Kadın mı? Müslüman mı?

Kadın mı? Müslüman mı?

Nazife Şişman'ın yorumu

Başörtüsü bütün simgeselliği ile her şeyin üzerini örtmeye devam ediyor. Kötü yönetilen bir yasak kaldırma sürecinin ardından, demokrasinin parti kapatmayla imtihanındaki en önemli sorulardan biri yine başörtüsü.

'Cumhuriyetin kadın hakları kazanımı' söyleminin ideolojik baskısı ve 'Türk usulü laiklik' koşulsuz beraberliğini devam ettiriyor. Bu nedenle Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan'ın 27 Mayıs darbesini devrim olarak niteleyen bir konuşmayla kutlaması tesadüf değildi. Rejimin bekasını önceleyen kadınlar için en büyük tehlike başörtülülerin kamusal alanda yer almasıydı. Bu hassasiyetlerini cansiperane eylemlerle izhar ettiler. Fransa'daki başörtüsü tartışmalarında kadın haklarını savunan bazı gruplar, başörtüsünün baskıcı niteliği üzerinde durmuşlardı. Devlet de yasakla kadınları baskıcı bir uygulamaya karşı koruduğu iddiasındaydı. Türkiye'de de benzer bir söylem söz konusu. Kadın hakları savunucuları, kadının ikincil kabul edilişinin bir sembolü olarak gördükleri için karşı çıkıyorlar başörtüsüne. Yasak taraftarları "bu din, kadınları örtüye sokarak kadınlara ayrımcılık yapıyor" derken, yasağa karşı olanlar "yasak erkeklere uygulanmıyor" diyerek aynı ayrımcılık ve hak söylemini kullanıyorlar.

Görüldüğü gibi başörtüsü yasaklarının kalkmasını kadın hakları içinden savunmak öyle sorunsuz bir durum değil. Çünkü belli bir kesim, başörtüsünü Cumhuriyet'in kadınlarla ilgili kazanımlarında bir geriye gidiş, kadın erkek eşitliği değerlerine karşıtlığın bir sembolü, kadınları sosyal hayattan tecrit eden ve erkeklere tabi kılan bir anlayışın göstergesi olarak kabul ediyor. Bu nedenle bu bakış açısından, değil başörtüsünü kadın hakları içinden savunmak, bizzat başörtüsü karşıtlığı üzerinden bir kadın hakları savunusu geliştirmek daha tutarlı görünüyor. Bu savunu esnasında başörtüsü ve baskı arasında kurulan hızlı bağlantı, çok işlevsel bir yer tutuyor. Hem İslam'ın kadınlar için ezici olduğu, hem de Müslüman kadınların pasif nesneler olduğu şeklindeki yargılar, örtü ve baskı arasındaki bağı güçlendirici bir öge olarak kullanılıyor. Ama bu kullanışlı gibi görünen bağlantının arka planına oryantalist önyargıların ve imajların hakim olduğu gerçeği pek dikkate alınmıyor.

Böyle olunca, başörtüsü gibi baskıcı olarak kodlanan bir pratiğin gönüllü olarak kabul edilebileceğine inanmakta zorlanıyor, kadın özgürlüğünü savunanlar. Çünkü, örtü ile dindarlık, örtü ile ibadet arasındaki ilişki dikkate alınmazsa, bir kadının 'gönüllü köleliği' seçmesi olarak tanımlanan bu uygulamaya bir açıklama bulamamaktan daha doğal ne olabilir? Başını örtmeyi 'baskı' ve 'kölelik' gibi negatif çağrışımları olan vasıflarla tanımlamaya kalkışınca, bir kadının başını örtmesini siyasi hedef ya da erkek baskısından başka bir gerekçeyle açıklayamama körlüğüne mahkûm olmak kaçınılmaz olur. Çünkü "yalnızca Allah'a kul olma"yı seçen inanan için, bir kadın ya da bir erkek olmanın, dünyevi durumun dışında nihai bir öneminin olmadığını anlamak da mümkün olmaz.

Sanayi sonrası toplumda kadın bir kategori olarak ortaya çıktığında ve kadınlar yeni bir toplumsal kategori olarak yer ve konum belirleme arayışına girdiklerinde, kurulu sistemle, hiyerarşilerle çatışma içine girdiler. Bu hiyerarşilerle hesaplaşırken dini de karşılarına aldılar. Çünkü bu aynı zamanda bir sekülerleşme süreci idi. İşte bu sebeple bu süreçte "kadın ve din", aralarında sanki zımni bir karşıtlık varmış gibi bir terkipte ele alınmaya başlandı. Dinlerin -özellikle tek tanrılı dinlerin- kadınları, erkeklere nazaran ikincil kabul ettiği; dinî uygulamalar ve bu kabule dayanan geleneksel anlayışın kadınlar için özgürlüğü kısıtlayıcı, eşitliği engelleyici bir neticeye yol açtığı şeklinde bir iddia açıktan dile getirilmeye başlandı. Bu ön kabul nedeniyle kadınların hak arayışı ile din arasında hep gerilimli bir ilişki varolageldi. 19. yüzyılın feministleri, kadın hakları ile ilgili bir mücadeleye girdiklerinde aydınlanmanın temel felsefesine yaslanıyorlardı. Yani artık Tanrı'nın insanlar için bir yol gösterdiği, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin bir üst merciden düzenlendiği bir anlayış kabul edilemezdi, onlara göre. Bu süreçte kadın haklarını savunanlardan pek çoğu dini tamamen reddederken, bazıları da erkeklerin tarih boyunca dini kadınlar aleyhine yorumladığı ön kabulünden yola çıkarak "Kadın İncili" yazdılar. Maria Magdelena'yı ön plana çıkaran, Tanrı'nın kendisini bir oğulda temsil etmesini eleştiren bir feminist yazın ortaya çıktı.

İlahiyat açısından bakıldığında Tanrı'nın bir erkekte, yani Hz. İsa'da tecessüm ettiği Hıristiyanlık anlayışının böyle bir tepki görmesini normal karşılayabiliriz. Fakat uhrevi olanı tamamen reddeden, kendi anlamlılığını kendisi bulmaya niyetlenen modern insanın diğer dinlere ilişkin tavrında da pek bir farklılık söz konusu değildir. 'Dinler kadınlar için ezicidir' anlayışı, kadının özgürleşmesi hareketinin temel kabullerinden biridir. Söz konusu din İslam olduğunda, bu kısıtlayıcılık ve "kadınların ezilmişliği" söyleminin arkasında koskoca bir oryantalist külliyat da yer alır. Böyle olunca, "kadın" olmak ile Müslüman olmak arasında tercihe zorlayan bir üst/üsttenci söylemle karşı karşıyayız demektir. Burada kadın derken, belli bir cinsiyette yaratılmış olmayı değil, bu cinsiyetten yola çıkarak tesis edilmiş bir kimlik olarak, özgürleşmek için bütün bağlardan kurtuluşu hedefleyen bir toplumsal kategori olarak "kadın"ı kastediyorum.

Bu üst/üsttenci söylem neye yaslanıyor? İster kadınların kurtuluşu, ister kadınların özgürlüğü hareketi denilsin, çizilen kadınlık tanımı dini, bağlayıcı, ezici bir kurum olarak kodluyor. Başörtüsü de bu eziciliği onaylayan, henüz kadın olma bilincini kazanamamış, kandırılmış kadınların bir uygulaması ve potansiyel olarak da diğer özgür kadınları ikincilleştirmesi muhtemel bir uygulama olarak kabul ediliyor. İşte bu sebeple Müslüman kadınlar, kadın kimliği üzerinden sigaya çekilir buluyorlar kendilerini. Çünkü onların tavrı, kadınlıkla alakalı son iki yüzyıldır gelişen cinsiyet temelli bir ideolojiye yaslanan özgürlük anlayışıyla çelişen bir durum. Hiyerarşileri yıkmayı kadın özgürlüğünün merkezine yerleştiren bir anlayışa karşı, yaratıcı ve yaratılan arasında bir hiyerarşiyi kabullenerek ta baştan bu cinsiyet siyasetinin dışına düşüyor Müslüman kadınlar.

"Kadın" üzerinden yürütülen siyaset böyle bir tarihsel arka plana sahip. Geç modern dönemin en belirleyici özelliği ise bireylerin "ben kimim?" sorusunu, kişiliği, kimliği inşa edici bir boyutta hayat tarzlarıyla bağlantılı olarak sürekli sormaları. Bu soruya cinsiyet üzerinden cevap vermek yaygın bir tavır. Müslüman kadınlar da bu soruya muhataplar. Ama onların farklılığını, soruyu hangi düzeyde cevapladıkları belirleyecektir. Soruyu hayat tarzı düzeyinde cevapladıklarında, yani "ben bir kadınım", hatta "ben tarih boyunca ezilmiş kadın sınıfının bir üyesiyim" diyerek cinsiyet temelli bir kimlik benimsediklerinde, yukarıdaki çelişkili konuma talip olacaklardır. Ama soruyu ontolojik düzeye yükselterek "ben bir kulum, bir Müslüman'ım" dediklerinde, kadın kimliğine hapsolmaya yol açan, "kadın mı, Müslüman mı?" tercihini dayatan boyutu aşma imkânı elde edeceklerdir.

Kaynak:Haber Kaynağı