Kapınız çalınmadan...
İranlı büyük düşünür Abdulkerim Suruş, İran'da 12 Haziran 2009'da düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra patlak veren derin kriz sonrasında “İslam Cumhuriyeti” rejimine yönelik eleştirilerini arttırdı.
tahtında oturmuş, dinî istibdadın haraç sopasını halkın ahlak ve imanına indirdiğine, şeriatı siyasetin hizmetine koştuğuna ve adaletin belini kırdığına nazar ediyorsunuz. İktisat işkembesi haramdan azmanlaşmış, dinin suratı asık, kültür ırmağı çamur kaplı, siyasetin havası ölümcül, özgürlüğün seması kararmış, sanatın gözleri yaşlı, bilimin içi yanık, can ve namus ucuz. Kapınız çalınmadan...
(Halkın felahı ve ulemanın salahı)
Abdulkerim Suruş
İranlı büyük düşünür Abdulkerim Suruş, İran'da 12 Haziran 2009'da düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra patlak veren derin kriz sonrasında “İslam Cumhuriyeti” rejimine yönelik eleştirilerini arttırdı. Mevcut “cumhuriyet”in İslam devriminden sonra kurulan “cumhuriyet” olmadığı, siyasi rejimin hızla otokratik bir rejime, bir dinî istibdada evrildiğini söyleyen Suruş, İslam devriminin öncü entelektüellerinden biri olarak sorumluluğu yerine getiriyor. Suruş, 12 Haziran'dan bu yana İran'da İslamcı politikacılar, dinadamları, aydınlar, düşünürler ve kanaat önderlerinin yönetiminde faaliyet gösteren muhalif Yeşil Hareket içinde saygın bir yere sahip. Abdulkerim Suruş, zaman zaman İran halkına mektuplar yayınlayarak muhalif Yeşil Hareket'in ıslah ve ihya çabasına ivme kazandırıcı katkılar sunuyor. Bu mektupların sonuncusunda İranlı taklit mercii büyük ayetullahlara hitap eden Suruş, İran'da dinî istibdadın baskısı altında yaşamak yerine, Irak'ın Necef şehrine hicret ederek içtihad faaliyetlerine orada devam etmelerini istedi. İran'da yönetimin gayri meşru olduğunu savunan Suruş, tarihte Kaçarlar döneminde şahın milli iradeyi yoksayan tutumuna o dönemin taklit mercii büyük ayetullahların Kum'dan Necef'e hicret etme tehdidiyle karşılık verdiği hatırlatıyor ve bu etkili yöntemin İran'daki dinî istibdada gem vuracağını hatırlatıyor. Suruş'un bu mektubu yayınlanır yayınlanmaz başta Devrim Muhafızları olmak üzere muhafazakar ve tutucu dinadamları kuruluşları Suruş'u tekfir ettiler. Onu batının casusu, düşman gibi sıfatlarla tanımladılar. İran'da pek çok çevre, Suruş'un tekfir ve tehdit edilmesindeki bu acelecilik ve paniği, Suruş'un ulemaya çağrısıyla ilişkilendirdi. Saygın ve büyük ulemanın Kum'u terkedip Necef'e hicret etmesinin Tahran yönetimini çok güç durumda bırakacağı ve zaten ağır yara almış meşruiyetini tamamen ortadan kaldıracağı değerlendirildi.
Suruş'un bu çok önemli mektubunu Kenan Çamurcu'nun tercümesiyle yayınlıyoruz.
vaizimiz hakkın kokusunu işitmedi
işit ki bu sözü
huzurunda da söylerim, yapmam gıybetini
düşe kalka gidiyorum dost köye saba vakti
yol arkadaşlarından diliyorum himmetlerini
Kıymetli meşayih ve mercilere selam ve onlardan giriş izni talep ediyorum.
Halkın küçük kıyametinin ve büyük Yeşil Hareket'in yıldönümü yakınlaşıyor. İnsanların dosdoğru dinadamlarından beklentisi de artıyor. Bu hareketin mahpuslarının ve isyanın şehidlerinin ise din ve ilim şehsüvarları için bir mesajı var.
Biliyoruz ki siz, dinin kutupları ve direkleri, İslam Cumhuriyeti'nin mezaliminden nasiplerini alan mazlumlarsınız. Bu cair devletin mâsiyet ve mefsedeti yüzünden temiz adınız ve şeriatın pâk namı kirlenmiş olduğundan, zâhiren kederli, bâtınen öfkelisiniz. Alev almış sinenizi sabır suyuyla yatıştırıyor, “kesilip bir köşeye bırakılmış dil”iniz mırıldanan dudakların arasında “la havle” çekiyor ve “rabbi yesir” okuyor. Müridlerinizin ve mahremlerinizin “Bal vadettiniz ama sirke satıyorsunuz” yollu serzeniş dolu bakışlarından ve sorularından kaçıyorsunuz. Yalnız başınıza kaldığınızda Allah'a sitem ediyorsunuz: Allahım! Mercilik ve kutupluk verdin. Binlerce şükür! Ama neden bu çağda ve bu halde? Çünkü ne tenkit mecali var, ne de içtihad şevki. Hatta ilmî bir risale yazmak için bile özgürlük yok, zira hükümetin fetva ve fermanı öncelikli. Ne fıkhın itibar ve saygınlığı kaldı, ne de medreselerin kutsallığı ve bağımsızlığı. Hüccetler âyet ve âyetler gücün aleti haline geldi.
Neden içiniz kan ağlamasın ve kalbiniz yorulmasın ki, çünkü mağlup bir halde ve dehşet içinde afiyetin dar güzergahında ve sorumluluğun tehlikeli Riyakârlık, rüşvet yiyicilik, yalancılık, meddahlık, ağızları mühürleme, kalemleri yakma, haysiyetle oynama, âlimleri tezyif edip cahilleri el üstünde tutma, hurafe yayıcılık, hukuk tanımazlık, dehşet ve töhmet saçma, yağcılık, hilekârlık, ayrımcılık velayet darphanesinin sikkesi ve hükümetin üstün kuvvetidir.
Artık ne yargıda insaf ve adalet kalmıştır, ne Meclis'te tedbir ve şecaat, ne de hükümette güç ve liyakat. Muttaki önderlerin fasih tabiriyle, “Cahiller kadrü kıymet görüyor ve baş köşeye kuruluyor; âlimlerin ise ağzında gem var. (Nehcu'l-Belâğâ)
cahiller önder oldu
ve korkudan
âkiller başlarını kilimle örttü
Biliyoruz ki siz de istibdad iblisinin pençesinde esir olan, ne dudaklarında gülümseme, ne gönlünde mutluluk, ne sofrasında ekmek, ne defterinde ilim, ne yaşama sevinci ne de kalbinde derman bulunmayan hoş tabiatlı bu halka rahmet okuyorsunuz. Hüzünlü bir kalp ve yaşlı bir gözden gayri onlar için ne yapılabilir? Zabitler gülümsemelerini kaçırmış, muhafız vaizlerse imanlarını. Müfsitler ekmeklerini ellerinden almış, cahillerse marifet defterlerini parçalamış. Ne dürüstlüğün rengini görebiliyorlar, ne de adaletin çehresini. Ödevleri nasıl da ağır, ama hak tekneleri bomboş. Liderleri gece gündüz adalet urcevzesi[1] okur ve dünyaya sevgi ve yönetim dersi vermektedirler, ama kendi zindanlarını şekavet ve kasavetle tıka basa doldurmuşlar ve topluma yalan ve riya hastalığı bulaştırmışlardır. Korkusuz hakikat katilleridirler ve eliçabuk hürriyet hırsızları. Her nasihat sesini düşman sadası, her muhalefet nidasını ehrimen çığlığı sayarlar. Sanki onlar gayp âleminin tâvuslarıdır, başkaları ise garp âleminin casusları. Marufu inkar eder ve münkeri maruf görürler.
Siz dosdoğru dinadamları, zulme karşı mücadele veren tarzınızla İslam'ın mütebessim çehresi olabilir ve diyanetin ruh okşayan çağrısını şiddetten yorulmuş halka ulaştırabilirsiniz. Böylece sizin daima halkın yanında olduğunuzu, İslam namına ne kimsenin kuyusunu kazmadığınızı, ne de kendinize makam talep etmediğinizi bileceklerdir.
Velayet suyunu içen ve iktidara övgüler düzenlerin ne Hâlik'ın yanında yeri vardır, ne halkın nezdinde sempatisi. Ama siz, din emanetini taşıyan ve Peygamberlerin Efendisi'nin sünnetine varis olanlar, sizden beklendiği gibi halka ve Halik'a taahhüdünüze bağlı kalınız. Emin olun ki, bu ülkenin ne İslamiyeti, ne de istiklali egemen yankesicilerin parmaklarının bekasına bağlı değildir ve bu “matlub olmayan taliban”a arka çıkmak ne milletin hoşnutluğunu temin edecektir, ne de ulemanın haysiyetini.
Eksiklik maniası ve istibdadı, küstah ve elleri uzun sipahiler, yeni mercilik inşa edip merciliği ezip geçiyor. Resmen dimağ hatası olan “hiç bilmeme”yi merciliğin dayanağı yaptılar. Böylelikle Lider'e övgüde medhiye okuyabilecek, sine dövebilecek ve onu “kevser” olarak adlandırabileceklerdi. Öte yandan mercilik dimağının piştiği Liderlik Makamı'nın velayet postuna oturmanın şafağında ona karşı cesur davranan ve onu tenkit edip “ilimsiz fetva vermek”ten meneden nezih fakihi elim bir azaba düçar ettiler de hepiniz başınıza kilim örttünüz, fakihliğin ve merciliğin zayi edilmiş hürmeti karşısında kan kusup kızılcık şerbeti içtik dediniz ve sessiz sedasız yerinizde oturdunuz. Artık daha fazla adınızı ve namusunuzu sipahilerin kara heveslerine feda etmeyiniz ve istemeden de olsa dinî istibdadın hamileri arasında zikredilmeyiniz.
Büyük cihad sahasının cesur insanları dil kılıcını kınından sıyırdılar ve gasıp hükümete karşı ayaklandılar. Halka sevgi beslediler ve mutluluğu buldular. Şimdi sıra, siz korkusuz sessizlerdedir. Mahrumların ve mazlumların sizden beklentisi, hayal kırıklığına uğramış kalp ve perişan hal içinde oturup kalmanız, zorbaları alenen kınama konusunda sükut edip gizli saklı köşelerde, zorbaların korkulu rüyasının dergahında şikayette bulunmanızdan veya gizlice “dünyanın mürüvveti olmayan erbabının kapısı”na mesaj bırakıp cevap alamamaktan çok fazlasıdır. “Euzu” ve “la havle” ile iş yürümüyor. Rica ve talep etkisini kaybetmiş durumda. Zorbaların karşısında sükut etmek seslerini daha yüksek çıkarmalarına yarıyor. Görünen o ki, ne muvafakat reyiniz var, ne de muhalefet gücünüz. Öyleyse maslahat hicrettedir. Küçük cihad yapınız. “Tefrika eliyle gönül vermektir, zekice değil” Ağızları bağladıysalar da ayakları da kırmadılar ya. “Firar, peygamberlerin sünnetine aykırı değildir.” Haysiyetinizi bu uçurumdan tutup çıkarın.
yol olsa da korku dolu, bizden dosta kadar
gitmek kolay, menzilin son durağı olursan
Evet, çok pahalı bir iş ve çok tehlikeli bir yol, ama siz zorluktan sonra kolaylığı görünüz, güçlükten sonra ferahlamayı düşününüz. Gözleri sizde olan halkın felah ve salahını koruyunuz. Mustazafların zulme boyun eğmesine meleklerin ikazını Kur'an'da bir kez daha okuyunuz: “Melekler, kendilerine zulmedenlerin canını alacakları zaman onlara soracaklar: Ne haldeydiniz? Diyecekler ki, mustazaf ve güçsüz bırakılmıştık. Kendi diyarımızda vazifemizi yapmaya müsaade edilmemişti. Melekler cevap verecekler: Allah'ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya!” (Nisa 97)
Sakın ola Hazret-i Rabbul-Erbab, ceza günü mustazaf fakihlere kahredici hitabını yöneltmesin, özür yolunu yüzlerine kapamasın ve onları kötü akıbete mahkum etmesin.
bir yol hayırlı akıbete çıkar
bir yol da kötü akıbete
tercih senin
Hicret, dinî ve Kur'anî bir buyruk, medeni ve insani bir yöntem, zindandan kurtulmak ve zindan sahiplerini rezil etmek için bir yol arayışı olduğundan din âlimlerinin hayatında kayıt düşülmüş bir şeydir. Âlimlerin meşrutiyet döneminde ve modern zamanlarda İran'dan Irak'a ve Irak'tan da İran'a hicretleri güzel ve özgürlük talebi içeren bir sünnet olmuştur. Tepenizde dikilmiş bulunan “şahın albayları” mazlumca sessizliğinizi uzlaşma ve destek olarak yorumluyorlar. Hicretin yüksek sesi, bu şüpheli sessizliğin kilidini kıracak ve utanç verici teslimiyet vehmini giderecektir.
Necef'in Şii fıkıh havzası, kısa süreli durgunluktan sonra şimdi bin yıllık geçmişine dönmekte ve düşüncede tekrar kanat açmış bulunmaktadır. Necef şu anda Kum'u özgürleştirebilir, Kum ve Meşhed'de boyun eğmiş ve korkmuş olanlara kendi fekahet havzasının ferahlığıyla nefes aldırabilir. Bu sayede dinî ve tarihî risaletlerini cesaretle yerine getirebileceklerdir.
pençenin sesiyle anlatsınlar o hikayeleri
çünkü o kazanın saklanması coşturuyordu sineyi
Haramilerin, insan yiyenlerin ve müfsidlerin ordularından; dinî istibdadın zulmü, katli ve eyleminden; “İmam-ı Zaman'ın kötü şöhretli askerleri”nden korkmaksızın kurtların pençesine düşmüş Yusufların öyküsünü seslendirsinler. Hem istibdadın kubhunu anlatsınlar, hem de özgürlüğün hüsnünü. Dindarlığı özgür ve bol rakipli bir havada tecrübe etsinler. Yeni içtihadlarını maneviyata susamış olanlara göstersinler. Tabii ki “Irak ve Necef”, özgürlüğe aşık olanların kendilerini emniyette, özgür, elleri ve dilleri serbest hissedecekleri heryerin adıdır. Çünkü “Bu vatan Mısır, Irak ve Şam değildir.”
“Allah'ın habisi temizden ayırması ve habisin bir kısmını diğerinin üzerine koyarak cehenneme atması için...” (Enfal 37)
Sonra velayet suyunu içenler kalır; sultanların vaizleri, şeytanların hizmetçileri, “aşktan eser olmayan meşayih”, her sabah ve akşam saltanat sarayının kapısında secde eden ve kıbleye sırtlarını dönerek namaz kılan bayağı kişiler, gasıplarla oturup kalkanlar, gaspa uğrayanların kanına elleri bulaşanlar, “zalimin tokluğu ve mazlumun açlığı karşısında sessizce oturup kalmama”yı isteyen Halik'ın ahdini bozanlar. (Nehcu'l-Belâğâ, Şıkşıkiyye Hutbesi)
Halk da eline basiret eleğini alarak hâdimleri hâinlerden ayırır, Süleyman’ın mührünü ehrimenlerin elinden çekip alır, devleri hidivlerin tahtından indirir.
“O gün zalimler nedamet içinde parmaklarını ısırır; keşke peygamberle bir yol tutsaydım. Keşke falancayı dost edinmeseydim.” (Furkan 27-28)
Biliyoruz ki iktidarın yardakçıları, velayetin hizmetçileri ve dinî istibdadın ses, renk ve eylem yapısını besleyip büyütenler köşeleri doldurmuş ama kalpleri boşaltmış haldeler. Bu durumda eğer kibirli efendilik çadırı çökerse masiyetler ve mefsedetler bir yandan, düşmanlar ve yabancılar diğer yandan İran toprağını fethedecek ve dünyadaki tek Şii devletin kökünü kazıyacaktır. Ama bu, pörsümüş bir aldatma ve köhnemiş bir yalandan başka bir şey değildir. İstibdad temelindeki şekavet nizamı en beter mefsedet ve masiyettir; üzerinde rezil haşarat esnafının toplandığı habis bir ağaçtır ve ancak halkın yönetiminin neşe saçan baharıdır ki şiddet ve rezilliğin kuru hazanına hitam mührü vuracaktır.
Evet, vaktin mizacı yozlaşmıştır, yolkesenler ve haramiler pusuya yatmış vaziyetteler, ama İslam ulemasının da gönlü kavidir ve sakince hatırlamalıdırlar ki bu diyarın kadınları, erkekleri ve aydınlarının milli emeği, dinî gayreti, ıslahçı desteği ve vatansever taahhüdü asla bu aziz nişanı ehrimenlerin eline bırakmayacak ve İran'ı İranlılar için muhafaza edecektir.
Şii devlet ve onun yıkılma tehlikesine dair hikaye de bahane ve efsaneden başka bir şey değildir. Bu devletin, adaletin serdarı Ali'nin (a) yaşantısı, sünneti, üslubu ve şeriatıyla nasıl bir benzerliği var ki Şii ve Alevi olmaktan sözedebilsin! Ali nerede, cahillerin ikramı ve âlimlerin boğazı nerede? Ali, bizzat kendisi Hz. Peygamber'in defalarca şöyle buyurduğunu nakleder: “Zayıfların kendi haklarını kekelemeksizin güçlülerden alamadıkları bir toplum, temiz bir toplum değildir.” (Nehcu'l-Belâğâ, Malik Eşter'e mektup) Hakikat şu ki, mutlak velayet nizamı, bu kirli toplumu pişirmekten başka bir şeye muktedir değildir. Böyle bir toplumda temiz yargının hiç yeri yoktur, ama kasapların işi çoktur. Eleştiri yapanlar gadre, meddahlar ise kadre reva görülüyor.
baştan başa doğuların çölünde seng yok
yürek ve gözün kanından renk yok
Nasıl olur da devletin meşruiyeti Şii ve Sünni olmakla ilişkilendirilebilir? Meşruiyetin direği bir taneden fazla değil ve o da adalettir, bakiye ne varsa füruattır. İran İslam Cumhuriyeti, kaybettiğimiz fakihin (Ayetullah Muntazıri, rıdvanullahi aleyh) ifadesiyle şimdi ne cumhuriyettir, ne de İslami. Dinî ve Şiî sanılması ise hakikatin sahtesi ve yolun cefasıdır.
Her ne kadar mutlak velayet-i fakih ve onun asık suratlı İslam'ı, dindarların tamamını Müslümanlıklarından utanır hale getirmişse de muttaki dindar ve âlimlerin mütebessim, insanı okşayan, hak aşığı, hurafeden kaçan, aklı kabul eden ve aydın çehresi insanın gönlünü öylesine çeliyor ki hiçkimse ondan kaçmıyor ve imana karşı küfrü seçmiyor. “Aşkı meneden iddia sahiplerine rağmen” burada yine o değerli fakihin sözü bizim için hüccet olacaktır: Dinî istibdadın yokluğunda İran, eşit haklara sahip İranlılar ve vatandaşlara ait olacak, herkes ve her kavim kendi payı ölçüsünce baş köşede oturacak ve ikbalini görecektir.
“Küfrün hücumu”ndan da korkmak gerekmez. Dindarlar, kesin kanıtlara sahiptir. Fıtrat ve tarih onlarla birliktedir. Delil ve sebep onların hizmetindedir. Dört asırdır batıda dine en seçkin ve en ezici hamleler yapıldı ve yapılıyor ama kilisenin ışığı hala yanıyor ve “bu işyerinin aydınlığı eksilmedi.” Marifet düşünceli dindarlık kanatlanmıştır; tarih, felsefe ve din tefsiri alanlarında araştırmacı kitaplar çok daha iyi ve daha fazla olarak ülkemizden piyasaya sürülmektedir. Evet dinadamları artık önderlik edemiyor ve devletin çatısını şeriat sütununa oturtamıyorlar. Din kendi yerine oturmuştur. Ne işlerin üstündedir, ne de altında. Halk; modern bilim, sanat, felsefe ve eleştirinin ruhsat verdiği kadarıyla itikat ayağını diyanet kilimine uzatmaktadır. Kafirler küfür besler, müminler iman. “Müminler ikrardan mest, münkirler inkardan” Nihayetinde kalacak olanlar kalıyor ve gidecek olanlar da avuçtaki su gibi akıp gidiyor.
düşmanlar peygamberlere tuzak kurar
melekler buna karşı “rabbu sellim” çeker
varolan bu lambanın ışığını yak
hırsızların püfünden uzak tut
Demokrasinin baharı ve kibrin hazanı, tarihsel hallerimizdir. Yarınsa halkın küçük kıyameti ayağa kalkacak, din ötesi devletin şanına varılacak, halk yönetiminin güneşi doğacak, düşük karakterlilerin bayağılığı yerle yeksan olacak, dinî istibdadın zevali kutlanacak, manileri ve istibdadı görenlerin acısı zincir örenlerin ayağına zincir vuracak, hırka giyenlerin ve velayet pazarlayanların gizli hilesi ve kılıç-altın-tesbih teslisi aşikar olacak, mütekebbirlerin ve onların kapı kullarının mahcubiyet günü olacaktır.
Egemen gasıplar, vatanın toprağını suyunu istibdat hastalığıyla kirletmişler (ki büyük günahların en büyüğüdür) ve halkın eline ayağına bir dizi zulüm vurmuşlardır. Ardından hannas hatipler, depremin yakın olduğuna ve “ay yüzlülerin yırtık gömleği”nin zemini yırtacağına dair vesvese ve kuru gürültü çıkarmışlardır. Hırka giysililer de tezvir tuzağı kurmuş ve hokkanın tepesini açmış, etrafa hayal ve hurafe saçıyorlar. Dua ve euzu talim ediyor ve yağcılık piyasasını daha da parlatıyorlar. Düşüştei velayetin rüknünde yaşanan depremi görüyor ve gizliyorlar. Buna mukabil, tabiat depremi ve halkın mevhum günahları için heyecanlanıyor ve coşuyorlar.
Ama tarih gösteriyor ki Peygamber Aleyhisselam, halkı depremden korkutmuş ya da onlara yer sarsıntısına özgü bir dua öğretmiştir! Rivayetlerin ve eserlerin tanıklığına göre Peygamber'in sakındığı ve takipçilerini de sakındırdığı şey, “merhametsiz egemenlerin galebe çalması”ydı ve meclislerde okumadan çok az kalktığı dua şuydu: “Allahım! Haşyetinden nasibimize o kadar takdir et ki günah işlemeyelim (...) Biz merhamet etmeyen kimseleri bize musallat etme.” (Camiu'l-Ehadis, Celaleddin Suyuti) Yani takva ve tevhidin o büyük mualliminin bâtını gören bakışaçısından zalimlerin sultası, yer sarsıntısından yüz kere daha ürkütücüdür. Hakikat şu ki, Allah'tan dua ile bir şey istenmesi gerekiyorsa, o, işte bu merhametsiz egemenlerin devrilmesidir. Katletme, gasp, dehşet, tecavüz, yağma, sahtekarlık, tezvir, iftira, işkence ve idam Moğolları ve Taliban'ı mahçup etmiştir.
Bütün namaz kılanların ve Allah'a yakaranların her karanlık köşeden dualar yükseltmeleri; Rasül-ü Ekrem'in bu kelimelerini can levhasına ve dil sayfasına nakşetmeleri; alenen ve gizli, gece gündüz, evde ve sokakta, salavat ve münacatlarda, secde ve kunutlarda, her lehçe ve lisanla içtenlikle okumaları; Rahim ve Rahman olan Allah'tan, merhametsiz aşağılık egemenin gölgesini ümmet-i merhumenin tepesinden eksiltmesini, yaşlı gözleri ve kederli kalpleri aydınlatıp sevindirmesini istemeleri ne güzeldir.
Şairler, sanatçılar ve güzel yazı yazanlar da sanat borcunu bırakmalı ve çok bereketli bu kelimeleri levhalar ve sayfalar üzerinde divan ve eyvana, kitle iletişim araçları ve sanal ortamlara nakşetmeli; cümlenin usaresi ve belağatın sihriyle karıştırmalı, mazlumları mutlu ve zalimleri kör etmelidirler.
gonca gibi kıvrım kıvrımdır dünyanın işi
sen düğüm çözen ol bahar rüzgarı gibi
aşkını meye havale et yaşını almış ihtiyar gibi
iç ve beklemeye koyul Allah'ın rahmetini
Abdulkerim Suruş
Mayıs 2010
Kaynak: