Olaylar ve Gelişmeler Karşısında Doğru Tavır Belirlemenin İlkeleri
Bu makale, olayların ve gelişmelerin hangi esaslar çerçevesinde analiz edilmesi gerektiğiyle ilgili bir yöntem denemesi olarak ele alınmıştır.
BÖLÜM 1
İnsanlar, olaylar ve gelişmeler karşısında farklı farklı tavırlar gösterirler. Öyle ki bir insanın, farklı zamanlarda cereyan eden, ama birbirine çok benzer iki olay karşısında bile, zaman zaman farklı tavırlar sergilediği görülür. Bu durum kimi zaman güç/kapasite/algılayış farklarından kaynaklanır; kimi zaman şartların değişmesinin bir sonucudur; kimi zaman da adaletsiz/samimiyetsiz/tutarsız bir davranış biçimi olarak ortaya çıkar.
Güç, kapasite ve algılayış farkından kaynaklanan tavır farklılıkları insani bir durumdur ve her zaman olacaktır. Şartların değişmesi, farklı tavırların ortaya çıkmasına sebep olan makul bir gerekçe olduğu için onun üzerine söylenecek fazla bir laf yoktur. Samimiyetsizlik ve adaletsizlik ise çoğunlukla iflah olmaz bir karakter özelliğidir; ne söylense boştur.
Kısacası, ne kadar ortak bir algılayış biçimi geliştirilirse geliştirilsin, farklı tavırlar mutlaka olacaktır.
Fakat öyle durumlar vardır ki, insanlar; iyi niyetle hareket ettikleri, samimi davrandıkları ve adil olmaya çalıştıkları halde, zaman zaman tutarsız ve çelişkili tavırlar ortaya koyabilirler. Bunun sebepleri analiz edilmeye çalışıldığı zaman ise karşımıza; bilgi eksikliği, gerçeği görememe ve gelişmeleri doğru okuyamama gibi gerekçeler çıkar. Bilgi eksikliği, araştırma yöntemleriyle araştırarak giderilebilir. Gerçeği görememe ve gelişmeleri doğru okuyamama durumu ise (başka gerekçelerin yanında) doğru analizler yapamamaktan kaynaklanır. Kişi bilir, ama bildiklerini doğru yerlere koymasını sağlayacak yöntem bilgisine sahip olmaz. O zaman da eksik veya yanlış değerlendirmeler yapar.
Bu makale, olayların ve gelişmelerin hangi esaslar çerçevesinde analiz edilmesi gerektiğiyle ilgili bir yöntem denemesi olarak ele alınmıştır.
Olaylar ve gelişmeler karşısında konum belirleme:
Olaylar ve gelişmeler karşısında insanlar; taraf olmak ya da taraf olmamak şeklinde ortaya çıkan iki farklı konumda yer alırlar. Gündelik hayat içerisinde karşılaşılan kimi olaylar vardır ki, insanlar bunlara ilgisiz kalıp bu iki tavır dışında bir tavır da gösterebilirler. Mesela caddenin ortasında kavga eden iki insan, kimilerinin ilgisini çekip taraf veya tarafsız olarak bu olayın içerisinde yer almalarına sebep olurken, kimilerinin hiç ilgisini çekmeyebilir. İnsanlar için yaygın bir ilgi alanı olan futbol kimilerinin taraflı veya tarafsız içerisinde yer aldığı bir konu iken, kimilerinin hiç sevmediği ve ilgilenmediği bir konu olabilir. Fakat hayatın akışı içerisinde karşı karşıya kalınan ve bireyin, toplumun veya dünyanın geleceğini etkileyecek birçok olay da vardır ki, bu olaylara karşı ilgisiz kalmak meseleyi çözmez. Başa gelecek olanı engellemez. Bunlar Yüce Allah’ın, bireyi ve toplumu imtihan ettiği olaylardır.
“Sizleri mutlaka biraz korku, biraz açlık, canlarınızı, mallarınızı ve kazançlarınızı kaybetme korkusu ile deneriz (imtihan ederiz)“ (Bakara 2/155)
“Nasıl davranacağınızı görmek için sizi iyilik ve kötülükle deneriz (imtihan ederiz).” (Enbiya 21/35)
Bu tür olaylar ilgisiz kalınacak ve karşısında kafaların deve kuşu gibi kuma gömüleceği olaylar değildir. Ayet’te de ifade edildiği “nasıl davranacağımızı görmek” için takdir edilmişlerdir. İlgisizlik ve duyarsızlık Allah’ın razı olacağı davranış şekilleri olmaz.
İlgisiz ve duyarsız kalınmadığında ise iki seçenekle karşı karşıya kalınır: Taraf olmak veya taraf olmamak…
Her iki tavır da, bazen kişinin tercihiyle, bazen de şartların zorunlu kılmasıyla gerçekleşebilir. Fakat her iki tavrın da kendisine göre avantajları ve dezavantajları bulunur.
Taraf olmak: Taraf olan veya olmayı seçen kişi, artık olayların bir aktörüdür. Olayların ve gelişmelerin içerisindedir. Taraf olmanın avantajı kendi tarafına daha çok katkı ve yardım yapma imkanı sunmasıdır. Kendi tarafıyla ilgili konularda hareket alanını genişletir. Dertlerini ve problemlerini birebir paylaşma ve çözüme direk ortak olma imkanı verir. Dezavantajı ise, taraf olduğu konu üzerinden karşı tarafla ilişki kurma imkanı kalmamasıdır. Karşı tarafla ilgili konularda ve ilişkilerde hareket alanını daraltır.
Tarafsız olmak: Tarafsız olan kişi, olayın gözlemcisidir. Olayları dışarıdan izleme ve -eğer istiyorsa- tarafların hepsine adaletli bir şekilde katkı yapma imkanı bulur. Tarafsız olmanın avantajı, çözüme, taraf olandan daha fazla ve adil bir şekilde katkı yapabilmesidir. Dezavantajı ise tarafların dertlerini ve sıkıntılarını paylaşamamak noktasında ortaya çıkar.
Taraf olmak ve tarafsız olmak şeklinde ifade edilen her iki konum da, kendi içerisinde bazı tehlikeler taşır.
Taraf olmanın kendi içinde taşıdığı tehlike, “taraftarlık”’tır. Taraftarlık, taraf olmakta aşırı gitme halidir. “Bir tarafı ne olursa olsun sahiplenme, karşı tarafı ise ne olursa olsun reddetme” şeklinde kendisini gösterir. Dengeyi ve adaleti ortadan kaldırır. Taraf olan her insan potansiyel bir “taraftar”dır. Adalet çizgisinden ayrılmamanın yolu; kişilere, toplumlara veya olaylara, ilkeler ve evrensel doğrulardan dolayı taraf olmaktan geçer. Allah’ın belirlediği ilkelere ve doğrulara göre yaşamaya çalışıyor bile olsalar, “insana veya topluma” taraf olmak, bir çeşit taraftarlıktır. Nitekim cemaatçilik ve gurupçuluk bu damardan beslenir. Bu tür yapılarda bireyler, yapıyı evrensel değerlerle özdeş olarak görürler. Karşılaştıkları her durum ve olay karşısında “yapı”nın durduğu yerde dururlar. Oysa taraf oldukları yapı evrensel değerlerin bir yorumudur. Her destekçi, kendi sahip olduğu yoruma ve o yorum etrafında oluşan yapıya bu şekilde taraftar olunca, hem doğru arayışı durur hem de kaçınılmaz olarak ayrılıklar ve bölünmeler baş gösterir, ilkeler ve doğrular geri plana itilir. Oysa Evrensel ilkelere ve doğrulara taraf olmaktan dolayı taraf olan bir kimse, gücünü her şeyi bilen Yüce Güçten, yani Allah’tan almış olur.
Tarafsız olmak ise kendi içerisinde duyarsızlık gibi bir tehlike taşır. Duyarsızlık, sorumluluktan kaçma halidir. Kendini ilgilendirmeyen hiçbir olaya bulaşmamak şeklinde ortaya çıkar. İnsanı küçültür ve edilgen hale getirir. Bu tür insanlar, rüzgarın bir o yana bir bu yana sürüklediği yapraklar gibidirler. Hayatın akışı içerisinde ortaya çıkan olayların ve gelişmelerin önünde sürüklenir dururlar. Yaratılış gerçeğine uygun düşen ise duyarlı ve sorumlu olmaktır. Evrensel ilke ve doğrulara uygun bir yaşam sürmeyi, ortaya çıkan olaylar ve gelişmeler karşısında o ilke ve doğrulara uygun tavırlar göstermeyi gerektirir.
* * *
Taraf olmak da, tarafsız olmak da yerine göre gerekli ve tercih edilebilecek tavırlar olmakla birlikte, her iki tavır için de geçerli ve her iki tavrın da istenilen neticeyi vermesine engel olan bazı yaklaşım biçimleri vardır. Bunlar şöyle gruplandırılabilir:
1- Duyarsızlıktan değil, bir mantığın sonucu olarak ilgisiz kalmak.
2- Olaya bir noktadan bakıp, tüm olay o noktadan ibaretmiş gibi indirgemeci/sınırlayıcı bir yaklaşım göstermek.
3- Bir olayın sebeplerini ve çözümünü düşünürken ayrıntıları göz ardı etmek; herkesi ve her şeyi bir kefeye koyup genelleme yapmak.
İlgisizlik:
Duyarlı insanların, cereyan eden olaylara ve gelişmelere ilgisiz kalmaları, düşüncelerini sınırlayan kimi mantıkların sonucudur.
Bu mantıkların en yaygını, İslam’ı birey ile Allah arasındaki özel bir ilişki olarak gören ve ilişkinin biçimini de, sadece belli zaman ve şekillerde yerine getirilen ibadetlere indirgeyen mistik mantıktır. Mistisizm, dünyayı ve hayatı kötülüğün kaynağı olarak tanımlar. Arınabilmek ve Allah’ı memnun edebilmek için dünya nimet ve imkanlarına sırt dönmek gerektiğini söyler. Mistik hayat görüşlerinden birine sahip olanların; zulümle, zalimle, olaylar ve gelişmelerle işleri olmaz. Allah’ı razı edebilmek ve arınabilmek için ibadetlere ağırlık verir, bunlarla meşgul olurlar. Kurtuluşu bunlarda arar ve duyarlılıklarını bu alanda gösterirler. Olaylar ve gelişmeler karşısında duyarlılık göstermeyi dinin bir gereği saymazlar. “Kurumlaşmış tasavvuf”, mistisizmin İslam anlayışları içerisindeki şeklidir.
Diğer bir mantık ise “dünyayı kurtarırken küçük dünyalarla oyalanmamak” şeklinde özetlenebilecek radikal/devrimci mantıktır. Elbette ki radikal/devrimci mantığın da kendi içerisinde farklı yorumları vardır. Fakat bu mantığın en uç şekline göre öncelikli hedef, en tepedeki gücü/iktidarı ele geçirmektir. Karşı karşıya kalınan problem ve sıkıntıların gerçek kaynağı iktidardır. İktidar elde edilmediği sürece hiçbir problem, gerçek anlamıyla çözülmüş olmaz. İktidarı elde etmek için verilen mücadele esnasında, bir kısmı zalim iktidarın tezgahladığı, bir kısmı gelişen şartların sonucu olan birçok olay ve gelişme ile karşılaşılır. Bu olaylar ve gelişmeler karşısında ortaya çıkan her duruş ve tavır değişikliği “ana hedeften” biraz daha sapmak anlamına gelir. Bu yüzden, bir kısmı da tuzak olarak kasıtlı çıkarılan sorunlara, olaylara ve gelişmelere takılıp kalınmamalı, ana hedefe kilitlenilmelidir. Ana hedef gerçekleştiğinde (yani iktidar ele geçirildiğinde) küçük sorunlar zaten kendiliğinden çözülecektir. Kısacası radikal/devrimci mantıkla hareket eden insanların duyarlılıkları, iktidarı ele geçirmek hedefine kilitlenmiştir. Bu yolda yürürken karşı karşıya kalınacak ve kendilerini direk etkilemeyen olay ve gelişmelere tepkisiz kalmak bir strateji olarak benimsenmiştir.
Oysa gerek dünya işleri ve siyasetle uğraşmayı kötü gören mistik mantıktan kaynaklansın, ister problemlerin ve sıkıntıların esas kaynağını kurutmaya odaklanan devrimci mantıktan kaynaklansın, olaylara ve gelişmelere ilgisiz kalmak; üzerinde yaşanılan dünyanın gerçeklerinden uzaklaşıp, kendine ait küçük bir dünya kurmak anlamına gelir. Deve kuşu misali kafayı kuma gömmeye benzer. Er geç herkesi etkileyeceği belli olan bir meseleye ilgisiz kalmak kimseyi kurtarmaz. Olaylar ve gelişmeler içerisinde aktör olmayanlar, kaçınılmaz olarak figüran veya kurban durumuna düşerler. Yüce Allah bu meseleyle ilgili olarak Kur’an’da dikkatleri şöyle çekmektedir:
“Romalılar sınıra yakın bir yerde yenildi. Fakat yenilgilerinin ardından birkaç yıl içinde tekrar galip gelecekler. Kimin yenip kimin yenileceğini karara bağlama yetkisi, başında da sonunda da Allah’a aittir ve o gün mü’minler de sevineceklerdir.” (Rum 30/2-4)
Bu ayetler vahyedildiğinde Müslümanlar, Mekke yakınlarındaki Ebu Talip vadisinde ambargoya maruz bırakılmış, belki de hayatlarının en zor dönemlerinden birisini yaşıyorlardı. Vadideki tepenin arkasında ne olup bittiğini düşünmeye bile güçleri bulunmuyorken, Yüce Allah onlara binlerce kilometre öteden bir haber veriyor ve yakında durumun tersine döneceğini söyleyip, bir de üstelik müjdeliyordu.
Bu durum, kendisine küçücük dünyalar kurmuş olan insanların asla anlayamayacakları bir durumdur.
Oysa Yüce Allah böylece şu gerçeği ortaya koyuyordu: Dünyadaki bütün hadiseler birbirine bağlıdır. Bir yerde biriken bulutlar, başka bir yerde fırtınaya yol açarlar. Bir yere bereket bırakan yağmurlar, başka bir yere, önüne çıkanı yıkan sel olarak ulaşırlar. Bir yerde icat edilen bir silah dünyanın öbür ucundaki bir insana ölüm olur veya dünyanın bir yerinde gelişen bir fikir öte ucundakinin kaderini değiştirir. Hele mesafelerin iyice kısaldığı, iletişimin alabildiğine geliştiği günümüz dünyasında bu durum daha belirgindir. ABD’de alınan bir karar Irak’taki veya Afganistan’daki insanın ölümü olur, zulümü olur. Dünyanın bir yerinde gerçekleşen bir olay, birçok ülkede halkın protesto için sokaklara dökülmesine sebep olur. Dolayısıyla, hayatı ibadetlerden ibaret gören veya hesaplarını dar bölgelerdeki gelişmeler üzerine yapıp çevrelerindeki gelişmelere kulaklarını tıkayan insanlar; yarın kendilerini vuracak olan fırtınayı, evlerini basacak olan seli, ülkelerini işgal edecek olan düşmanı, başlarına gelecek olan belaları göremezler. Ya rüzgarın önündeki bir yaprak gibi olayların önünde sürüklenir dururlar, ya da su üstünde görünen kısmına bakarak buzdağını ondan ibaret zanneden gemicinin düştüğü hataya düşer, düşmanlarının gölgesiyle uğraşır dururlar.
İşte Yüce Allah, Ebu Talip vadisinde aç ve perişan durumdaki Müslümanlara binlerce kilometre ötelerindeki bir olayı bildirerek müjde verirken, hem sabretmelerini, sıkıntıyı atlatacaklarını bildirmiş oluyor hem de 5–6 sene içerisinde etkileri kendilerine ulaşacak olan hadiselerin başladığını[1] ilan ediyordu.
Bir insan, bir olay karşısında taraf veya tarafsız olabilir; ama ilgisiz olmamalıdır. Aksi taktirde, olaylar ve gelişmeler karşısında “yönlendirilen” olmaktan kurtulamaz. Etken değil edilgen olur. Aktör değil figüran veya kurban durumuna düşer.
NOT: Doğrular Müslümanların ortak değerleridir. Okuyup da onayladığınız her doğru artık sizindir. Dilediğiniz gibi yararlanabilirsiniz.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Pers’ler MS. 603 yılında Bizanslılara karşı saldırıya geçtiler. MS. 617 yılında İstanbul’un Kadiköy ilçesine kadar olan Anadolu toprakları da dahil, Arap yarımadası haricindeki bütün orta doğuyu ele geçirdiler. Libya’ya kadar da ilerlediler. Dönemin tek süper gücü haline geldiler. MS. 622 yılında İmparator Herakliyus ordusuyla Trabzon limanına giderek, Ermenistan üzerinden yeni bir saldırı başlattı. Pers İmparatorluğunu üst üste yenilgiye uğrattı. En son 627 yılında Ninova’da büyük bir galibiyet elde ederek Pers’lerin gücünü kırdı. Böylece hem Pers’lerin gücü dengelenmiş oldu hem de dönemin süper güçleri birbirleriyle uğraşırken Arap Yarımadasında yeni bir güç doğdu.
KAYNAK:http://www.nuriyilmaz.com.tr/sdetay.asp?id=832&did=265