronlara yayın organlarında boy boy yer vermek sureti ile MHP ve Ülkücü Harekete zarar vermek niyetindedir. Önemli bir hususu kesin bir şekilde belirtmek gerekirse, Ülkücünün eskisi olmaz. Ülkücülerin adresi de Ülkü Ocakları ve MHP’dir. Özellikle dindar geçinen yayın organlarında dinimizin yasakladığı yalan ve iftira yolunu yayın politikaları haline getiren ve kendi tabirleri ile ‘eski ülkücüleri’ kullanarak ülkücülerin zekâlarını ve hafızalarını hafife alanların ikiyüzlülüğü apaçık ortadadır. Bu ikiyüzlülük o kadar ayyuka çıkmıştır ki, 12 Eylül 1980 Darbesinin hemen ertesinde askere selam duranlar bugün darbenin gerçek mağduru olan ülkücülerin çektikleri çilelerden nemalanmaya çalışmaktadırlar. 1980 Darbesinin mimarını cennetlik ilan edenlerin, onları meclislerde ve köşklerde ağırlayanların, her fırsatta onlara hayır duası gönderenlerin, 12 Eylül 1980 darbesi ile hesaplaşma noktasında ne kadar samimi oldukları gün gibi ortadadır.

Bütün bu sebeplerden dolayı;

Bölücülüğe HAYIR!

Yolsuzluğa HAYIR!

İşsizliğe HAYIR!

İşbirlikçi ve dayatmacı politikalara HAYIR!

Onursuz dış politikaya HAYIR!

Din hortumculuğuna HAYIR!

Yalana, iftiraya HAYIR!

Milletimiz adına hayırlara vesile olması dileği ile referandumda oyumuz “HAYIR!”
 

Cafesiyaset

Etiketler :