Kenan'ın sopasını görünce kaçanlar...
Engin Ardıç birilerini fena haşladı: "...Sol, yaklaşık onar yıllık aralarla dönüp dönüp onun canına okumuş olan kontrgerillaya övgüler düzmekten utanmıyor!"
Gündemi bir yandan yağmur ve sel, öbür yandan Aydın Doğan Beyefendi Hazretleri işgal edince, bu yıl "geleneksel 12 Eylül şenlikleri" pek yapılamadı...
Yani "ne güzel devrim yapmak üzereydik, son anda engel oldular" palavrası, yaşı kırkın altında kalanlara gene yutturulamadı. "Ağlama" geleneği elbette sürdü ama artık pek kimseyi etkilemiyor.
Ama sol, yaklaşık onar yıllık aralarla dönüp dönüp onun canına okumuş olan kontrgerillaya övgüler düzmekten ve onu kurtarmaya çalışmaktan da utanmıyor!
"Ergenekon'a selam" diyenler, bu rezilliğin ya en aymaz ya da en utanmaz temsilcileridir.
Bunların bazıları "hem Kemalist hem sosyalist olunabileceğini" sanacak kadar saf, bazıları da "AKP iktidarı süreceğine laik faşizm gelsin" diyebilecek kadar hain insanlardır.
Neyse ki, en parlak devirlerinde oy oranları yüzde üçü geçememiş olanların esamisi, bugün o oranda bile okunmuyor.
Artık yutturulamayan başka bir palavra, Rasim Ozan Kütahyalı'nın deyimiyle "12 Eylül yüzünden bitmiş çok değerli bir entellektüel ortam" yalanıdır. 12 Eylül'ün en büyük kötülüklerinden biri de, "ezip süpürdüğü solun matah bir şey olduğu" efsanesinin yaratılmasına yol açmış olmasıdır.
İtiş kakıştan ve kültür hayatımızda "komünist hegemonyasından" başka bir şey yoktu ortada... O kadar ki, Enis Batur'un büyük bir cesaretle "Marksist olmadığını" yazması bomba gibi patlamıştı.
Soljenitsin'i, Mandelstam'ı, Ahmatova'yı, Şalamov'u okuyor ama övemiyor, Sovyetler Birliği'nin ne mal olduğunu görüyor ama yazamıyorduk. Aforoz edilirdik, genç bir yazar olarak piyasada yokedilirdik.
Özellikle yok sayılmak istenen, adı bile anılmayan Oğuz Atay gibi çok önemli bir yazarımız, ancak seksenli yıllarda tanınabildi, anlaşılabildi. Üzerinden sol sansürü kalkınca...
Sol, on yıl öncesinin büyük yanlışını yinelemiş, gidip "goşist" örgütlere, öğrenci "aktivizmine" ve sokak çatışmalarına sıkışıp kalmıştı. Faşizme davetiye çıkarmaktan başka hiçbir yere varamayacak bu çılgınlık en küçük bir eleştiri de kabul etmiyor, "yapmayın, etmeyin, bizim kuşak yaptı ve ebesinin örekesini gördü, aynı hataya düşmeyin" şeklindeki ağabey öğütlerimiz, genç arkadaşların bir kulağından bile girmiyordu...
Yüzlerce kere verile verile suyu çıkmış örneklere, aynı tabancanın sabahtan bir sağ örgüt, öğleden sonra bir sol örgüt tarafından kullanılması gibi somut kanıtlara yeniden girmeyelim şimdi...
O dönemde sol, Türkiye'nin örtülü hiçbir gerçek meselesinin üstünü açamadı. Türkiye'yi "ucundan tanımaya" bile zahmet etmedi. Türkiye'nin tarihini öğrenmeye de tenezzül etmedi. Kendisine sokuşturulmuş olan "Kemalist dogmayı" aşmak şöyle dursun, üzerinde durup düşünme yeteneği bile sergileyemedi. "Düşünme ve tartışma" kavramına, hele hele "aykırı görüşlere" özü gereği yabancıydı. Şimdi yapabiliyor mu bunu?
Hayır. Şimdi de en küçük bir eleştiri kabul etmiyor. AKP iktidarını bir "arıza" sanıyor. AKP'yi iktidara getiren ve uzun süre de orada tutacak gibi görünen "dip gücüne" ya dağdaki çoban diye, ya ampul kafalı diye, ya da göbeğini kaşıyan ayı diye küfür ediyor (halkçıdır ya bu solcular!), "önce halkı eğitmek" gibi İnönü safsatalarından kendini bir türlü kurtaramıyor (sola en büyük kazıkları atmış olan solcu lider İnönü!) ve ne hikmetse, "yangında ilk kurtarılacak evrak" misali, işler sarpa sarınca tası tarağı toplayıp ilk tüyenler de gene onların arasından çıkıyor!
"Bugün yarın devrim tamam" diyenler de Kenan Efendi'nin sopasını görünce kaçacak delik aramışlardı.
Kaynak: