Kendi halinin nöbetçisi
Tevazu ve benlikten arınmışlık olmadan Hakk'a ulaşmak mümkün değildir. Çünkü tevazu ve mahviyet kalpte yer edinmiş, karar kılmış tam bir imanın sonucudur.
İman kalbe yerleşip, tevazu ve mahviyet ahlâkın ayrılmaz bir parçası haline gelmeden kimseye kâmil mümin denilemez. Bu nedenle kâmil zatlar en üst seviyede bu sıfatlara sahip olmalarına rağmen, iç alemlerinde meydana gelebilecek zerre miktarı sapmadan dahi korkmuşlardır.
Kendi halinin nöbetçisi
Hz. Ömer r.a ., benlik namına kalbinde en ufak bir bulanıklık hissetse, minbere çıkıp herkesin huzurunda kendisini kınamış ve devlet başkanı olmasına rağmen omuzuna yüklediği su güğümüyle halka su taşımıştır. Heybet ve vakarıyla kalpleri muma çeviren bu büyük zat, güneş gibi parlayan nuranî siması, mütebbessim çehresi ve gayet nazik ve mütevazi edasıyla sohbet edip gönülleri kendine bağlarken, hane-i saadetinde tepsiyi eline alıp misafirlerine ikramlarda bulunuyordu.
Evet; büyük zatların hepsi kalplerinin başında ömürlerinin sonuna kadar nöbet tutmuşlar, oraya küçük-büyük hiç bir marazın girmesine ve yerleşmesine izin vermemişlerdir.
Hak dostları tevazu sahibi olup, tevazu sahiplerini de her zaman sevmişlerdir. Çünkü Allah Tealâ mütevazileri övmüş ve şöyle methetmiştir: "Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde alçak gönüllü bir halde yürürler ve kendini bilmezler onlara laf attıkları vakit, 'selametle' der geçerler." (Furkan, 63)
Büyüklerde büyüklük alameti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük alameti de kibir ve enaniyettir . Kendini başkalarından üstün görenler her türlü hamlık, hayırsızlık ve kötülüğe teşnedirler. Şeytanı bilumum kötülüklerin kaynağı haline getiren şey de budur. Sırf bu yüzden şeytan Allah Tealâ'nın affından mahrum kalmıştır. Hadis-i şerifte: "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunanı, Allah Tealâ yüz üstü cehenneme atar." buyurulmaktadır . Diğer bir hadis-i şerifte ise: "Kul tevazu edince Allah Tealâ onu yedi kat göklere kadar yükseltir." buyurularak , alçak gönüllülüğün insanın kıymetini ne kadar yücelteceğine vurgu yapılır. ( Beyhakî )
Kibir ve belirtileri
Kibirli insan her haliyle belli olur. Giyim-kuşamında, yüz ifadesinde, bakışında, başını dikerek kimseye bakmamasında, oturmasında, gerilip yaslanmasında, yürüyüşünde, kendisi otururken insanları ayakta bekletmesinde, ses tonunda...
Aslında kibirli insanın sergilediği davranışların hemen tamamı, belli bir seviyeden sonra psikiyatri bilimini yakından ilgilendiren anormal davranışlardan başka bir şey değildir. Ne yazık ki kâmil insanların haricinde az-çok, açık-gizli, herkeste kibir hastalığı mevcuttur. Seyr ü sülûkla bu hastalık kalpten tamamen kazınmadıkça kurtulmak mümkün değildir. Ancak bu hususta mücahede etmek de farz-ı ayındır. Kibri azaltmak bile büyük bir mücahededir .
Bir müminin yukarıda sayılan anormal davranışlardan ve gizli kibirden kurtulup kurtulmadığı, tevazuyu kazanıp kazanmadığını İmam Gazalî rh.a. şu belirtilerle ölçüyor:
Bir mesele üzerine konuşulurken hakikatin kendi fikirlerine ters olmasından rahatsız olmak; doğruları memnuniyetle, hoşlukla kabul etmemek kibrin belirtilerindendir. Bu hastalığı yenmek için, aczini itiraf edip hakikati söyleyenleri takdirle yâd ederek teşekkür etmelidir.
Akranları ile bir ortamda bulunduğu zaman onları baş köşeye geçirmek ve kendi emsallerinin ardından yürümek ağır geliyorsa yine kibir var demektir.
Yoksul ve gariban insanların davetine katılmaktan ve arkadaşlarının işlerini takip etmekten zorlanmak da kibir belirtisidir.
Bütün bu durumlarda kişi kendini sürekli sınayarak kibrin tedavisine ve tevazunun kazanılmasına gayret etmelidir.
Tevazu ehli insanlar da her haliyle bellidirler. Onların tavır ve hareketleri kalbe huzur ve itimat telkin eder. Muhatap oldukları insanlarda saygı ve sevgi meydana gelir. Böyle insanlarla oturup kalkmak insana zevk verir.
Söyleyene değil, söylenene bak
Başkalarına faydalı olabilmek için önce kendimizi ıslah etmemiz gerekir. Fakat kendisinin ağır derecede hasta olduğunu bilmeyen gafil insan tedaviye ihtiyaç bile duymaz. Herkesin kusurunu görür, onlardan yakınır, gıybetlerini yapar, ancak kendisini düzeltmek aklına bile gelmez. Halbuki insanın kendi kusurlarını görmesi, onları araştırması ve bunun için başkalarının kendisini nasıl gördüklerine, gurur yapmadan kulak vermesi gerekir.
Bizi methedenlerden ziyade yanlış ve isabetsiz davranışlarımızı bildirenlerin faydası daha çoktur. Şeker yerine ilaç verenler bize iyilik etmiş olurlar. Yanlış ve zararlı yolda gidene 'iyi gidiyorsun' demek, onu gaflete düşürmek ve zulmetmek olur. Bu bakımdan 'dikkat et, düşeceksin' diyene kızmak yerine teşekkür etmek lazımdır.
Yalnızca bizi sevip takdir edenlere kulak vermek hataya düşmemize sebep olur. Çünkü dostumuz olanlar bizi güzel görür ve bizdeki kusurların hepsini fark edemeyebilirler. Dost olmadıklarımız ise nazarını kusurlarımıza diker. İthamlarında mübalağa olsa da, muhakkak bir hakikat payı vardır. Bu yüzden onların söylediklerinden de istifade etmelidir.
İnsanlığın Efendisi'nin Tevazu Hali
Alemlere rahmet olan Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, o yüce makam ve haliyle birlikte muazzam bir tevazu sahibiydi. Hakk'a yakınlığı ölçüsünde halka da yakın olur, ihsan ahlâkına bürünür, etrafındaki insanların her birine ayrı bir şeref bahşederdi.
Hane-i saadetine teşrif ettiklerinde hayvanının yiyeceğini kendisi verirdi. Bazen evinin temizliğini yapardı. Yırtılan ayakkabısını tamir ederdi. Elbisesini diker ve yamardı. Koyun sağardı. Hizmetçisiyle birlikte yemek yerdi. Bazen hizmetçi yorulduğu zaman onunla birlikte buğday öğütürdü. Çarşıdan aldığı bir şeyi ailesine götürürken, bizzat kendisi taşımaktan çekinmezdi. Zengin-fakir herkesle musafaha ederdi. İlk önce kendisi selam verirdi. Kuru hurmaya bile olsa, çağırıldığı hiçbir daveti küçük görmezdi. O'nunla geçinmek çok kolaydı. Yumuşak huylu idi. Cömert tabiatlıydı. Güler yüzlüydü. Sesli olarak gülmeden yüzü tebessüm ederdi. Yüzü asık olmadan hüzünlüydü. Kendisini alçaltmadan tevazu gösterirdi. İsraf etmeden cömertlik yapardı. Kalbi çok yumuşak idi. Bütün müslümanlara karşı çok merhametliydi.
Tevazuda ölçü
Tevazu, bir takım başka güzel hasletleri de beraberinde getirir. Bunlardan biri olan "vakar", ağırbaşlı, yumuşak, fakat muhatabında hürmet hissi uyandıran ölçülü hareket ve davranış biçimidir. Tevazuyla birlikte kalpten tabii olarak dışa akseder.
Zillet (düşüklük) ise bunun tam aksi olup, hafif, sıradan ve bayağı davranışlarla ortaya çıkar.
Makbul olan davranış biçimi, kibre varmayan, zillet derecesine de düşmeyen, vakarını koruyan tevazudur. Allah katında sevimli olan da ifrat ve tefrite varmayan orta derecedir.
Mesela yoldan geçerken uğrayan bir satıcıya, alim bir zatın kalkıp yer vermesi doğru değildir. Zira ilmin izzetini de muhafaza etmek gerekir.
Yine mesela, bir hakimin mahkemedeki ciddiyeti vakardır. Makamında vazifesini yaparken tevazu göstermesi zillettir. Ancak, evinde çocuklarına karşı da aynı ciddiyetle muamele ederse, işte bu kibir olur. Zira insan evinde ev halkından biri olarak davranmalıdır. Mürşid -i kâmiller bu hususa çok dikkat ederler. Makamlarında vakarlı durur, fakat yeri geldiğinde gerekli olan kimselere gayet mütevazi davranırlar.
Aşırı kibirli insanlara karşı tevazu göstermek de doğru olmaz. Çünkü bu kendini aşağılama olarak görülür. Bu gibilere karşı Allah namına vakarla hareket etmek daha doğru olur.
Aynı şekilde benlikleri firavunlaşmış, dinsizlik hesabına imana saldıran kişilere karşı tevazu ve mahviyet göstermek de büyük bir cinayettir. Orada temsil edilen yüce hakikatlerin değerini ayağa düşürmeden, dinin izzetini ve ilmin şerefini göstermek icap eder.
Müslümanlara karşı tevazu ise, güler yüz göstermek, soru ve davetlerine karşılık vermek, yumuşak davranmak, ihtiyaçlarını görmek, onları küçümsememek gibi şekillerle olur.