İdealleri uğruna hazineye el sürmeyen padişah

İdealleri uğruna hazineye el sürmeyen padişah

Tarihçi Yazar İsmail Çolak, Son Osmanlı Vahdeddin kitabı ile tarih sorgusuna devam etti. Yıllardır ideolojik kaygılarla insanlara yalan-yanlış bilgi verenlere sert çıktı. Sultan Vahdeddin'in hikayesini Moralhaber.Net'e anlattı.

Dursun Kabaktepe'nin röportajı

Tarihçi Yazar İsmail Çolak, Son Osmanlı Vahdeddin kitabı ile tarih sorgusuna devam ediyor . İsmail Çolak, yıllardır ideolojik kaygılarla genç nesillere vatan haini olarak tanıtılan Sultan Vahdeddin’in milletin kurtuluşunu düşünerek tahtını, tacını, saltanatını, devletini ve mülkünü feda ettiğini anlatıyor. 

Çolak, “Saray ve saltanat yıkılmış, ne çıkar! Vatan ve millet kurtuldu ya!” ifadesini kullanan Vahdeddin’in, babası Sultan Abdülmecid’den kalma elmaslı sorgucunu, som altından çekmecesini, o zaman 50 bin İngiliz altını değerindeki Hz. Osman’ın el yazması Kur'an-ı Kerim'in de içinde bulunduğu Topkapı’daki tüm Mukaddes Emanetleri ve hatta üzeri mücevherlerle kakmalı sigara kutusuna varana kadar her şeyi makbuz karşılığında teslim ederek  ‘Mukaddes Emanetler, ecdadımın Türk Milleti’ne armağanıdır! Devletin ve milletin malını ben nasıl alabilirim?’ dediğini anlatıyor. 'Sultan Vahdeddin'in Osmanlı hazinesine el sürmeye tenezzül bile etmediğini belirten Çolak, "Yanına sadece 50 bin lira civarında bir para aldı. İtalya’nın San Remo kentinde 623 yıllık Osmanlı tarihinde görülmemiş bir şekilde borçları yüzünden tabutuna el konuldu. Cenazesi bir ay bekletildi ve sonrasında gizli bir operasyonla Şam’daki Sultan Selim Camii’ne getirilerek defnedi." diyor.

Bizde Tarihçi Yazar İsmail Çolak’ın “Tarihi, siyasiler, siyasi partiler, hükümetler ve bürokratlar değil, bırakalım tarihçiler, ilim adamları yazsın.” çağrısına kulak vererek  “Türkiye, korkularından ve ideolojik kaygılarından kurtularak gerçek Sultan Vahdeddin, Abdülhamid ve Osmanlı açılımı yapmalı. Genelkurmay’ın ve devletin arşivleri bu konuda çalışma yapmak isteyen tarihçilere açılmalı.” sözlerinin dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz.

Moralhaber.Net olarak Tarihçi Yazar İsmail Çolak’la Nesil Yayınları’ndan çıkan Son Osmanlı Vahdeddin kitabını, neden böyle bir çalışmaya gerek duyduğunu, Sultan Vahdeddin hakkında  topluma niçin yalan-yanlış bilgiler verildiğini, milli mücadelede neler yaptığını, ülkeyi neden terk ettiğini ve nasıl öldüğünü konuştuk.

 

GENÇ NESLİ GERÇEK TARİHLE TANIŞTIRMAK İSTEDİM
- Son Osmanlı Vahdeddin kitabını hangi gerekçelerle yazdınız?
Sultan Vahdeddin hakkındaki iddia, suçlama ve tartışmalara açıklık getirmek maksadıyla yazdım. Bir tarihçi olarak Vahdeddin’le ilgili farklı çevrelerin ve kişilerin mensup oldukları siyasi ve ideolojik görüşe endeksli olarak öne sürdükleri yorum ve tezlerden hareketle, tarihin nihai hükmünü öğrenmek ve ortaya çıkarmak temel çıkış noktam oldu. Türkiye’yi, insanımızı, aydın tabakasını, eğitim sınıfını ve özellikle genç nesilleri geçmişiyle yüzleşip barıştırmayı, gerçek tarihle tanıştırmayı amaçladım. Alternatif bir tarih ya da tez oluşturmayı değil, sadece gerçek tarihi aramayı ve yazmayı gaye edindim.  Zira Türkiye’nin 21. Yüzyılda dünya üzerinde hak ettiği yeri almasının ve kendi içinde ideal toplumsal barış ve istikrarı sağlamasının bir şartının da kendisi ve kimliği ile barışması, asli çizgisine dönmesi, ruhunu ve benliğini dokuyan kodlarla yeniden kuşanmasına bağlı olduğuna inanıyorum. Buna erişmenin bir yolu da Osmanlı’yla ve yakın tarihle barışmaktan ve köklerimizle kavga etmekten değil, bütünleşmekten geçiyor.

-Tarih ciddi arşiv araştırmaları gerektiren bir dal olduğu için siz kitabı yazarken hangi kaynaklardan yararlandınız? Çalışmalarınız esnasında zorluklarla karşılaştınız mı?
Mümkün mertebe ana kaynaklara, arşiv belgelerine, o dönemin,  yaşanan olayların aktörü ve şahidi konumundaki mühim şahısların hatıratlarına dayanarak yazmaya gayret ettim. Yanı sıra araştırma-inceleme ve telif eser niteliğindeki muteber kaynaklardan da faydalandım. Kısacası tarihçilerin benimsediği, referans kabul ettiği tüm ilmi literatürden faydalanmaya çalıştım. Vahdeddin konusunu ilmi ve tarihi anlamda daha da berraklaştırmak için kaynaklar noktasındaki en önemli sıkıntımız şu oldu: Konuyla ilgili Osmanlı arşivlerinin ve Genelkurmay arşivlerinin henüz tam manasıyla tasnif edilip, tarihçiler ve araştırmacıların istifadesine sunulmaması. Bir de bizzat Vahdeddin’in ve yakınlarının yayımlanmış bir hatıratının bulunmaması. Ölümüne kadar yakınında bulunan eski Bahriye Nazırlarından ve padişahın sırdaşlarından Yaver Avni Paşa’nın Vahdeddin’in ağzından kaleme aldığı hatıratın akıbeti meçhul ve henüz yayımlanmış değil.  Keza kızı Sabiha Sultan’ın hatıraları ve Şerif Paşa’nın tuttuğu notlar da müstakil bir çalışma olarak hâlihazırda yayımlanmadı.  

TÜRKİYE  SULTAN VAHDEDDİN VE ABDÜLHAMİD GERÇEĞİ İLE YÜZLEŞMELİ
-Türkiye’nin önemli tarihçilerinden biri olarak yakın tarihin şeffaflaştırılması için devletten, Vahdeddin ve Abdülhamid açılımı yapmasını istiyorsunuz.  Neden böyle bir açılıma ihtiyaç var?

Önce de ifade etmeye çalıştığım gibi Türkiye’nin Osmanlı, yakın tarih ve Vahdeddin gerçeği ile büyük bir soğukkanlılık, tarafsızlık, ilmi ciddiyet ve insani-vicdani duyarlılıkla yüzleşmesi, barışması ve doğrusu-yanlışı, günahı-sevabı ile kabullenmesi için bu açılım elzem, hatta zaruret. Resmi tarihin yapay ya da ısmarlama tarihlerinden, ideolojik yaftalarından, basmakalıp klişelerinden, Osmanlı’yı ve padişahları düşman veya öcü gibi gösteren ezberlerinden artık beyinlerimizi ve nesillerimizi kurtarmamız lazım. Çünkü bunlar yıllardır, geçmişe düşmanlık duyan, tarihi ve kimliği ile kavgalı; köksüz ve tarihsiz bir neslin türemesine sebep oldu. Tarihi, siyasiler, siyasi partiler, hükümetler ve bürokratlar değil, bırakalım tarihçiler, ilim adamları yazsın. Hiçbir müdahale, dayatma ve sipariş olmadan tarihin, ilmin ve kaynakların öngördüğü bir disiplin ve metot dâhilinde yazılsın. Tarihi tartışmalı ve belirsiz bir alan olmaktan çıkaralım. Onu kavga aracı, siyasi-ideolojik cepheleşmelerin, hesaplaşmaların ve sürtüşmelerin silahı ya da kalkanı olmaktan çıkaralım. Bunlar şimdiye kadar bize hiçbir şey kazandırmadı. Bol miktarda zaman, enerji, kaynak ve insan kaybettirdi. Bir de tarih ve ecdat düşmanlığı. Gerçek Vahdeddin ile gerçek Abdülhamid ile ve gerçek Osmanlı ile tanışıp tokalaşmak, rejim ve devletin geleceği açısından bir tehlike oluşturmadığını anlamak; bu fobiden ve illetten azat olmak için şu an devlet ve toplum olarak bir tarih açılımına şiddetle ihtiyaç var.

İDEOLOJİK KAYGILARLA OKULLARDA ÇERÇEK TARİH ANLATILMADI
- Kitabınızla yıllardır okullarda anlatılan ve öğretilen Sultan Vahdeddin’den çok farklı bir portre çiziyorsunuz. Bu durum akıllarda şüphe uyandırıyor. Hangi Vahdeddin gerçek ve hangi tarih doğru?

Bunu ayırt etmek çok basit. Yıllardır okullarda okutulan, resmi tarihin ışığında yazılmış Vahdeddin portresinin çiziminde gerçek tarihin hükmü, ilmi veriler hiç kullanılmamış, kıymet verilmemiş, dahası kale bile alınmamıştır. Dolayısıyla ortaya ideolojik kurgulara ve siyasi kaygılara dayalı olarak yazılmış, hatta yazdırılmış yapma bir tarih, sahte bir Vahdeddin portresi çıkmıştır. Genç nesillere mektep sıralarında olan değil, olması ve lazım olan bir tarih anlatımı sunuldu. Sorgulanan, araştırılan, tartışılan gerçek tarih değil, inandırılması ve bilinmesi gereken bir tarih propaganda edildi, hatta dayatıldı. Ancak son yıllarda bu konuda önemli adımlar atıldığını, ciddi mesafeler alındığını da inkâr edemeyiz. Lakin henüz arzulanan noktanın epeyce uzağındayız. Bizim çizdiğimiz Vahdeddin portresine gelince; siyasi-ideolojik kaygılar ve önyargılardan uzak, mümkün olduğunca tarafsız ve ilmi bir bakış açısı ve metotla konuya yaklaştığınızda, genel kabul görmüş tarihi ve ilmi kaynakları referans kabul ettiğinizde ve her şeyden önemlisi sadece tarihin hükmünü bütün çıplaklığıyla gerçek doğru olarak onayladığınızda, ister istemez ortaya bilinmesi istenenden ve propaganda edilen Vahdeddin portresinden farklı bir portre çıkıyor.    

-Sultan Vahdeddin’in resmi tarihin ve ideolojinin kurbanı olduğunu söylüyorsunuz? Neden Vahdeddin kurban seçildi?
Evet doğru. Benim gibi birçok tarihçi, araştırmacı, aydın ve yazar aynı kanaati paylaşıyor. Kitabın önsözünde bunun altını çizdim. Vahdeddin’in en büyük talihsizliği, padişahlık döneminin, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi ile yeni Türk Devleti’nin kuruluş safhasına denk gelmesidir. Yeni cumhuriyet, varlığını ve dayandığı kaideleri Osmanlı’dan farklı bir eksene yerleştirmesinden dolayı, yeni devleti ve rejimi halka benimsetmek ve daimi kılmak için kendini, eskiyi unutturmak ve kalıntılarını silmek mecburiyetinde hissetti. Cumhuriyetle beraber değişen siyasi-ideolojik beklentiler ve tercihler istikametinde, tarihi bütünlük ve devamlılık içerisinde Osmanlı’ya, padişahlara ve bu çerçevede özellikle de saltanatın son temsilcisi Padişah Vahdeddin’e bakış, ciddi manada hasara uğradı, fobiye dönüştü. Daha da ötesi günah keçisi konumuna yerleştirildi, hedef seçildi. Resmî tarihin gadrine uğrayarak ağır salvo atışlarına maruz kaldı. Osmanlı ve saltanat düşmanlığından türeyen Vahdeddin düşmanlığı ilerleyen dönemlerde iyice kök saldı, üstelik tabulaştırıldı. Devletin ve rejimin emniyet sigortalarından birisi haline getirildi. Resmi bayramlarda ve törenlerde, eski rejimi ve Osmanlı’nın son dönemini kötüleme sadedinde Vahdeddin üzerinden bolca atış talimleri yapıldı. Acı ama bugüne gelene değin gördüğümüz manzara, sergilenen tutum bu oldu.

VAHDEDDİN’İN VATAN HAİNİ OLDUĞU İFTİRADIR
-Bu ülkede birileri yıllarca Sultan Vahdeddin’in vatan haini olduğunu, işgallere, işgalcilere tepki göstermediğini ve vatanı sattığını ileri sürdü. Peki, siz arşiv çalışmalarınızda nasıl bir padişahla karşılaştınız?

Vahdeddin’in İngiliz ajanı ya da uşağı olduğu, İngilizlerle gizli anlaşma imzalayıp vatanı sattığı ve ülkeyi İngiliz mandası haline getirmeye çalıştığı ve sonuç itibariyle de hain olduğu tarihi temelden, belge ve kaynaktan mahrum, asılsız bir söylentidir. Siyasi-ideolojik maksatlarla üretilmiş bir iddia ve iftiradır. Vahdeddin’in İngilizci görünme ve onlara yanaşma politikası, gerçekte öyle olduğundan değil tamamen kurnazlıktan, ince siyasi bir taktik ve söylemden ibarettir. Öyle ki, İngilizler bile onun bu siyasetini fırsatçı olarak değerlendirmiştir. İngiliz makamları Vahdeddin’i samimi ve gerçekçi bulmamıştır. İngiliz Yüksek Komiserliği memurlarından, baş tercüman Adrew Ryan anılarında, Vahdeddin’in İngilizlerle uzlaşmacı bir politika izlemesindeki gayesini, ‘Osmanlı Ülkesini kurtarabildiği kadar kurtarmaya çalışmak’ olarak açıklıyor. Ryan, şu hükmü de eklemeden edemiyor: ‘Padişah, diğer selefleri gibi iyi bir Türk ve vatanseverdir.’ Eğer Vahdeddin samimi olarak İngilizci bir politika izlemiş ve Anadolu’yu İngiliz mandasına sokmak için işbirliği yapmışsa; neden sonuç vermemiş ve İngilizler bu büyük fırsatı neden değerlendirememiş sorusu havada kalıyor. Söylem, resmiyetteki tutum ve duruştan, siyasi yollardan sonuca ulaşma çabalarından ötürü Vahdeddin’i eğer İngilizci, mandacı ve nihayet işbirlikçi bir hain yaftasıyla itham edecek olursak, Rauf Orbay, İsmet İnönü, Refet Bele, Halide Edip ve Bekir Sami Bey gibi Milli Mücadele’de önemli ve olumlu bir konuma yerleştirilen birçok kişiye de o dönemde savundukları kimi yanlış fikirler, görüşler, tezler ve sergiledikleri tutumlardan dolayı mandacı, Amerikancı veya İngilizci demek durumunda kalırız. Vahdeddin’in hainliğini ispatlamak için en kuvvetli delil olarak öne sürülen, Osmanlı Devleti’nin devamının ve toprak bütünlüğünün sağlanması karşılığında İngiliz mandasını onaylayan 12 Eylül 1919 tarihli gizli anlaşma ise külliyen uydurmadır. Okuyucularımız, konuyla ilgili tüm gerçekleri, belgeler ve ilmi kaynaklar eşliğinde Son Osmanlı Vahdeddin kitabımızdan okuyabilirler.

ECDADINA SÖVEN HARAMZADE YETİŞTİRMEK UĞRUNA 'HAİN' DEDİLER
-Vahdeddin’in ‘hain’ olarak anlatılması kimlerin işine yaradı ve bu propaganda ile neler amaçlandı?

Ülkemizde kimi yöneticiler, hükümetler, bürokratlar, aydınlar ve nihayet tarihçiler, Vahdeddin’in, tarihen öyle olmasa da bir müddet daha ‘hain’ olarak anılmasında devlet ve rejim hesabına büyük faydalar olduğunu yıllarca düşünüp savunabildiler. Bu durum belli ölçüde hâlâ sürüyor. Hâlâ ulusalcı-laik kesimlerde, derin devlet kanallarında bu direnç ve reaksiyon vardır. Bu kesimlerin egemen olduğu yönetimler, hükümetler, milli eğitim çevreleri, basın ve yayın organları Vahdeddin’e ne kadar hain dersek, ağır ithamlarla karalarsak devlet ve rejim de o kadar sağlamlaşır, uzun ömürlü olur zannettiler. Geçmişine, ecdadına söven, hakaret eden ne kadar haramzade yetiştirirsek o kadar saltanat tehlikesinden ve irtica vehminden kurtuluruz diye düşündüler. Az önce de ifade ettiğim gibi birileri onun hain olmasını devletin ve rejimin sigortalarından veya payandalarından biri haline getirmek, öyle göstermek istediler. On yıllarca bunun propagandasını yaptılar. Aslında tek dertleri yeni rejimle ve yönetimle birlikte elde ettikleri kendi konumlarını, menfaatlerini, rantlarını ve hayat tarzlarını korumak; siyasi, fikri ve toplumsal muhalefeti ve hareketleri kontrol edebilmek için baskıcı yönetimleri ve statükoyu sağlaştırıp meşrulaştırmaktı. Aksi olur; gençler, millet, aydınlar, kamuoyu ve tarihçiler, Osmanlı ve Vahdeddin hakkında olumlu düşünür ve sempatiyle yaklaşırsa, Osmanlı hayranlığı ve eski rejim hortlar; nihayetinde de devletin ve rejimin varlık temelleri sarsılırdı.

VAHDEDDİN MİLLİ MÜCADELE İÇİN KENDİSİNİ BİLE YAKTI
-Sultan Vahdeddin hakkında en büyük karalama konularından biri de Milli Mücadele konusu oldu. Sultan Vahdeddin’in Milli Mücadele’ye karşı duyarsız kaldı mı; yoksa yaptıkları görmezden mi gelindi? Biraz açıklar mısınız?

Evet, bu konuda şimdiye kadar kelimenin tam anlamıyla kara bir propaganda yapıldı. Bilgi kirliliği, akıl tutulması ve ideolojik bir körlük yaşandı. Tarihi gerçekler gizlenmeye, saptırılmaya ve görmezden gelinmeye çalışıldı. Bir defa Sultan Vahdeddin’in Milli Mücadele’ye karşı konumu ve tutumu ele alınırken, padişahın esir olduğu, İstanbul’un işgal altında olduğu, İngilizlerin ağır baskısı ve tehdidi altında bulunduğu gözden kaçırılıyor veya görmezden geliniyor. Bu ağır şartlar altında İstanbul’da Milli Mücadele lehine çok fazla bir şey yapılamayacağı, Ocak 1920’de Mebusan Meclisi’nin Misak-ı Milli’yi onaylaması ile birlikte acı bir şekilde görüldü. İngilizler, meclisi bastı, daha da fecisi İstanbul’u resmen işgal ettiler. Sultan Vahdeddin yine de şartlar ve imkânlar çerçevesinde elinden geldiğince vatanın ve devletin kurtuluşu istikametinde her tür tehlikeyi göze alarak büyük fedakârlıklar yaptı. Anadolu’da bağımsızlık mücadelesini başlatması ve bu amaçla Mustafa Kemal’i görevlendirmesi bile bütün günah ve kabahatlerini tek başına silmeye yeter. Varsa tabii... Diyebiliriz ki, Milli Mücadele için bütün gemileri, hatta kendisini bile yaktı. Bir sözünde bunu kendisi de ifade ediyor zaten. ‘Biz yandık ama devleti kurtardık’ diyor. O kadar ki, bugün kendisine yönelik ‘hain’ iddialarına ne yazık ki mesnet ya da malzeme teşkil edecek şekilde, İstanbul’da kendisini İngilizci gibi gösterip İngilizleri oyalayacak ve el altından gizlice Milli Mücadele’yi destekleyecek ölçüde akıllıca ve kurnazca bir danışıklı dövüş siyaseti, alternatif taktik ve stratejiler izlediği, tarihin hükmüne, ilmi bilgi ve belgelere itibar edenler için ortadadır. İdeolojik körlük, inat ve saplantı içerisinde olanlar için diyeceğimiz bir şey yok.

-Milli mücadeleyi desteklediğinin kanıtı nedir?
6 Eylül 1919’da İngiliz Morning Post Gazetesi’ne verdiği şu demeç, en başından beri Milli Mücadele’yi desteklediğinin vesikalarındandır: ‘Memleketimin halkı namusunu, hayatını ve evini kurtarmak için pençeleşmeye hazırdır!’ Amerikan Associated Press muhabirine verdiği 17 Aralık 1919 tarihli demeçteyse, bağımsız bir Türk Devleti’ni arzuladığını ifade etmiş, ‘Ümidim medenî bir Türkiye’dir. Doğu barışı, ancak Türkiye bağımsız kalmak şartıyla muhafaza edilebilir.’ Yunan ordusuna karşı 10 Ocak 1921’de kazanılan I. İnönü Zaferi karşısında, aylardır ilk defa gülecek kadar sevinmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu, kendisinin yaveri olan İsmail Hakkı Okday’ın tespit ve müşahedesi oldukça çarpıcı: ‘Sultan Vahideddin, öyle sanıldığı gibi Milli Mücadele’mizin düşman orduları tarafından yok edilmesini katiyen arzulamaz; bilakis zaferi dört gözle beklerdi.’ Büyük Zafer’in gerçekleştiği sırada ise kelimenin tam anlamıyla bayram yapmıştır. Yıldız Sarayı ve diğer sarayları muzafferiyet şerefine donattırmıştır. Ardından da Ayasofya Camii’nde mevlit okutmuş ve bizzat kendisi de katılmıştır. Kitabımızda etraflıca işlediğimiz konulardan biri de bu konudur, daha tatmin edici bilgi edinmek isteyenler kitabımıza müracaat edebilirler.

HER NAMAZINDA İSTANBUL İÇİN DUA ETTİ
-Vatanseverse; Anadolu’ya neden gitmedi ve halife olarak Milli Mücadele’nin başına niçin geçmedi?

Sultan Vahdeddin, aslında Anadolu’ya geçmek istedi, bu yönde yer yer teşebbüste bulundu. Fakat muvaffak olamadı, olamazdı da. Çünkü buna hem imkân yoktu, hem de kendisini bundan alı koyan birçok esaslı mani ve mazeret vardı. Özellikle İngilizler ve Yunanlıların, payitahtın, devletin ve hilâfetin ortadan kaldırılacağı; Osmanlıların İstanbul’dan atılacağı ve İstanbul’un resmen işgal edileceği istikametindeki caydırıcı tazyikleri, Sultan’ın bu tavrında belirleyici oldu. İngiliz gizli belgelerinde, İngiliz Hükümeti’nin, İstanbul’u işgal edip Osmanlı Devleti’ni yıkarak payitahtta, ‘Constantinopolitan State’ adıyla, Vatikan benzeri bir ‘Hilafet Devleti’ kurmayı plânladıklarına dair bilgiler var. Vahdeddin, San Remo’da kız kardeşi Mediha Sultan’a, söz konusu plânlarla ilgili korku ve endişelerinden şöyle söz ediyor: ‘Gitseydim, İstanbul, Rum’undu. Her namazımda dua ediyordum. İstanbul’u, dualarım muhafaza etti.’ Fakat burada şunu da göz ardı edemeyiz: Padişah Vahdeddin, Anadolu’ya geçemese veya geçme isteği, etrafındaki Tevfik Paşa ve Ahmed İzzet Paşa gibi devlet adamlarınca bilerek ya da bilmeyerek engellense de, en azından kendi yerine Milli Mücadele’nin başına geçmesi için oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi’yi, Nisan 1921’de, yani II. İnönü Savaşı sonrasında Anadolu’ya göndermeye teşebbüs etmiştir. Ancak Ertuğrul Efendi’nin, Mustafa Kemal Paşa’dan gelen 27 Nisan 1921 tarihli olumsuz telgraf üzerine geri dönmek durumunda kaldığı da gözden kaçırılmamalı. Vahdeddin ile ilgili bu sırlı olay hakkında Son Osmanlı Vahdeddin kitabımızda fazla gün yüzü görmemiş çarpıcı malumatlar mevcut.   

VATANI İSTEMEYEREK TERK ETMEK ZORUNDA KALDI
-Vatanı neden terk etmek zorunda kaldı? Kaçtı mı, kaçırıldı mı?

Yaptığım etraflı araştırma ve incelemeler sonucunda bu mevzuda ulaştığım kanaat şu: Vatanı isteyerek terk etmedi, terk etmek zorunda bırakıldı. İç savaş çıkmaması, devletinin ve hanedanın onur ve itibarını korumak için hicret etti. Üzerinde oluşturulan ağır baskılar, zorlamalar, tehditler neticesinde çok sevdiği vatanını terk etmeye mecbur kaldı. Bu hususta Ankara Hükümeti, Refet Paşa, hatta Vahdeddin ile değil Ankara ile işbirliği yapan İngilizler, İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri Komutanı Harrington büyük rol oynadı. Ankara Hükümeti’nin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa’nın takındığı sert tavır, onu ölümle tehdit etmeye varan tazyiklerinin etkisi büyük. İstanbul Hükümeti, Lozan’da yapılacak barış görüşmelerine katılma eğilimi gösterince, Refet Paşa 29 Ekim 1922’de saraya baskın yaptı. Paşa, Vahdeddin’den, İstanbul Hükümeti’ne son vermesini ve Ankara Hükümeti’ni tanımasını talep etmedi, resmen dayattı. Daha ileri giderek Sultan’ı, İstanbul’dan ayrılmaya ikna etmeye çalıştı. Bu gidişin geçici olacağını ve ortalık yatışınca tekrar dönebileceğini vaat etti. Aksi bir tutum sergileyecek olursa ölümle tehdit etti. Dolayısıyla, ne Ankara ne de Refet Paşa, Padişah’ın yurttan ayrılmasını engellemek için herhangi bir tedbire başvurmayı gereksiz gördü. Ankara’dan Refet Paşa’ya, ‘kaçmak isterse mani olunmaması’ emri geldi. Netice itibariyle Padişah’ın yurdu terk etmesine göz yumulduğunu, zemin hazırlanıp el altından tazyik ve teşvik edildiğini söyleyebiliriz. Kitabımızda konuyla ilgili şimdiye kadar dile getirilen iddiaların yanı sıra bilinmeyen birçok yönü de yeni bir tez olarak masaya yatırdık.

-Niçin İngilizlere sığındı ve İngiliz zırhlısını kullandı?
Kasım 1922’de Milli Mücadele sona erse de henüz İstanbul, İngilizlerin işgali altındaydı. Onların haberi olmadan ya da onlardan izinsiz bir şekilde İstanbul’dan ayrılmaya imkân yoktu. Payitahttan ayrılmak için deniz yolundan ve İngiliz gemilerini kullanmaktan başka emniyetli bir vasıta da mevcut değildi. Nitekim Milli Mücadele yıllarında, Ankara Hükümeti’nin çeşitli münasebetlerle Avrupa’ya gönderdiği temsilciler de hep İtalyan ve Fransız torpidolarıyla gidip geliyorlardı. Bundan bir müddet sonra vatandan resmen sürdüğümüz hanedan mensuplarını da yurt dışına Türk gemileri değil, yabancı gemiler götürdü. Dolayısıyla, ülkeden ayrılırken Vahdeddin’in bir İngiliz zırhlısını kullanmış bulunması, hain veya İngilizlerin adamı olduğu yargısını destekleyici bir delil teşkil etmez. Öyle olsaydı, Padişah Hicaz’da iken, Filistin, Kıbrıs veya Mısır’da ikamet etme doğrultusundaki ısrarlı taleplerini İngilizler, kolonilerin güvenliğini bahane edip resmen reddetmezlerdi. Yurttan ayrılmasının üzerinden henüz birkaç ay geçmesine rağmen Vahdeddin’i ‘istenmeyen adam’ ilan etmezlerdi. Sözüm ona İngiliz uşağı bir padişahı birkaç ay içerisinde hemen satmazlardı.

OSMANLI HAZİNESİNE EL SÜRMEYE TENEZZÜL BİLE ETMEDİ
-Giderken hazineyi yağmaladı mı? Yanında ne vardı?

Elinde fırsat varken ve etrafındakilerden ısrarlı teklifler gelmişken, Osmanlı hazinesine el sürmeye tenezzül bile etmedi. Kalabalık bir maiyet ordusuyla yurdu terk etmesine, sonu belli olmayan bir gurbet yolculuğuna çıkmasına ve paraya çok ihtiyacı olmasına rağmen, kendini bir ömür zevk ve sefa içerisinde yaşatacak ölçüdeki mal varlığını ve şahsına ait değerli hediyeleri bile hazineye iade etti, milletine bağışladı. Babası Sultan Abdülmecid’den kalma elmaslı sorgucu, som altından bir çekmeceyi, o zaman 50 bin İngiliz altını değerindeki Hz. Osman’ın el yazması Kuranı Kerimi’nin de içinde bulunduğu Topkapı’daki tüm Mukaddes Emanetleri ve hatta üzeri mücevherlerle kakmalı sigara kutusuna varana dek hepsini makbuz karşılığında devretti. ‘Mukaddes Emanetler, ecdadımın Türk Milleti’ne armağanıdır! Devletin ve milletin malını ben nasıl alabilirim?’ dedi. Tarihte benzeri görülmemiş bir dürüstlük ve fedakârlık örneği sergiledi. Yanında sadece 50 bin lira civarında bir para vardı. Bu para, beraberinde götürdüğü kalabalık ailesine ve saray görevlilerine ancak 1-2 yıl yetebilecek küçük bir miktardı. Çünkü sarayın sadece bir aylık masrafı 5 bin lira tutuyordu. Gurbetteyken söylediği şu söz onun için yeterliydi: ‘Saray ve saltanat yıkılmış, ne çıkar! Vatan ve millet kurtuldu ya!’

KİRLİ OYUNLARA AMAN VERMEDİ, SATILIK OLMADIĞINI İSPATLADI
- Yurt dışında İngilizler, İtalyanlar veya diğer devletlerin Türkiye için kurduğu oyuna geldi mi? Türkiye’ye ihanet etti mi?

Sultan Vahdeddin, yaklaşık üç buçuk yıllık gurbet hayatının hiçbir döneminde ne İngilizlerin ne İtalyanların ne de kapısını aşındıran diğer şahısların Türkiye aleyhindeki oyunlarına asla gelmedi. Ayaklarına serilen milyonlarca parayı, birbirinden cazip teklifleri gurbet hayatının en sefil ve çileli dönemlerinde bile reddetti. Devleti ve milleti aleyhine girişilen kirli emellere pabuç bırakmadı. Satılık ve hain bir insan olmadığını cümle âleme ispat etti. Hain olan ihanetini gurbette de sürdürmez miydi? Üstelik gurbetin hür ve serbest ortamında, önüne konan tekliflerin cazibesi karşısında. Hain olan bir insanın bu basiret ve haysiyeti göstermesi mümkün mü? Birkaç misal verelim: İngilizler, Şeyh Said İsyanı sırasında bir isyan bildirisi yazması için padişahı sıkıştırdılar. Şerefine gölge düşmeyecek şekilde bütün maddi ihtiyaçlarını karşılayacaklarını vaat ettiler. Bu amaçla Vahdeddin’in huzuruna çıkanlardan biri de eski İstanbul İşgal Kumandanı General Harrington idi. Yetmedi İngilizler, Hindistan’daki İsmaili mezhebinin temsilcisi Ağa Han’ı sahneye sürdüler. Ağa Han, İngilizlerin hegemonyasında kalmak için Vahdeddin’in halifelik sıfatından faydalanmak istedi. Devrik padişahın lâyık olduğu hayat ideal hayat şartlarına kavuşması için her türlü imkânı seferber edeceğini bildirdi. Vahdeddin’in bu çirkin tekliflere cevabı ne oldu? Hepsini de tereddüt etmeden geri çevirdi. Bununla da kalmadı; Ağa Han’ın bu ziyaretini Türkiye’nin Roma Temsilciliği’ne ihbar etti. Bu belge hain olmadığının bir tescilidir. Nihayetinde İngiliz Gizli Servisi, 19 Ağustos 1924 tarihli gizli raporda, Vahdeddin’in kullanılamayacağını onaylamak zorunda kaldı. Aynı şekilde İtalya Kralı Vittorio Emanuele ile faşist diktatör Mussolini de onu Türkiye aleyhinde kullanmayı başaramadı. Görüldüğü üzere Sultan Vahdeddin, çok sevdiği vatanından uzaklaştırılmasına, hak etmediği türlü muamelelere maruz bırakılmasına ve gurbet ellerde fakru zaruret içinde kalmasına rağmen hiç bir zaman devlet ve milletine ihanet etmeye tenezzül etmedi.

TABUTUNA HACİZ KONULDU BİR AY REHİN TUTULDU
-Son Osmanlı padişahı Vahdeddin nasıl öldü? Ölürken neler yaşadı?

Sultan Vahdeddin, vatana dönüş ümit ve hayalini hiç kaybetmedi. Bunu özellikle de kişiliğine yapılan saldırıları, şerefine sürülen lekeleri temizlemek için çok istiyordu. Bunun mümkün olamayacağını anlayınca da yakınlarına sık sık şu ricada bulundu: ‘Döndükten sonra benim hain olmadığımı anlatın!’ Ne acı ki, hayatının son anlarına kadar vatanını özlemle andı. Öldüğü gece bütün çevresini topladı, geç vakitlere kadar neşeli sohbetler etti. Geçmiş güzel günleri ve tatlı hatıraları anlattı. Maalesef ömrü, o günleri bir daha yaşamaya yetmedi. 1926 yılı 16 Mayıs gecesinde kalp krizi geçirerek, 65 yaşında San Remo’da dünyaya gözlerini kapadı. Hayatı boyunca yaşadığı talihsizlikler ölüm anında da yakasını bırakmadı. İtalyan esnafına ödeyemediği 120 bin liralık borçtan ötürü tabutuna haciz konuldu ve yaklaşık bir ay rehin tutuldu. 623 yıllık Osmanlı tarihinde ilk defa bir padişahın tabutuna haciz kondu. Öyle ki, ölümü üzerine açılan küçük çekmeceden çıkan 17 tane çeyreklik Osmanlı altını ile taşları sökülmüş Hanedan-ı Âli Osman Nişanı bile borcu kapatmada kıymetsiz kaldı. Haciz yüzünden Villa Manolya Köşkü’nde eşya kalmadı, İtalyan esnafı tarafından yağmalandı. Tarihimizdeki kara lekelerden ve hazin olaylardan biridir bu. Fakat burada, ayrıntılı malumatın kitabımızda yer aldığı fazla bilinmeyen esrarengiz bir olayın da ipucunu vereyim size: Vahdedin’in damadı Ömer Faruk Efendi ve saray görevlilerinin girişimleriyle İtalyanların hacizde tuttuklarını sandıkları talihsiz padişahın naşı gizli bir operasyonla kaçırıldı. San Remo’dan gemiyle Beyrut’a, oradan da trenle Şam’a nakledildi. Buradaki Sultan Selim Camiine defnedildi. Kabri hâlâ orada, sürgün ve gurbet hayatı yaşamaya devam ediyor.

-Sizce hain mi kahraman mı?
Bir tarihçi olarak arşiv belgelerine, ilmi kaynaklara müracaat ettiğimizde, vicdani ve insani bir duyarlılıkla meseleye yaklaştığımda hain demek çok ama çok zor. Büyük bir haksızlık, insafsızlık ve vicdansızlık olur. Üstelik hükümet ve harbiye çevrelerinden gelen muhalefete ve tepkilere rağmen, cumhuriyeti getirme, tehlikeli heves ve hırslar beslediğini bildiği halde vatanın ve milletin kurtuluşu ve selametini düşünerek Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiğinden ötürü; tahtını, tacını ve hayatını korumanın peşine düşen değil; bilakis tahtını, tacını, saltanatını, devletini ve mülkünü feda eden, gerekli tedbirleri almayan bir hükümdar olduğu için belki de tenkit edilmeyi hak ediyor.

Tarihçi Yazar İsmail Çolak'ın Nesil Yayınları'ndan çıkan Son Osmanlı Vahdeddin kitabını almak için 0212 444 24 14 numaralı telefonu arayarak sipariş verebilirsiniz.
.

Moralhaber.Net

Etiketler :