Şiddet, Aile ve TV
Ekranlarda izlediğimiz şiddet olayları ruh ve duygu dünyamızı etki altına alarak duyarsızlaştırıyor.
Hiçbir şekilde kabullenemeyeceğimiz olayları burada sıradan bir şeymiş gibi izliyor ve ilgisiz kalıyoruz... Çocuğunu döven babalar, eşini, komşusunu, arkadaşını öldürenler, sokak kavgalarına karışanlar, küfür, şiddet ve kavgalar ekranlardan evlerimize ulaşıyor ve bu görüntüleri hiç tepki vermeden izliyoruz. Acı, şiddet eskisi gibi etkilemiyor bizleri. Yıllar önce, yerde yatan birini görsek yardımcı olabilmek için seferber olurduk. Oysa bugünlerde o kadar duyarsızlaştık ki, elinde kesici bir aletle sokakta eşini kovalayan adamı sıradan bir film seyreder gibi gizliyoruz, evimizin önündeki kavgayı çekirdek çıtlatarak balkondan seyrediyoruz.
Son yıllarda şiddet olaylarında ciddi bir artış görülüyor. İnsanlar, patlamaya hazır bir bomba gibi küçük bir şeyde kavgaya tutuşuyorlar. Sıradan bir günde dışarı çıksanız, yol kıyısında tartışan iki adam görebilirsiniz.... Adam eşine, çocuk annesine, arkadaş arkadaşa kardeş kardeşe tahammül gösteremiyor...
Kuşkusuz bunda bireyselleşmenin büyük etkileri var. Her şeyden önce bireyselleşen kişi kendini insanlara uzak hissediyor, kopuk ve yalnız bir hayat sürüyor. Çevresinde insanlar olsa dahi o ruh ve duygu dünyasında birey olarak yaşıyor. Bunun sonucunda ise, temelde aileden, çevreden akraba ilişkilerinden, arkadaş ve dostluk ilişkilerinden süzülüp gelen yardım ve destek tamamen ortadan kalkıyor. Kendini bir birey olarak hisseden insan, çevresinde kendisini besleyen, onaylayan, takdir eden ve ona değerli olduğunu hissettiren insanlardan uzak yaşadığından şiddete daha meyilli olabiliyor. Şiddetin bazı psikomatik rahatsızlıklarla ilgisi olabileceği gibi kişinin kendini değersiz hissetmesi, çevresi tarafından dışlandığını düşünmesi de bu konuda önemli bir etkendir.
Dayandığı sebep ne olursa olsun, kişinin kendini değersiz hissetmesi, haksızlığa uğradığına, güçsüz bırakıldığına inanması şiddeti körüklüyor. Burada kişi aslında, öfkesine yenik düşmekte ve karşısındaki kişiyi alt etmeye çalışmaktadır. Bu durumda kendisine haksızlık yaptığını ve değer vermediğini düşündüğü kişiyi yok etmek ortadan kaldırmak ya da darpla etkisiz bırakmak istemektedir. Şiddetin tahribatı büyüktür, bu yönüyle yıkıcı bir davranıştır ve arkaplanında, boşluk ve anlamsızlık duygusu vardır.
Maneviyatın güçlendirilmesi ve aile kurumunun desteklenmesi şiddetin kontrol altında tutulması bakımından etkili bir yoldur. Kişi aile bireyleriyle ve çevresindeki insanlarla iyi ilişkiler kurduğunda ve kendini onların bir parçası olarak gördüğünde daha hoşgörülü olacaktır. Çünkü böyle bir ortamda, kendisini değerli hissetmekte ve insanlık ailesinin bir üyesi olduğuna inanmaktadır. Ayrıca çocuklara küçük yaşlarda öfke kontrolü öğretilmelidir. Çocuk, elinden oyuncağını alan kardeşine vurarak onu cezalandırmak yerine, oyuncağını bir süreliğine kardeşine vermeyi ya da sorununu anneye ifade ederek sorunları doğal yoldan çözmeyi öğrenecektir. Çocuk, kendini sözel olarak ifade etmeyi öğrenmeli ve hiçbir zaman şiddeti bir ifade şekli olarak benimsememelidir. Ayrıca ebeveynler bu konuda çocuğa örnek olmalı ve ilişkilerinde şiddete başvurmamalıdırlar.
Bireyselleşme, insanın beslendiği, saygı, sevgi, takdir ve dayanışma ilkelerini zayıflatarak onların kendilerini değersiz hissetmelerine neden oluyor. Bunun sonucunda ise, insan insanı kardeşi olarak değil, sürekli rekabet edeceği kimse olarak görüyor. Dolayısıyla, küçük bir şeyde şiddet ve kaba kuvvete başvuruyor. Sorunu temelinden çözmek için, kuşkusuz kişinin insanı Allah'ın yarattığı değerli bir varlık olarak görmesi ve bütün eylemlerinden sorumlu olduğuna inanması gerekir.
Aile içi eğitim
Önyargılarımız
Genç kız, elindeki çantayı güçlükle taşıyordu... Yürürken, baştan aşağı sallanıyor ve tuhaf adımlar atıyordu... Yolda iki kadın dikkatle genç kızı izliyor ve kendi aralarında "bak bak, işte, bunlar yüzünden oluyor her şey, şimdi peşine birkaç kişiyi takar bu... Bunlar bizim kızlara da kötü örnek oluyor..." diye konuşuyorlardı. Kadınlar genç kızın kendilerini hiç umursamadan yürüdüğünü görünce öfkelerini alamamış ve "utanmıyor musun? Düzgün yürüsene, bizim kızlara da kötü örnek oluyorsun?" diye çıkıştılar. Genç kız şaşkın bir vaziyette başını çevirdi ve kadınlara açıklama yaptı: "Ablacığım siz beni hiç tanımadığınız halde yürüyüşümden kötü bir anlam çıkardınız. Ama ben skalyoz hastasıyım, belimde eğiklik var, ayağımın teki hafif kısa o yüzden dengemi sağlayamıyorum..." dedi. Kadınlar mahçup bir vaziyette başlarını önlerine eğdiler ve yollarına devam ettiler. Yol boyunca, hiç tanımadıkları biri hakkında neden bu kadar olumsuz şeyler düşündüklerini anlamaya çalıştılar...
Çevremizde hiç tanımadığımız halde bu şekilde olumsuz yakıştırmalarda bulunduğumuz ve hakkında kötü şeyler düşündüğümüz insanlar vardır... Tanımayız, bilmeyiz ama çarpık düşüncelerimize esir olur ve bu insanları acımasızca yargılarız...
Önyargılar, aileden ve çevreden öğrendiğimiz hatalı düşüncelerden beslenirler ve ilişkilerimizi olumsuz yönde etkilerler. Küçük yaştan itibaren çevremizdeki insanlarla ve karşılaştığımız olaylarla ilgili bazı düşünce kalıplarımız vardır doğruluğundan emin olmadığımız halde bu düşünce kalıplarından besleniriz... Düşüncelerimizin, doğru ya da yanlış olabileceğini hiç hesaba katmadan yargılar, eleştirir ve yerden yere vururuz. Mesela, alt kattaki komşumuz kocasıyla kavga ediyordur, kadını dinlemeden olaylarla ilgili bilgi sahibi olmadan, "iyi bir kadın olsaydı, kocasını idare ederdi" der ve kadını yargılarız. Oysa kadının sorunlarını dinlesek, duyduklarımız karşısında onun sabrına hayran olabiliriz... Gündelik hayatta şaşkınlıkla karşıladığımız ve ben böyle düşünmemiştim diye itiraf ettiğimiz bir çok olay vardır. Çünkü, çoğu zaman gerçeğe dayanmayan önyargılarımız bizi yönlendirir ve doğru mu yanlış mı diye düşünmeden, çevremizdeki insanları kurban ederiz.
İnsanlarla ilişkilerimizde, sadece gördüklerimizle hareket eder ve karşımızdaki kişiyi acımasızca yargılarız. Oysa olayın bir de iç yüzü vardır... Yolda yüzü asık birini görsek sinirli biri deriz ama neden sinirli göründüğünü düşünmeyiz... Peki ama bu kişinin bir sorunu, bir rahatsızlığı olamaz mı? Bunu hiç hesaba katmayız, daha doğru katmak istemeyiz... Ya da çocuğunun istediği oyuncağı almayan anneyi cimrilikle yargılar işin içinden çıkarız. Oysa kadının yeterli parası olmayabilir, çocuğunu gereksiz alış veriş yapma alışkanlığından korumak istiyor olabilir... Ya da yüzü asık diye tanımladığımız kişinin insanlara açamadığı bir sorunu olabilir... İnsanlar acılarını, hüzünlerini ruhlarında olduğu kadar bedenlerinde de taşırlar. Ama biz onları her zaman iyi halleriyle görmek iteriz. Eğer yüzleri asıksa, sıkıntılıysalar eleştiririz, yargılarız, hayatın dışına atarız.
İnsanlarla karşılaştığımızda bazı tahminlerde bulunur ve bu kişiyi zihnimizde bir yere koymak isteriz. Mesela giysilerine, vücut diline bakarak, "bu adam öğretmen olabilir, belediye çalışanı olabilir ya da şu bölgenin insanı olabilir..." türünden yorumlar yaparız. Bu bir yere kadar normal kabul edilebilir ancak, insanları rencide edici ve rahatsızlık uyandırıcı düşüncelere kapıldığımızda su-i zan yapmış oluruz... Bu nedenle, insanlarla ilgili mümkün olduğunca pozitif düşüncelere sahip olmamız ve hüsnü zan beslememiz gerekir. Yani, eğer karşılaştığımız kişiyle ilgili önyargılarımız olacaksa pozitif olmalıdır. Aksi taktirde, kişinin dış görünüşüne bakarak yanlış tahminlerde bulunabilir ve zan yapabiliriz...
Birkaç söz
Mevlana'nın 7 öğüdü
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol
Milli Gazete