«İskender Pala»ya Bir Şükran Hikayesi
Ağlarım ağlatamam,Hissederim söyleyemem,Kalbimin dili yok ki,Ondan o kadar bizarım ki...
Mehmet Erdil'in "İKİ DARBE ARASI" na yaptığı muhteşem yorum.
Söylenir, hissedilir, insanı duygulandırır.
İnsanlar ortak paydalarda birleştiği zaman işte böyle muhteşem şeyler söylerler.
Şahsi ihtiraslar yüzünden insanların birbirine reva gördükleri, anlatılamazların anlatıldığı muhteşem kitap hakkında yazılacak daha pek çok şey olacaktır.
Ahmet TÜRKAN - HABERNAME
«İskender Pala»ya Bir Şükran Hikayesi
Mahalle arasında laletayn bir nalburdu...
Mütevazı dükkanının rafları ne doluydu ne boştu...
Girişte çivi kasaları, yanındaki duvarda asılı hortumlar vardı. Ön tarafta bir kaç evye, yerde uzatılmış pimaş hortumlar bulunuyordu.
Yazıhane masası üzerinde her defasında farklı bir kitap olur, dükkana girdiğinizde kitabı açık fakat yüzükoyun masaya çevirili, duruyor görürdünüz. Bundaki hikmet, galiba tek tük de olsa gelen müşterisiyle ilgilenirken sahifeden ve olaydan kopmamış olmaktı...
Kirli sakallı hali, taranmamış saçları ve üzerinde kış boyunca aynı olan soluk renkli kabanıyla iflas eden bir tüccar görüntüsü veriyordu...
Zaten malzeme alıp “yarın getiririm” diyenlerin aylardır dükkanın önünden geçmediklerini söylüyordu.
O, Ömer Bey’di...
15 yıl önce bir okulda sadece yarım gün görev yapmış sonra babasının bu mütevazı dükkanını tercihle öğretmenliğinden her nedense sarfı nazar eylemiş, iyi bir edebiyatçı idi.
Hırpani bir görüntü sergilemesi acaba yapamadığı öğretmenliğine duyduğu özleme karşı bir protesto muydu.
O, bunu hiç bir zaman söylemiyordu.
Hafıza ve hatıralarında yüklü, dünya kadar şiirler, olaylar, yorumlar vardı...
Çok güzel konuşuyor, çok güzel değerlendirmeler yapıyordu.
Bulunduğu mekân itibariyle çamura düşmüş altın gibi cümlesi onun için tam da yerine oturacak, kendisi için hiç de iltifat sayılmayacak bir tâbir olurdu...
En güzel zamanım, kendisiyle birlikte bulunduğum ve kelimelerimizin, hararetli kelâmlarımızın havalarda uçuştuğu o sıcak yazıhane ortamıydı.
O beni tanıyor ben onu biliyordum. Ellerini iki yana açarak beni karşılaması benim de aynı şekilde mukabele edişim, samimiyetimizin ilk elden en büyük delili idi.
Bütün bunlara rağmen her defasında ona hep söylemek isteyip de söyleyemediğim önemli bir hususu bu kez anlatmaya karar vermiştim.
Bu sohbet, benim anlatımımla bir çok «YAŞZEDE»yi de anlatmış olabileceği bir roman vücuda getirme hakkında, “beraberce ne yapabiliriz?” muhabbeti olacaktı... Acaba bir şeyler yapabilir miydik birlikte?
Nihayet o gün geldi...
“Seni dinliyorum” dedi; çaylar peşpeşe bardaklarda dibini buluyordu. Zaten gelen müşteri de yoktu.
O, ne söyleyeceğimin merakıyla, ben de “nasıl başlayayım”ın hesabıyla cigaralarımızdan derin nefesler çekiyor, efkârla üflüyorduk sonra...
Aslında, ben ona “beni” anlatacaktım uzun uzun..
Eğer başlasaydık gece boyu sürecekti bu.
Y.A.Ş kararlarının tebliğiyle başlayacaktım işe, sonra devamında yaşadıklarımı, hissettiklerimi, çaresizliklerimi, özlemlerimi, duyduklarımı, tanık olduklarımı anlatacaktım...
O ise, bütün bu anlattıklarımı kalıba dökecek, ham madde mamül madde haline gelecek, okuyuculara sunulacak profesyonel tarzda bir eser vücut bulmuş olacaktı!
Nisyanla malül olan hafıza-i beşerin, bu vaka yı unutmaması lazımdı.
Yapabilir miydi? Anlatabilir miydi? Yazabilir miydi?
Kendi kendime hep bunları soruyordum...
Meselâ; son kez kapı eşiğinde eğilip botlarımın bağını nasıl çözdüğümü resmedebilir miydi sayfalara?
Teyzesinin kucağında üç yaşındaki çocuğumu yolcu ederken, otobüsün penceresinden bana bakamadığını bu yüzden yüzünü avuçlarına alıp nasıl da kapattığını ve ağlatarak ağladığını anlatabilir miydi?
Otobüsün hareket anında, onlara el sallayan mecalsiz kolumun havada bir oyana bir buyana mekaniki olarak her eğilişinde, yüreğimin aynı uyumla nasıl eğilip ağrıdığını, o ağrıyla bütün hücrelerimin nasıl acıdığını resmedebilir miydi ak sayfalara?
Sabahları mesaiye gider gibi kalktığımı ve kapıya her yöneldiğimde “hanım ben gidiyorum” diyip gidemediğimi yazabilir miydi?
Cıgaramın dumanını satılarında dondurabilir miydi?
Telefonlarımın neden sustuğunu, kapıma kimselerin neden gelmediğini, dostlarımın beni ne kadar da çabuk unuttuklarını anlatabilir miydi?
Akrabalarımın, kardeşlerimin neden böyle bir günde yanımda olmadıklarını, ablamın; “yapmasaydı da dincilik.... atılmasaydı” türündeki sözlerinin yüreğimde açtığı derin yaranın al rengini tonlayabilir miydi kağıtlara?
Tıpkı Koca şairin dediği gibi;
Ağlarım ağlatamam,
Hissederim söyleyemem,
Kalbimin dili yok ki,
Ondan o kadar bizarım ki...
Bu mısradaki kalbimin dili olabilirmiydi? Bunları o yaşamadı ki!
Bu yüzden olamazdı. O akşam kanaatim böyle olmuştu.
Ben ve benim gibilerin 19 yıldır biriken o kadar çok hikâyelerimiz vardı ki;
Hepsi yüreklerde kilitli ve saklı kaldı....
Benim her defasında “konuşmak paylaşmak istediğim önemli bir husus” dediğim bunlardı... Anlatamadım. Yine başka muhabbetlere dalmıştık.
Bir gün “İki Darbe Arasında” kitabını duydum. Allah 19 yılın hülasasını yaşayarak anlatacak birini, meğer bizim için ihraç ettirmiş...
Yani en azından ben böyle düşündüm...
Ve “İki Darbe Arasında” isimli bu hislerimize, hatıralarımıza tercüman olan güzel kitabın sayfalarında, kendimi ve her «YAŞZEDE»nin ayrı bir yanını gördüm.
Teşekkürler İskender PALA. Allah razı olsun.
Allah senin de, şu buhranlı günlerde savrulan yürekleriyle hepimizin de yar ve yardımcısı olsun.
19 Mart 2010 Cuma – Mehmet ERDİL