'Ortaylı-Bardakçı varken sana mı düştü?'

'Ortaylı-Bardakçı varken sana mı düştü?'

Gizemli ressam Mehmet Siyah Kalem'in, Fatih Sultan Mehmet olabileceğini ihtimali ile yola koyulan yazar, bürokratik engeli aşamadığı gibi bir de küçümsendi. O da...

Yaşar İliksiz; gazeteci, şair, araştırmacı, yazar, tarihçi… Son günlerin tartışılan kitabı Konstantin’in Sırrı; onun kaleminden çıkan bir roman… Ve tarihin bilinmeyen sayfalarını, göz ardı edilen belgelerini bu kitapta görmek mümkün.

"Fatih Sultan Mehmed’den bugüne sadece bir karikatür kaldı. Oysa Fatih'in ilminden, sanatsal, medeniyet kurucu zekasından eser yok. Peygamber Efendimiz'in övgüsüne mazhar olmuş bir komutan olan Fatih Sultan Mehmed’in tarihte hak ettiği yerde değil" diyen yazar onun tarih sayfalarından kazınmak istendiğinin altını çiziyor.

İstanbul’un fethinde özellikle Ermenilerin ve Rumların Bizans’ın elinden zulüm gördükleri için Osmanlı'nın yanında yer almış ve Fetih'te çok yardımcı olmuşlar. Romanda en çok dikkatimi çeken; olaylar, belgeler, kişiler ustaca bir kurgu ile işlenmiş. Bunun püf noktası da öğreniyoruz ki yazar Türkiye'de bugüne kadar çıkmış olan bütün çizgi roman serilerini bütün ciltleriyle okuyup, hatmetmiş biri.

Onun için süper kahraman olgusu nedir, okuru nasıl cezp edeceğini çok iyi biliyor. Konstantin’in Sırrı, okunması gereken bir roman ki en çok okunan kitaplar listesinde… Bu başarı da tesadüf değil.

“Hem Mesnevi’yi okumuşum, hem de Bostan ve Gülistan’ı biliyorum. Hem Hafız'dan beslenmişim hem de Ömer Hayyam’dan. Öte yandan Stephen King’in insanları nasıl etkilediğini, nasıl korkutup ürküttüğünü biliyorum. Alacakaranlık hikâyelerinin gücünü biliyorum. Bunların hepsini harmanlayarak bizim olan yerli sentez oluşturmaya uğraştım” diyor yazar.

Yaşar İliksiz aynı zamanda Haber7.com’un Genel Yayın Koordinatörü… En çok okunan haber sitesi olması itibariyle ayrıca buradan da bir başarı öyküsü çıkabilir.

ÇOCUKLUK ÇİZİMLERİNİN OLDUĞUNU OKUDUM

“Konstantin’in Sırrı” kitabınızdaki olaylar, mekânlar ve kişiler gerçek mi?
Yüzde 80 oranında gerçek, yüzde 20 oranında hayal ve kurgu. Tabii kurgu çok geniş bir zamana yayıldığı için biraz daha ön plana çıkıyor.

Bu kitabın çıkış noktası nedir? Nasıl karar verdiniz böyle bir kitap yazmaya?
İlk çıkış noktası, ressamların bana işaret ettiği Fatih Sultan Mehmed’in, Mehmet Siyah Kalem olabileceği noktasındaki düşünceleriydi. Bunu haber yapmak istedim ama kimse söylemeye yanaşmadı.

Sonra bu söylemin gerçek olup olamayacağının bilimsel delillerini aramaya başladım. Çünkü eksperlerin kâğıt üzerinden bakıp olabilir ya da bu çizgiler buraya evrimleşebilir şeklindeki tezleri bana göre yeterli değildi.

Tam da bunu nasıl yapacağımı düşünürken bir gün Fatih Sultan Mehmed’in çocukluk çizimlerinin bir defterde mevcut olduğunu okudum. Ama söz konusu defterle ilgili A. Süheyl Ünver’in yayınlamış olduğu birkaç tane portre ve çizim dışında elde bir şey yoktu.  Yani deftere ulaşmam gerekiyordu. Açıkçası deftere ulaşmam umduğumdan daha fazla zaman aldı. Çünkü Topkapı Sarayı müzesine ne zaman gitsem defterin tadilatta olduğunu söylediler. "Herhalde bana vermiyorlar" dedim. "Buna ihtiyacımız var" diyerek Profesör ve doçent arkadaşlarımızı gönderek istedik. Onlara da "tadilatta" dediler. Haber yapmak için gazeteciler vasıtasıyla gittiğimizde de hep aynı  “tadilatta” cevabını aldık.

Ne kadar süre geçti?
Yaklaşık 4–5 yıl.

Bilgi verilmememsinde bir kasıt var o zaman…
Bir kasıt olup olmadığını bilemiyorum. Ama şu gerçek ki; bugün siz de gitseniz, herhangi bir bilimci de gitse o defteri göstermiyorlar.

Herkese göstermemeleri çok normal ama araştırma yapan tarihçilere, gazetecilere de göstermiyorlarsa bir sorun var demektir.
Şu an tadilatta olduğu için veremediklerini söylüyorlar. En sonunda bir dergi için 12 sayfasının filmlerini almayı başardım. Sonuçta bu elimizde maddi bir delildi. Bir tarafta Mehmet Siyah Kalem’in çizimleri, bir tarafta Fatih Sultan Mehmed’in çizimleri var. Şimdi modern dünyadaki son teknoloji ile her iki çizime bakıp bunların birbirinin aynısı olup olmadığını anlamak mümkün.

ÜNLÜ BİR GAZETECİ OLMA DERDİNDEYDİM

Bunun için başvurunuz oldu mu?
Dergideki arkadaşlarımla beraber başvurduk. Çekmiş olduğumuz filmleri ve Mehmed Siyah Kalem’in daha önce yayınlanmış olan kitaptaki çizgilerini polise teslim ettik. Kriminal servisinden bize ilk gelen bilgi çizgiler arasında yüzde 80 – 90 arasında benzerlik olduğuydu.  Çok önemli olan bu bilgiyi haber yapıp ünlü bir gazeteci olma derdindeyim. Henüz daha ortada roman düşüncem yoktu. Polisten bilgileri alırsak bunun yeterli olduğunu düşündük. Ancak yazılı bir rapor gerekiyordu. Fakat kriminal servis bunu veremiyordu, çünkü Ankara’dan onaylanması ve oradan verilmesi gerektiği şeklinde bir açıklama yapıldı.

İLBER ORTAYLI, MURAT BARDAKÇI VARKEN SANA MI DÜŞTÜ BU İŞ

Peki daha sonra alabildiniz mi Ankara’dan onayı?
Ankara ile konuşmamız romana aşağı yukarı aynen yansıdı. “İlber Ortaylı, Murat Bardakçı varken sana mı düştü bu iş” dediler. Ben de; “Sana ne kardeşim, bu olayın seninle alakası ne?” dedim. Sonra durup dururken orada çalışan memur; “ Ben kâğıt eksperiyim söz konusu defterin kağıdı Fatih’in dönemine ait değil” dedi. “Bunu nerden çıkartıyorsun? Ben sana kâğıt göndermedim ki…” Konuyu çok iyi araştırdığım için hazırlıklıyım ve detayları biliyordum. O dönemde üretilen kâğıtlarda filigranlar var. Şimdiki gibi değil, fabrikada parti parti üretiliyor. Her parti üretiminde arasına bir filigran konuluyor. Dolayısıyla o partide üretilmiş olan kağıdın nerede kullanıldığını tespit etmeniz mümkün. Bunların araştırmasını A. Süheyl Ünver yapmış. Aynı kağıt II. Murat döneminde, Anadolu’da bir yerde, bir tapu tahrir defterinde kullanılıyor. Dolayısıyla Fatih’in defterindeki kağıt kesinlikle II. Murat döneminde Avrupa’dan gelen bir kağıt, buna kuşku yok.

Ama oradaki arkadaş, “Kesinlikle bu kağıt bunun değil” diyor. Dedim ki; “A. Süheyl Ünver öyle olduğunu söylüyor, siz kâğıt eksperi olarak başka bir şey söylüyorsunuz.” O zaman kardeşim sen resmi bir kuruluşu bu işe niye alet ediyorsun” dedi. Sonuçta iş çıkmaza girdi, raporu alamadık. Orada kaldı. Ben de bu adamdan intikamımı nasıl alacağımı düşündüm ve “Ancak bir roman yazarak intikamımı alırım” dedim.

BÜROKRATTAN İNTİKAM ALMAK İÇİN YAZILAN BİR ROMAN

Bürokrattan intikam almak için yazılan roman diyebilir miyiz?
Kesinlikle… Zaten söz konusu konuşmayı da birebir verdim. Ama tabii bunlar hep afaki olduğu için ne söyleseniz boş.

Yaşar Bey, gazeteci, yazar ve aynı zamanda da tarihçi olarak Mehmed Siyah Kalem Fatih Sultan Mehmed mi sizce?
Ben bu konuda hakikaten fikir beyan edemem. Çünkü resimden anlamıyorum…
Eksper derecesinde uzman olan ressamlar Onun olduğunu söylüyorlar. Yaptığım araştırma sonucunda yüzde 80 – 90 oranında benzerlik dolduğunu polisten kulağımla duydum. Dolayısıyla şimdi bu kadar bilgi arasında ben de belki yüzde 80 – 90 “O’dur” diyebilirim.

Ama bir de mantıksal düşünüyorum. Fatih’in kendi portesini neden yaptırdığı belli zaten. Fatih bu tür çizimler yapmış olsa mutlaka birilerine yansır, duyulur diye mantıken de düşünüyorum. Bunların rulolardan kesilmiş parçalar olduğunu da düşünürsek Mehmet Siyah Kalem’in çok sayıda resim yapmış olması gerekiyor. Fatih’in o kadar fazla sayıda resim yapacak zamanı var mıydı? Bunu nerede, nasıl yaptı? Bu mantık açısından bana çok tutarlı gelmiyor.

Ama diğer yandan dediğim gibi eksperlik derecesinde resim bilgisi olan insanlar O’nun olduğunu söylüyorlarsa ve yaptığım araştırmalarda da böyle bir bilgi alınca mantığım ile elimdeki veriler arasında kalıyorum. Bana göre değil ama ulaştığım bütün bilimsel veriler de “O’dur” deme ihtimalini çoğaltıyor.

FATİH'İN SANATSAL ZEKÂSINA YÖNELİK BÜTÜN VERİLER KAZINMIŞ

Fatih Sultan Mehmed’in tarih sayfalarında yeterince yer almadığını söyleyebilir misiniz?
Kesinlikle ben ona inanıyorum. İstediği kadar övsünler, istediği kadar yere göğe sığdıramasınlar bugün elimizde Fatih Sultan Mehmed’den sadece bir karikatür kalmıştır. Fatih'in ilminden, sanatsal, medeniyet kurucu zekasından eser yok. Peygamber Efendimiz'in övgüsüne mazhar olmuş bir komutan olan Fatih Sultan Mehmed’in tarihte hak ettiği yerde değil. Bunun sebebi de o dönem tarih yazıcılarının onla ilgili hadiseleri kaydetmemesi.

 

Yaşar İliksiz, "Konstanti'in Sırrı" isimli romanını, mesai arkadaşları Haber 7 Yayın Yönetmeni Ünal Tanık ve Nursel Tozkoporan'a anlattı...

 

 


BİZANSIN BÜTÜN ENTRİKALALARINI DA FETHETTİK

Fatih Sultan Mehmed’in tarih kitaplarında yer almasından neden korkuyorlar?

 

 

Şöyle düşünün; biz bugün Türkiye’de bir mücadele veriyoruz. Mücadelenin bir tarafında olanlar için diğer tarafın tezleri tamamen yok. Şimdi kim galip gelirse, yarına galip gelenin tezi kalacak. Diğerleri tarihten silinip gidecek. Dolayısıyla aynı çekişme muhtemelen o zaman da vardı.  Ki biz Bizans’ı fethettiğimiz zaman Bizans’ın bütün entrikalarını da fethettik. Onun farkında değiliz. Hatta Doğu Roma kurulmadan önce Batı Roma bu problemi nasıl aşabileceklerini düşünmeye başlamış.

İki de bir askeri darbe oluyor. Diktatörlüğü ve askerlerin yönetime müdahalesini engellemek için üçlü imparatorluk sistemiyle yönetime geçiyorlar. Yani tepede bir imparator var, onun altında eşit seviyede iki tane daha imparator var. Zaten Doğu Roma İmparatorluğu’nu kuran Konstantin de bu sistem içinde yetişiyor.  Sezar’ın altında kalan eşit derecedeki iki imparator biri Konstantin diğeri Marcus Antonius ve  arasında çekişme var. Bu çekişmeden doğan küskünlük bize İstanbul’a yeni bir imparatorluk kurmamızı sağlıyor. Dolayısıyla o derin kavgalar muhtemelen Fatih döneminde vardı ki bunu İstanbul’un Fethi sırasında da çok net görüyoruz.

Yani?
Yani birileri ısrarla fetih yapılmasın diye uğraşıyor. Birileri de bir an önce yapılsın da yağma yapalım diye uğraşıyor. Fatih yağma konusunda o kadar ketum ki şehri talan ettirmemek için teslim edilmesini sağlamaya çalışıyor.

Fatih İstanbul’un teslim edilmesi için uğraşırken, bir taraf da fetihten tamamen vazgeçilmesi için kuşatmayı kaldırma yönünde baskı yapıyorlar. Bir takım unsurlar ise şehrin teslim olmasını engellemek ve içeri girip yağma yapmak istiyor. Askerin en büyük geliri yağma o zaman. Yağma yapmak için baskı yapıyorlar. Bu gerilim arasında en sonunda Akşemseddin bile Fatih’e ‘Yağmaya izin ver’ diye yazı yazmak zorunda kalıyor.

Ve sonuçta Fatih yağmaya izin vermek zorunda kalıyor. Yapabildiği tek şey resmi binaları yağmalatmamak. Bunun dışında bir şey yapamıyor. Düşünsenize koskoca imparator çaresiz. Bir taraf, “Hayır İstanbul’u fethetmeyelim yoksa haçlılar üzerimize gelir, zor durumda kalırız” diyor. Öte yandan, “Hayır İstanbul bize barışla teslim edilmesin, biz girelim ve yağmayalım” diyenler. İki güç odağı arasında çaresiz kalmış bir imparator düşünün… Fatih tüm gerilime rağmen olayları çok iyi püskürtüyor ve İstanbul'u almayı da başarıyor.

İstanbul Fatih'e rağmen yağmalandı derken insafsızlık etmeyelim. 1208’de İstanbul’da Latinlerin bir yağması var ki korkunç. Haçlılar Kudüs’e gidip geliyorlar fakat İstanbul’daki zenginlikleri görünce, “Müslümanları boş ver, biz orayı değil burayı alalım” diyorlar. İstanbul’da taş üstünde taş bırakmıyorlar. O dönemde bütün kiliseler, kutsal emanetler yağmalanıp gidiyor. Onlardan geriye pek bir şey kaldığı söylenemez. Sanat, inanç ve kültür adına ne kadar değer varsa Fatip zaten hepsini himayesine alarak yağmadan kurtarmayı başarıyor...

KARDİNAL KÜLAHI GÖRMEKTENSE OSMANLI SARIĞI GÖRMEĞİ TERCİH EDERİZ
 
İstanbul’un fethinde Gayr-i Müslimlerin Osmanlı tarafında olması da enteresan değil mi sizce?
Çokm garip değil aslında. O dönemde de, öncesinde de kiralık askerler var, başıbozuk denilen derleme toplama askeri güçler var. Osmanlı da bu unsurları kullanmıştır. Bu yönüyle çok da şaşırtıcı değil.

Bir de özellikle Rumlar ve Ermeniler Ortodoks oldukları için Bizans’ın elinden çok zulüm gördüler. Osmanlı ise onlara göre oldukça adil. Öte yandan Katolik Batının Bizans'ı kurtarmaya gelmesi hazmedilemiyor. Çünkü 1208 yılındaki yağma ve katliam unutulmuş değil. Bu ruh hali İstanbul’un fethi sırasında o meşhur sözle de yansıyor. “Kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” diyorlar.

O hengamede İmparator Konstantin de korkunç baskı altında. Kimisi direnip savaşmak istiyor. Kimisi de; “Yeter artık teslim olalım, nereye kadar gidecek? diyor. Sonuçta ortada iki tane zor durumdaki başarılı hükümdarın mücadelesi var.  Başaran Fatih oluyor. 

Bizans sözünü ettiğiniz unsurlara o kadar çok zulmetmiş ki özellikle Rumlar ve Ermeniler Osmanlıyı onlara tercih ediyorlar. Bir de tabii Fatih’in onları özgür bırakacağı vaadi var. O dönemler bizim siyasetimiz bugünkü kadar kısır değil, çok geniş ufuklu. Gayrımüslim unsurlar Anadolu’daki temaslardan da zaten Osmanlının hoşgörüsünü ve kendilerine sağladığı avantajları biliyorlar. Dolayısıyla, “Böyle adaletli bir yönetim varken biz neden bu zalimlere katlanıyoruz?” şeklindeki tercihten dolayı Ortodoks unsurların özellikle de Ermeni ve Rumların Fetih'e çok büyük yardımları var.
 
Romanın kahramanı neden bir gayrimüslim?
O tamamen kendiliğinden gelişen gayri ihtiyari bir şey oldu. Yazım aşamasında roman sanki canlı bir unsur gibi yazara müdahale ediyor. Kazayı görmesi gereken bir kahraman gerekiyordu. Rumeli Hisarı’ndaki meşatlık unsurunu sorgulatmak için O’nu bir Ermeni kız olarak seçmeyi düşündüm. Bu hikâye başlangıçta küçük bir detaydı. Fakat bilgi, veri toplama ve bunları alt alta dizip neyi, nerede kullanacağımı saptama aşamasında işin rengi değişti. İşte o aşamada Janet benim bütün ana unsur olarak gördüklerimi ezerek ön plana çıktı ve hikayenin merkezine yerleşti. O zaman dedim ki; Ben bütün hikayeyi Janet üzerinden anlatayım…

Çünkü Janet’in konumu gerçekten hem "öteki" hem de "bizden" olması yönüyle bugünü sorgulamamıza yardım ediyor. Dolayısıyla o kendi kendini yaratan bir kahraman diyebilirim. Ben ara unsur olarak koymak istemiştim ama aşk nedeniyle geldi hikayenin merkezine yerleşti.

"BİZ APTALDIK VE BİRİLERİ GELİP BİZİ KANDIRDI KARDEŞİM"
 
Bir de Ayasofya’ya yeniden çan dikme hayalleri kurarak büyüyen bir çocuktan bahsediliyor. Neden böyle bir bölüm koydunuz?
Malum biliyorsunuz İstanbul’da çok sayıda şehir efsanesi var. Birilerinin Bizans’ı yeniden diriltme hayalleri var, birilerinin onların başarılı olacağından dolayı gördüğü kabuslar... Bir de bizim tarihte gerçekten yüz karamız olan vakalar var. Bugün oturup, “Biz bunları niye yaptık? Sebebi nedir? diye kendimizi sorguladığımız zaman mantığını bulamadığımız olaylar.

“Biz aptaldık ve birileri gelip bizi kandırdı kardeşim”den başka savunmamızın olmadığı bir takım olaylar yaşandı. Bunların yararının ve zararının ne olduğunun sorgulanmasını, benzer provokasyonlarda insanların nasıl sağduyulu davranması gerektiğini sorgulayacak bir mekanizma geliştirmek gerekiyor. Şimdi düşünün, siz yerli bir unsursunuz ve Beyoğlu’nda yaşıyorsunuz. Bir gün birileri gelip sizin dükkanınızı yağmalıyor ve sizi buradan yaka paça dışarı gönderiyor. Böyle bir psikoloji içinde şurt dışında büyüyen insanlar size karşı ne düşünürler?

Bu insanların gönlünü tekrar fethedebilir miyiz? Bilmiyorum ama ben şuna inanıyorum ki "böyle bir psikoloji içerisinde buradan gitmiş olsam mutlaka günün birinde gelip intikam almayı düşünürdüm". Bu da Türkiye üzerinde hesabı olan bir takım unsurların iştahını kabartan, kullanabilecekleri, rahatlıkla üzerine oynayabilecekleri figüranlar oluşturmaya kolaylık sağlıyor. Bu tehlikeye de dikkat çekmek istedim.

İSTANBUL’DAN BİR TAKIM ŞEYHLERİ, MÜRİTLERİ KOVALIYOR
 
Tekrar Fatih’in tarihten kazınması meselesine dönmek istiyorum. Bunda inanç çekişmesi söz konusu mudur sizce?
Olabilir. İstanbul’un fethinde bize gösterilmeyen unsurlar olduğuna inanıyorum. Düşünün Hz. Peygamber’in övmüş olduğu bir komutan var. O’nu Molla Gürani, Akşemseddin gibi sayamayacağım kadar çok sayıda alim yetiştiriyor. Kuran’ı ezbere biliyor, Fıkıh biliyor. Bu insanın önünde alimlerce dini tartışmalar yapılıyor.  Ve o müdahale ediyor, hataları düzeltiyor. Öyle ki günlük hayatta yaşadığımız ameli noktalarda değil imanı konularda, üst düzey meselelerde görüş beyan edip hakemlik yapıyor. Şimdi böyle 'korkunç' seviyede bilgiye sahip bir alim, o yıllarda İstanbul’dan bir takım şeyhleri, müritleri kovalıyor. Bazı tekkeleri alıp mülklerini devletleştiriyor. Onları da Anadolu’ya sürüyor.

Peki bu insanlar neden sürülmüş olabilir?
Detaylerını araştıramadım. Çünkü öncelikli konu değildi. Mutlaka bir takım sebepleri vardır. Olayın benim için önemli olan yönü şu: Biz Anadolu’ya gönderilen unsurları daha sonra I. Beyazıt’ın çevresinde görüyoruz.

Cem ile Beyazıt arasında bir tercih yapılması gerekirse neresinden bakarsanız bakın Cem Sultan tahta daha layık. I. Beyazıt’ın yetenekleri ile Cem’i alt etmesi mümkün değil. Hatta enteresan bir şekilde yeniçerilerin gönlü de Cem’den yana… Fakat tarihin cilvesine bakın ki Cem’in tahta geçmemesinde Gedik Ahmet Paşa en önemli unsurlardan biridir. Kendisi Cem’in lalasıdır ve Beyazıt’ı zerre kadar sevmiyor. Ama Gedik Ahmet Paşa bile Beyazıt’ın safında yer alıyor. Şimdi bu nasıl bir kumpas? Nasıl bir oyun?

Bu  noktayı iyi tahlil etmek lazım. Fatih gibi kutlu ve dini mertebesi tartışma götürmeyecek bir hükümdarın yerine gelen insana hemen veli sıfatı yapıştırılıyor. Bu sıfat daha sonraki aşamalarında verilmiş olsa sorun yok. 10 sene, 20 sene sonra Veli Beyazıt, sofu Beyazıt dense sorun yok. Ama daha tahta geçer geçmez böyle bir sıfat yapıştırılması enteresan. Sonra araştırıyoruz Beyazıt’ın gençliğinde afyon alışkanlığı olduğu ortaya çıkıyor. Fatih, Beyazıt'ı afyona alıştıran lalaya “Ayağını denk al” diye mektup yazıyor. Böyle birisi tahta sofu olarak geldiği zaman şüphelenmeniz gerekiyor. Ben bundan şüphelendim.

Araştırdınız mı?
Elbette… Fatih’in Anadolu’ya gönderdiği, şüphelendiği ne kadar şeyh varsa Beyazıt ile beraber geri geliyorlar. Tekrar o eski mülklerini alıyorlar. Dolayısıyla böyle bir derin kavganın ortasında o geriye dönenlerin kendilerini haklı göstermek için mutlaka kendilerini kovan, haksız gösteren unsurları ortadan kaldırması gerekiyordu.

Ben işte o tarihten kazınma olayını büyük ihtimalle buraya yoruyorum.

AKLI OLMAYANIN DİNİ DE YOKTUR
 
Romanda sıradan olaylara farklı boyutlar kazandırılmış. Siyah kedi, güvercin olayı var. Sıradan gibi görünüyor ama bir sonraki aşamasında bakıyorsunuz onlar aslında bir başka amaçla kullanılıyor. Bir de bunu tekrar dönüp bilimsel ve teknolojik olarak izahı yapılıyor. Bu unsurlar romana nasıl girdi?
Ben bilimselliği ispatlanmayan hiçbir şeye inanmama yönünde yetiştirilmiş bir insanım. Hatta bunun da ötesinde “Aklı olmayanın dini de yoktur” diyen bir dine inanıyorum. Dolayısıyla benim inanacağım her şeyin akli temelinin olması lazım. Romandaki unsurlara kendimi inandıramamışsam okuru nasıl inandırabilirdim? Bu yüzden bilimselliği çok önemsiyorum. Bilimsel ve felsefi boyuk olmazsa olmazımdı.

Öte yandan bilimsel adına romanın akışını, okunurluğunu zedelememek, okuru etkilemek, hikayeleri ona beğendirmek de önemliydi. Bunu da bugün en iyi Batılı yazarlar yapıyordu. Onların şeklini kullanmanın doğru olacağına inandım.  Yani hem aksiyon ve görsellik kısmını Batı’dan almam hem de bizim o Doğu’nun felsefi derinliğini vermem gerekiyordu.

Hem Mesnevi’yi okumuşum hem de Bostan ve Gülistan’ı biliyorum. Hem Hafız’dan beslenmişim hem de Ömer Hayyam’dan. Öte yandan Stephen King’in insanları nasıl etkilediğini, nasıl korkutup ürküttüğünü biliyorum. Alacakaranlık hikâyelerinin gücünü biliyorum. Bütün bunların hepsini harmanlayarak bize ait yerli sentez oluşturmaya uğraştım.

Bazı temel unsurlar, semboller vardır ki her dönem her zaman prim yapar ve okuru etkilerler. Bunlardan bir tanesi siyah kedi. Dünyanın her yerinde kötülükle eştir. Bir tanesi güvercindir, iyiliği ve temizliği ifade eder. Bu kültürel semboller o kadar güçlü kodlar oluşturmuştur ki insanlar ister istemez etkilenir. Mesela kimi insanlar merdivenin altından geçmez, kara kedi gördü mü mü yolunu değiştirir. Halkın inançlarını hiçe sayamazsınız. Sözünü ettiğim tüm bu unsurları kullanarak okurla birlikte nasıl güzel bir oyun oynayabilirim, neyi nerede nasıl ifade edebilirim, kurguyu nerede nasıl çarpıtabilir ve okuru şaşırtabilirimin hesabını yaparken bu çıktı ortaya.

KAHRAMANLAR YABANCI OLSA DA DUYGULAR MUHTEMELEN BENİMDİR
 
Yaşanan aşk da gerçek mi?
Tabii ki gerçeklik payı var.
 
Bizzat sizin yaşadığınız bir aşk mıdır?
Kahramanlar yabancı olsa da içlerinde yaşamış oldukları hesaplaşmalar, duygular muhtemelen benimdir. Çünkü insan bilmediğini anlatamaz, ifade edemez. İfade etse bile çok yapmacık kalır. Romanın kahramanımız olan Ermeni kızımız bir Türk’e âşık oluyor. Gerçek hayatta bu insan Ermeni değil de atıyorum Alevi’dir ve Sünni bir erkeğe âşık olmuştur. Ya da Rum’dur gidip bir Çerkez kızına âşık olmuştur. Bu noktada bir tür zemin kaydırması yapmışımdır.

Her ne kadar belli dönemlerde empoze edilse de basketbol Türkiye’de çok öne çıkan bir spor dalı değil. Romana baktığımızda basketin konu alınmasının özel bir anlamı var mı?
İki tane özel anlamı var. Bir tanesi benim basketbolcu yönüm de var. Sevdiğim, oynadığım spordur. Bir dönem kız basketbol takımı çalıştırdım. İkinci bir boyutu da kahramanımız Boğaz’da yaşıyor. Belli bir sosyal statüsü var. O coğrafyada bunun futbolcu olması çok mantıklı değildi. Zaten biz pek çok federasyonda, işte atletizm olsun, futbol olsun, bu tür çirkefliklerin yaşandığını biliyoruz. Şimdi basketbol buna göre belki biraz daha temizdir. Hem temiz bir yer üzerinden o kirlilikleri yansıtmayı denedim hem de bildiğim branş üzerinden edebiyat yapmayı tercih ettim. Çünkü basketbolu gerçekten iyi biliyorum. Futbolu da iyi biliyorum ama aynı heyecanı aktaramayabilirdim.

MÜSLÜMANIM, TÜRKÜM DİYENİN BÖYLE OLMAMASI GEREKİYOR
 
Oyuncu üzerinden Türk – Ermeni kavgası yapıyorsunuz. Gerçek hayatta o yoğunlukta bir çekişme var mı?
Bu sadece Ermeniler bazında değil, bütün gayrimüslim unsurları içeriyor. Hatta ben bunu pek çok etnik unsur için de görüyordum. Gayrimüslim unsurların bizden olmadığı, bir şekilde düşman oldukları, fırsat buldukları zaman bizi arkadan vuracakları bilinci ve ruhu bizim genlerimize yerleştirilmiş. Bu duygu zihnimizden nasıl çıkartılıp atılabilir, bilmiyorum. En basitinden bugün adamların doğal hakkı olan okullarını bir gerekçe gösterip kapatıyoruz daha sonra onu nasıl açabileceğimiz üzerine kavga yapıyoruz. Gördüğünüz gibi bunu da yapamıyoruz.

O sürece baktığınız zaman gösterilen tepkiler, yapılan iki yüzlülükler aslında olayın benim söylediğim boyutta olduğunu göstermiyor mu? 6 – 7 Eylül olaylarında gitmek zorunda kalan unsurların bugün bize ne duygular beslediğini göstererek, bu çekişmenin nereye gideceğini de anlatmaya çalıştım. Müslüman’ım, Türk’üm diyenin böyle olmaması gerekiyor. Özellikle bu romanda biraz da onun altını çizdim.

Günümüzde bazı unsurların öne çıkardığı Orta Asya vurgusundan ben rahatsız değilim. Gerçekten bugün Orta Asya ruhu Türkiye’ye gelip hakim olacaksa benim için hiç sıkıntı yok. Çünkü Orta Asya’daki oba mantığı bize gösterilen, dayatılan manada bir milliyetçilik değildir.  Atıyorum bir zenci çocuk gelip obaya katıldı, onlarla beraber savaşıyor, aynı hedefleri var. Ya da işte savaşırken iki obanın çıkarları birleşiyor. Orada ırk, inanç söz konusu değildir. Tamamen obanın içinde kaynaşma mantığı vardır. Türkiye oba mantığına kavuşacaksa ben Orta Asya tezlerinin de gelmesinden yanayım. Çünkü ne Orta Asya geleneği ve ruhunda,  ne İslam geleneği ve ruhunda, ne Anadolu geleneği ve ruhurda ırkçılık-ayrımcılık yoktur... Buna rağmen toplumda bugün bu duyguların yükselişini hayretler içinde seyrediyorum... Müslümanım Türküm diyenin böyle olmaması gerekir. Çünkü geçmişindeki hiç bir kültür buna izin vermiyor. Ama olmuş, oluyor? Nasıl olmuş, nasıl oluyor? 

TUNÇ’TA BENİM FAŞİST YÖNLERİM VARDIR

Yaşar İliksiz bu romanda bir Agâh olarak karşımızda. Onun dışında bilmediğimiz başka bir yerde var mı?
Agah’ın sadece yüzde 10’u benimdir. Diğer bütün kahramanlar ben olabilirim. Çünkü kendi duygularımı verdim. Yaşamadığım duyguları nasıl ifade edebilirdim ki? Tunç’ta da benim faşist yönlerim vardır. Gençlik döneminde olaya böyle ketum baktığım, inancımın dışındaki bütün unsurları hor gördüğüm yıllar vardır, sanırım çoğu insanın da vardır. Bu zaman içinde ilimle, bilimle çalışarak yenilecek bir duygu. Üniversitede herkesin bir takım hırsları vardı, bir yerlere koşarlardı, parlak bir gelecek yakalamak için tutunulacak dal ararlardı, falan... Ben o yıllarda çok kaygısız bir adamdım, umurumda değildi. İnsan o rahatlığa, kaygısızlığa nasıl ulaşır? Kendisi aşarak, eğiterek...  Gerçi bir açıdan bunlar bana has özellikler, başkalarında olmayabilir.

Belki söz konusu kötü güçler benim içimdeki kötü güçler de olabilir. Belki o nefreti tattım ki hissettirebiliyorum. O nefreti birileri bana bir gün aşılamış ve başarılı olmuş olabilir. Bu utanılacak bir şey değil. Nefreti ben sürekli içimde yaşatıyorsam, sorgulamıyorsam asıl bundan korkmak ve utanmak gerekir... Tunç’un oradaki sorgulamaları bu açıdan önemli. Yanlış yaptığının bilincinde, bir şeyler hissediyor ama tanımlayamıyor. İnsanın olgun olabilmesi için tanımlamayı yapabilmesi lazım.

Janet de benim saflığım vardır. Mesela lisede insanlar dışarıda siyasi kavga yapıp birbirini yerken ben spor salonundan çıkmazdım. Ben Gökçeada’da okudum. Gökçeada’da 4 – 5 tane Rum köyü vardır ve biz hafta sonu merak edip, o köylerde neler olduğuna bakardık. Ben orada, o yıllarda daha Türkçe bilmeyen Rumlar olduğunu biliyorum. Biz o insanların bahçelerinden meyve çalardık. Bizi kovalarlardı... Hem suçlu hem güçlüydük. Kızardık... Oysa ne dediklerini bile bilmiyorduk. Belki de adamlar bize, “Meyveyi alın da dalını koparmayın vicdansızlar” diyordu. Hepsi 60 – 70 yaşında insanlardı. Ben orada genç görmedim, çekip gitmişlerdi. Tabii sonradan bunları merak edip araştırıyorsunuz. Bu insanlar niye gitti?  “İşte bunlar zengin, kökleri dışarıda” deniliyor. Genellemeci mantıkla düşünüldüğü zaman her şeye bir bahane bulmak mümkün. Ama sorunun aslı nedir? Bu insanlar ne düşünüyorlar? Ne hissediyorlar? Sorup o insanlarla konuştuğunuz zaman, birlikte yaşadığınız zaman olayın hiç de sizin genellemelerinizle örtüşmediğini görüyorsunuz.

GÖRÜNMEYEN ADAM EFSANESİ İLE BİZİM RİCAÜL GAYB İNANCI ÖRTÜŞÜYOR

Bilimsel ve teknik anlamda izah etmediğiniz diğer tip var, Malik. Malik tiplemesine neden ihtiyaç duydunuz?
Çizgi roman kültürü çok zengin bir insanım. Türkiye’de bugüne kadar çıkmış olan bütün çizgi roman serilerini aşağı yukarı bütün ciltleriyle okuyup, hatmetmiş bir adamım. Onun için süper kahraman olgusu nedir? Okuru nasıl cezp eder? Bunu biliyorum.

Kahramanı oluştururken hikayenin hemen girişinde yansıtığım çok eski bir İstanbul efsanesi ilham vermişti bana. İstanbul’u Konstantin’e görünmeyen bir önderin kurdurduğu yer alır efsanelerde. Öte yandan Ciddi 'tarihi' veriler  Konstantin’in son nefesinde göstermelik olarak vaftiz edildiğini iddia eder. Ortaya konulanlara bakıldığı zaman Bizans’ı Kudüs’ten daha görkemli bir Hıristiyanlık merkezi yapma projesi olan adamın Hıristiyanlık ilgisinin az buz olmadığını gösteriyor. Efsanelerde yer alan görünmeyen adamın ne olabileceği noktasına dikkat çekmeye çalıştım. Bakıyorsunuz o görünmeyen adam efsanesiyle bizim rica-ül gayb inancımız örtüşüyor. İstanbul’da nereye gitseniz mutlaka böylesi bir Hızır gören, tarif edilemeyen şey gören insanlar vardır. Bunu ete kemiğe büründürürsem ne olur diye düşündüm. Bana göre çok anlamlı olmayacaktı. Onu çekici kılan gizemli ve bilinmez yönüydü. Malik'i o yüzden gizemli ve bilinmez bırakmayı tercih ettim. Gerçi kökeni ve kimliği konusunda veriler de yansıttım ama gücünün ve özelliklerinin kaynağını bilinmezlikten çıkartmadım...  

"KALEYİ DIŞARIYA KARŞI SAVUNABİLİRİM AMA İÇERİYE KARŞI SAVUNAMAM"

Roman sanki devamı olabileceği bir izlenimle bitiyor…
Aslında romanın devamını düşünmüyordum çünkü gerçekten çok yorucu bir uğraş. Öte yandan “Düşünmüyorum” diyorum ama yazdıktan sonra bir şimşek çaktı. İstanbul’un fethinde çok muğlak bir karakter var. İstanbul’a Venedik’ten gelen bir şövalye! Savunmayı çok iyi biliyor. Sırf Allah rızası için gelen muhtemelen paralı bir asker. Kuşatma altındaki İstanbul’a yardım için geliyor. Osmanlı kuşatmasını yarıyor, kaleye giriyor ve savunmayı yönetiyor.  Tıpkı Cennetin Krallığı filminde olduğu gibi... Fethin gecikmesinin bir sebebi varsa bunda bu şövalyenin katkısı çok büyük. Nerede, ne yapacağını çok iyi biliyor. Yıkılan surları anında onartıyor.

O kişi bütün Bizans kaynaklarında ortaktır, değişik bir iki rivayet var hakkında ama sonuçta savunmayı yöneten bir 'yabancı unsur' olduğu gerçek. Hatta son günlerde Konstantin, onun gitmemesi için yalvarıyor. Bir rivayete göre en sonunda sırtından bir ok yiyor. Diyor ki; “Ben kaleyi dışarıya karşı savunabilirim ama içeriye karşı savunamam”. Yani içeriyi de fethetmişler tarzında bir söylemi var. Sonra çok enteresan bir şekilde ulaşabildiğim kaynaklara göre aynı şekilde bu adam yaralı olarak savunmayı yarıp kaçmayı da başarıyor. Bilmiyorum, geriye hatıralarını, anılarını bırakmış mıdır? Bunu araştırıyorum. Belki imkansızı araştırıyorum ama eğer bir gün bir yerde bununla ilgili veri bulursam, bu adamın hikayesini sonradan öğrenebilirsem muhtemelen onun hikayesi üzerinden bu romanı devam ettirebilirim.

En çok satan kitaplar arasında olmasının nedeni nedir? Neden kitap bu kadar ilgi gördü?
Bu satış eğer benden dolayı ise yani Yaşar İliksiz yazdığı için satıyorsa muhtemelen kurgudandır. Gerçekten kurgu üzerinde çok uğraştım. Tarihle ilgili bölümlerde hata yapmamak için tarihçilere gittim. Sinemasal anlatım önde olan bölümlerde sinemacı arkadaşlarıma gittim. Sağ olsunlar hepsinden yardım aldım. Onların vermiş olduğu öğütleri de dikkate aldım. Onun dışında kitap çok iyi dağıtıldı.. Medyadaki arkadaşlar da tanıtım bazında ellerinden geleni esirgemediler. Bütün bunlar bir araya gelince artık iyi bir helva çıkmasına şaşmamak gerekiyor herhalde.

Kitapda en çok ses getiren konulardan biri de Fatih Külliyesi ve caminin bulunduğu alanda Bizans İmparatoru 1. Konstantin döneminde inşa edilen Havariler kilisesine Hz. İsa’nın havarilerin mezarlarından kemiklerin getirilmesi oldu. Bu konu neden bu kadar tartışıldı?
Medyanın ve insanların olaya bakışı çok önemli. Orada Havariler Kilisesi olduğu gerçek ve tartışılmaz. Kilise var. Bu cami bir kilisenin üzerine inşa edildi. Bizans’ın Kudüs’ten daha görkemli olma yolunda projesi var. Rölik dediğimiz kutsal emanetleri İstanbul'a getirmeye çalışıyor. Röliklerinin getirildiği Havarilerden bir tanesi Luka. Konstantin zamanında kemiklerin getirilip getirilmediğini bilmiyoruz. Kayıtlar sağlıksız ama bir sonraki imparator yani oğlu  Konstantius zamanında görkemli bir törenle 3 tane havarinin kalıntıları getiriliyor. Rölik dediğimiz kalıntılar sadece kemiklerden ibaret değil. Havarilere ait hemen her şey… İsa’nın göğsüne saplanmış olan mızraktan, gerilmiş olrduğuna inanılan çarmıhtan tutun o havarilerinin özel eşyalarına kadar ne varsa herşeyin İstanbul’a taşınması  projesi var. Bu emanetlerin getirilişi görkemli törenlerle yapılıyor. Buralarda sıkıntı yok. Tabutlar olduğu da kesin. Bazı tarihçilerimizin dediği gibi tabutlar simgesel olarak da kullanılmış
olabilir. Sorun kemiklerden kaç tanesinin getirilebildiği...

VELİ DEDİĞİMİZ PADİŞAHIMIZ MALTA ŞÖVALYELERİYLE PAZARLIK YAPIYOR

İki havari ve vaftizci Yahya’nın kemiklerinin getirildiğine dair rivayetler var. Bu rivayetler doğru mudur?
Bugün vaftizci Yahya’nın kol kemiği Topkapı Müzesi’nde sergileniyor zaten. Asıl buranın tartışılması lazım. Fatih’in kazındığına dair tezime, “Olur mu öyle şey falan” deniliyor. Bu noktada yaşanlan benim tezimi biraz daha kuvvetlendiriyor. Ben toplumda yanlış anlaşılmasın diye kitapta bahsetmedim. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra bizim o sofu, veli dediğimiz, yere göğe sığdıramadığımız padişahımız Malta şövalyeleri ile pazarlık yapıyor. “Ben size bu Rölikleri vereyim, siz de Cem’i İstanbul’a göndermeyin” diyor. Bu pazarlık dahilinde ne kadar kutsal emanet Malta Şövalyelerinin eline geçti bilemiyoruz...

Bunun en bariz örmeği de elimizdeki o mızrak ucu. Bugün İzmir’de olduğuna inanılan bir mızrak ucu var, muhtemelen odur. Ama elimize gelmeyen, Vatikan’da diğer şövalyelerin ellerinde kalan neler var bunu bilmiyoruz. “Ben size havarilerin bu kutsal emanetlerini vereyim, siz Cem’i göndermeyin” şeklinde bir pazarlık var. Malta şövalyelerine veriyor. Biz daha bunları tartışamıyorken caminin altında kilise var mı? denildiğinde, “Yok canım olmaz öyle şey” diyen bilim cahili bir kitle ile neyi tartışacağız?



Öte yandan röliklerin ne kadarının Fatih zamanına ulaştığını da bilemiyoruz. Çünkü bu kilise yapıldıktan 80 – 90 yıl sonra deprem oluyor. O depremden sonra bir daha inşa ediliyor. Bir çok defa daha deprem oluyor. 1208 yılında bir Latin yağması var ve o yağmadan ne kadar kurtulduğunu bilemiyoruz. Belki Fatih Sultan Mehmed buraya külliyeyi yaptırdığı zaman  sadece bir tane duvar vardı. Öte yandan ilk Fener Rum Patriği bu kilisede oturuyordu daha sonra Fatih onu Balat'a gönderdi deniliyor... Burada sıkıntı yok.

Fatih sadece iki yerde eskiye müdahale ediyor. Hiçbir kiliseyi falan değiştirmiyor.
Sadece Ayasofya’yı camiye çeviriyor ancak oradaki hiç bir unsura dokunmuyor. Sadece perde çekiyor. Bugün anladığımız manada üzerine boya boyamak, harç çekmek gibi talihsizlikler söze konusu değil. Hıristiyanlık unsurlarına, tasvirlerine perde çektirip namaz kıldırıyor ve camiye çeviriyor. Ondan sonra biliyorsunuz tamamen bir tarihi yağma söz konusu. İkincisi de Fatih külliyesini Havarinin kilisesinin üzerine inşa ediyor.

Bunun sembolik bir anlamı var mı? 
Fatih'te kendisini Doğu’nun ve Batı’nın büyük hükümdarı olarak niteleyen büyük Konstantin’in mezarı da var. Kendi mezarını onun üstüne koydurmak suretiyle de bir üstünlük göstergesi sağlıyor. Olayın bu yönü de önemli. Yani Fatih Sultan mehmet Doğu Roma'yı ele geçirdiğini ısrarla ve her fırsatta vurguluyor ve kendisinin Doğa ve Batı'nın hükümdarı olduğunu dünyaya haykırıyor. Fakat kendisinden sonrakiler nedense onun bu yönünü yok sayıyor, miras almayı reddediyor ve bugün öne çıkarılmasını da hiç önemsemiyor....

Haber 7

Etiketler :