GÖNÜLLER SULTANI 40 YIL ÖNCE ARAMIZDAN AYRILMIŞTI
Gönüller Sultanı merhum Mehmed Zahid Kotku tam 40 yıl önce bugün aramızdan ayrılmışlardı.
Gönüller Sultanı Mehmed Zahid Kotku 40 yıl önce bugün sevenlerini yasa bogarak vefat etmişlerdi.
Merhum M. Zahid Kotku'yu talebelerinden Doktor Metin Erkaya kaleme aldılar.
Dr. Metin ERKAYA
Lisede öğrenciydim. Okuduğum kitaplardan bir kâmil mürşidin gerekli olduğunu öğrenmiştim. Yıldız Mühendislikte okuyan bir ağabeyimiz (Rüstem Altınbaş) Hocaefendi'den bahsetti. Onların öğrenci kampı varmış, kampa katılmak için beraber İstanbul’a gittik. Ortaköy’de Abdurrahman Paşa Köşkünde kalıyorduk.
Bir pazar günü (9.7.1972) hadis dersi için İskenderpaşa Camii’ne gittik. Kendilerini ilk kez o zaman gördüm. Yüzleri aydınlık, uzunca beyaz sakalları pırıl pırıldı. Çok heybetli görünüyorlardı. İçimi bir heyecan kapladı, aklımdan her şey gitti. Gözlerimi ayıramıyordum, hayran hayran bakakaldım.
Bir ara içimden, “Acaba bana bakarlar mı?” diye düşündüm. Göz göze geldik. Tesadüf mü diye üç kez daha denedim. Her seferinde gözümün içine bakıyorlardı. Keşif sahibi bir zat olduklarını anladım. Ertesi hafta hadis dersinden sonra evde ziyaret ettik, ders tarif ettiler. Tarif edilmez bir sevinç içindeydim.
İstanbul Tıp Fakültesi’nde okurken, ilk yıllar İskenderpaşa Camii’nin yurdunda kaldım. Vefatlarına kadar da öğrencilik dolayısıyla İstanbul’daydım. Bu sebeple pek çok kereler huzurlarında bulundum. Uzaktan yüzüne bakmaya doyamazdık. Yakınında olduğumuz zaman, bakmaya cesaret edemezdik. Yanında iken aklımızda olanları unuturduk. Bir şey sordukları zaman zor cevap verirdik. Saatlerce otursak, yanından kalkmayı canımız istemezdi.
Çok merhametli ve şefkatli idiler. Özellikle hacca giderlerken çok duygulu olurlardı. O gün, genellikle İşrak namazından sonra, bazen caminin içinde, bazen dışında elini öpmek için sıraya girerdik. Hüzünlü ve yaşlı gözlerle herkese tek tek teveccüh ederlerdi. Elini öperken, çok yavaş bir sesle:
“—Cezâke’llàhu hayran kesîrâ” (Allah seni çok çok hayırlarla mükâfatlandırsın!) dediklerini duyardık.
El öpmeler bittikten sonra, ellerini kaldırıp dua ederlerdi. Duanın yarısına gelmeden gözlerinden yaşlar dökülmeğe başlar, sesleri ağlayımsı olur; duayı tamamlayamadan müsaade isteyip ayrılırlardı. Uzak bir yere gidecek şefkatli bir babanın, küçük çocuklarından ayrılması gibi bir hal içinde olurlardı. Müthiş bir sevgi ve şefkat nümûnesi idiler.
Bu sevgi ve şefkat, bütün davranışlarında görülürdü. Caminin içinde otururken, birisi gelse kulağına bir şey söylese; onu dinlerler, sıkıntısını gidermeğe çalışırlardı. Genellikle namaz çıkışlarında, problemi olanlar cami ile evin arasına sıralanırlardı. Herkesi tek tek dinlerler, uygun tavsiyelerde bulunurlardı. Kendisiyle görüşen kimse elini çekmedikçe, onun elini bırakmazlardı. Elini öptüğümüz zaman sıkıntılarımız gider, gönlümüz huzurla dolardı.
Mahallenin küçük çocukları caminin avlusunda beklerler, namaza gelirken elini öperlerdi. Bazen çocuklardan gecikenler olur;
“—Hoca Efendi! Hoca Efendi!” diye arkasından seslenirlerdi.
Arkasına döner, onları beklerdi. Elini öpmelerine izin verir, gönüllerini hoş eder, camiye öyle girerlerdi.
Müridlerine karşı çok sabırlı ve fedâkâr davranırlardı. Özellikle daha önceki şeyh efendilerden intikal eden ağabeylere ayrı bir müsamaha gösterirlerdi. Onların serbest davranışlarına, itirazlarına sabrederler, kaba ve yüksek sesle konuşmalarına tahammül ederlerdi.
Caminin yurdunda kalan öğrencilerle husûsî ilgilenirlerdi. Onlara yemek, meyva vs. gönderirler, bayramlarda harçlık verirlerdi.
Evine gelen ziyaretçilere de çok şefkatli davranırlardı. Bir tek kişi için bile müracaat etsek, kabul ederler; oturup ders tarif ederlerdi. Huzurunda bazen usül adab bilmeyen kimseler de olur; havadan sudan konuşurlardı. Onları büyük bir sabırla dinlerler, hoşuna gitmese de belli etmezlerdi. Ziyaretçiler fazla oturdukları zaman, rahatsız bile olsalar hissettirmezlerdi.
Bir keresinde Tıp’ta okuyan üç arkadaş (Servet, Sadık, Hüseyin) intisab etmek istiyordu. Namaz çıkışında elini öptük. Arkadaşların ders almak istediklerini kendilerine arz ettim. Evde müsait olmayan bir durum olmalı ki:
“—Necâti Efendi’ye götür, tarif ediversin!” buyurdular ve yürüdüler.
İçimden:
“—Keşke Hocamız tarif etseydi.” diye düşündüm.
Tam o sırada durdular, geriye dönüp bana:
“—El-vekîlü ke’l-asl” buyurdular.
Ben Arapça bilmiyordum ama, “Vekil asıl gibidir.” dediklerini anladım.
Zaman zaman Ankara’ya gelirler, M. Es’ad Coşan Hocamız’ın evinde misafir olurlardı. Akşamları çok zaman ağabeylerden birinin evinde sohbet olurdu. Hocamız yarım saat - kırk beş dakika sohbet eder, ardından Hatm-i Hàcegân ve zikir yaptırırdı. Sonra da intisab etmek isteyenlere ders tarif ederdi.
Annem de ders almak istiyordu. 1973 yılı Mayıs ayında, sabah saat 10 gibi M. Es’ad Coşan Hocamızın Kalaba’daki evine gittik. Bizi salona aldılar. Hocamız geldi, elini öptüm, oturduk. Biraz sonra kapı çaldı, erkek misafirler geldi. Annem hanımlar tarafına geçti. Annem şalvarlı ve yaşmaklıydı. Üzerinde atkısı vardı.
Hocamız Orhan Batı’ya:
“—Sizin hanımlar da zikir yapar mı? Bakın, köyden ders almak için gelmiş!” dedi.
O da cevaben:
“—Köylü hanımlar başka… Onlar İstiklâl Harbinde de çok fedakârlık yaptılar, bomba taşıdılar.” dedi.
Ardından Hocamız tekrar sordu:
“—Seçim çalışmaları nasıl gidiyor, Necmi ne yapıyor?” dedi.
O da cevaben:
“—Efendim, Emniyetle(!) dolaşıyoruz.” dedi, yaptıkları çalışmaları anlattı.
Sonra Hocamız hanımlar tarafına geçti, anneme ders tarif etti. Necmeddin Yüceler Amca’ya kahvaltı için davetli imişler. Bizi de götürdüler. Meteoroloji’ye yakın, villa tipinde bahçeli bir eve gittik. Başka misafirler de vardı. Kahvaltıdan sonra Hocamız Hatm-i Hàcegân ve sesli zikir yaptırdı. 100 Lâ ilâhe illa’llah, 300 kadar Allah, 100 defa da (Allàhümme salli ve sellim alâ şefîinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn) dedirttiler. Sonra dua ettiler.
Ders almak isteyenler Hocamızın önüne halka oldular. Geride duran başka kimseler de vardı. Hocamız onlara:
“—Siz buyurmaz mısınız? Bizim memlekette baklava yerken, tatlı bir şey yerken çevredeki kimseler de davet edilir.” dedi.
Onlar ev sahibiyle fısıldaştılar. Ev sahibi:
“—Efendim, onlar başka yerden dersliymiş.” dedi.
“—Eh, madem öyle, kendileri bilirler.” dedi, ders almak isteyenlere ders tarif etti.
Ondan sonra, biz müsaade isteyip ayrıldık.
İskenderpaşa Camii’nde cuma günleri öğleden önce yarım saat – kırk beş dakika, pazar günleri de ikindiden sonra bir saat Râmûzü’l-Ehâdis’ten hadis dersi yaparlardı. Hadis dersleri tevafuklarla dolu olurdu, herkes gönlündeki problemin cevabını alırdı.
1977 yılı baharıydı. Bir pazar günü hadis dersine M. Es’ad Coşan Hocamız’la beraber geldiler. Ders yaparken üzerinde oturdukları mindere M. Es’ad Coşan Hocamız’ı oturttular:
“—Bundan sonra dersi Es'ad yapacak!” dediler.
Sonra, kendileri de yanına, yere oturdular. O günden sonra, dersleri M. Es’ad Coşan Hocamız yapar oldu.
Yalnız bir seferinde M. Es'ad Coşan Hocamız Ankara'dan gelememişlerdi, cemaat de bekleşiyordu. Bir de baktık Efendi Hazretleri acele acele geldiler. Üzerlerinde entari vardı, ayakları da çıplaktı. Kırk beş dakika kadar ders yaptılar. O günden sonra bir daha ikindi dersi yaptıkları görülmedi.
Hocamız, Ekim 1979’da uzun süre kalmak üzere gittiği Hicaz’dan, ağır hasta olarak Şubat 1980’de döndü. Midesinde tümör varmış. Mart 1980’de Vatan Özel Hastanesinde ameliyat oldu. Midesinin üçte ikisini almışlar. Ameliyat başarılı geçmiş.
Ameliyattan önce bazı vasiyetlerde bulunmuş: Emr-i Hak vaki olur da vefat ederse, Süleymaniye Camii Haziresine defnedilmesini; mümkün olmazsa, İskenderpaşa Camii yanına defnedilmesini istemiş. “O da mümkün olmazsa, herhangi bir yere defnedersiniz!” demiş.
M. Es’ad Coşan Hocamıza da; kendisinden sonra irşad vazifesini yürütmesini, ilk fırsatta Anadolu’ya seyahat etmesini, büyük bir mâni olmadıkça İskenderpaşa Camii’ni terk etmemesini vasiyet etmiş.
Ameliyattan sonra genel durumu düzeldi. Hastaneye ziyaretçi kabul etmeye başladılar. 31 Mart günü okulda son sınavı verdikten sonra, Dr. Hanefi Demirtaş ile birlikte ziyarete gittik. Gelenlerle M. Es’ad Coşan Hocamız ilgileniyordu. Bizi içeri aldı;
“—Baba, Metinler geldi. Okulu bitirmişler…” diye Hocamız’a arz etti.
Hocamız sağ yanı üzere yatıyordu. Sol eli üzerinde serum takılmasından oluşan morluklar vardı. Bize doğru döndü, elini öptük.
“—Vakıf Gurebâ Hastanesi’nde çalışsınlar, gariplere hizmet etsinler!” buyurdu.
Bunun üzerine Ankara’ya, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gittik, Genel Müdür’le görüştük. “İhtiyaç yok!” diye bizi tayin etmedi. Hocamızın arzusunu yerine getiremedik.
Ameliyattan iki ay sonraydı (Mayıs 1980). Bir grup arkadaşla ziyarete girdik. Sokağa bakan odada, pencerenin önünde, bir divanda oturuyorlardı. Oturdukları yerden, karşı binanın duvarına yazılan sloganlar görülüyordu. Bize bir olay anlattılar:
“—Dün İzmit’ten bir efendi geldi. Seyyidmiş, elinde bir şecere vardı; onu okutmak için gelmiş. Bana dedi ki:
‘—Biz Ülkücüyüz, biz de şeriatı getireceğiz!’
‘—Namaz kılar mısın?” dedim.
‘—Kılmam...” dedi.
‘—Kur’an okumasını bilir misin?” dedim.
‘—Bilmem...” dedi.
‘—Bu halde nasıl getireceksiniz şeriatı?’ dedim.” buyurdular.
Sonra bize dediler ki:
“—Ne Ülkücü olun, ne Akıncı olun! Duvarlara yazı yazmakla rejim değişmez! Süleyman (Demirel) der:
‘—Yedi yüz bin askerimiz var, şu kadar polisimiz var...’
Bunlar isteseler anarşiyi hemen önlerler.”
Aramızda Bursalı arkadaşlar da vardı. Çıkarken onlar dediler ki:
“—Efendim! Konya’da arkadaşlar Akıncı Gençlik Derneği diye bir dernek kurmuşlar, Bursa’ya onun şubesini açmak istiyoruz; ne dersiniz?”
“—Kurmayın!” buyurdular.
Bu sözler Konya’ya ulaşınca, oradan gelen bazı arkadaşlar:
“—Efendim! Ağabeyler kurun dedi de onun için kurduk da... Şöyle de, böyle de...” diye bazı gerekçeler öne sürmüşler. Efendi Hazretleri de susmuşlar, bir şey dememişler.
Aradan bir kaç ay geçip 12 Eylül darbesi olunca, dernek yöneticisi arkadaşlar hep tutuklandılar. Bazıları ikişer yıl hapiste yattılar, Mamak’ta işkence gördüler. Efendi Hazretleri’nin çok önceden olayları sezdikleri ve ihvânını korumak istedikleri zamanla anlaşıldı.
6 Kasım 1980 Perşembe günüydü. Rahatsız olduklarını ve Hicaz'dan döneceklerini duyduk. Öğle namazından sonra, caminin avlusunda beklemeye başladık. Saat ikiye beş kala arabayla geldiler. Arabadan indirip tekerlekli sandalyeye koydular. Sandalyeyi kucaklayıp merdivenleri indirdiler. Çok bitkin bir haldeydiler. Başlarında örme bir takke vardı. Yüzleri sararmıştı. Hüzünlüydüler. Sakallarındaki o canlı parlaklığın yerini, gümüş renginde bir solukluk almıştı. Vücutları zayıflamıştı.
Merdivenlerden indirildikten sonra, o sandalyemsi şeyin içinden hafifçe sağa doğru döndüler:
“—Es-selamü aleyküm!” dediler.
Sesleri çok zayıftı. Eve götürüldüler. Bu kendilerini son görüşüm oldu.
Herkes çok üzgündü, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Hiç kimse doktorların dediklerine inanmak istemiyordu. Bu endişeli durum, 13 Kasım Perşembe günü yerini gözyaşlarına bıraktı. “Her gelen gitse gerektir!” dedikleri, kendileri için de vâki olmuştu. Acı haberi duyanlar camiye toplanıyorlardı. Caminin içinde herkes Kur’an okuyor, hazin bir sessizlik herkesi kuşatıyordu. Öğleden sonra gökyüzü de bu ağıta katıldı, hafif bir yağmur yağmaya başladı.
14 Kasım günü cuma namazından önce, Süleymaniye Camii’nin içi, dışı, avlusu ve çevre sokaklar, yollar cemaatle doldu. Yurdun hemen her tarafından ve yurtdışından gelenler görülüyordu. Üzgün fakat çok vakarlı bir kalabalık vardı. Hemen herkes sessiz sessiz ağlıyordu.
Cuma namazı kılındı. Cenâze namazını kıldırması için, Necâti Amca’nın gelmesi bekleniyordu. Caminin içinden çıkıp musallâya gelmesi kalabalıktan dolayı gecikince, bir ağabeyin arzusuyla orada bulunan başka bir hoca efendi cenâze namazını kıldırdı.
Namazdan sonra, tabut eller üstünde kabristanın kapısına doğru yönelince, pek çok kardeşimizin kendisini tutamayıp hüngür hüngür ağladıkları görülüyordu. İzdihamdan dolayı çok az kimsenin kabristana girmesine izin verdiler. Namaz süresince hafif hafif yağan yağmur hızlandı. Cemaat mahzun, boynu bükük camiden dağıldılar.
Ondan sonraki günler İskenderpaşa’da hatimler okunuyor, dualar ediliyordu. Cemaat suskundu, kimse çok fazla konuşmuyordu. Efendi Hazretleri’nden sonrası için genel bir açıklama yapılmamıştı. Sonradan öğrendiğimize göre, bazı ağabeyler tedbir olsun diye yeni durumu, yâni M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in irşad görevini, gizlemeyi uygun görmüşler. Bu arada, “Efendi Hazretleri bir mektup bırakmış da, 40 gün sonra açılacakmış da...” gibilerden yanlış haberler yayılıyordu. Bu durum kısa süre de olsa, birçoklarında şaşkınlığa yol açtı.
Biz de yurtta, öğrenci arkadaşlarla oturup, bu vazifenin kime verilmiş olabileceğini müzakere ettik. İlim yönünden, güzel ahlâk yönünden, bütün cemaatin sevgisini kazanmış bir kimse olarak, irşad görevinin Es’ad Ağabeyimiz’e verilmiş olabileceğine karar verdik. Hem zâten hadis derslerini yapsın diye, Efendi Hazretleri bizzat elinden tutarak kürsüye oturtmamış mıydı!..
Fakat maalesef, 40. günü Ankara’da Hacıbayram Camii’nde yapılan hatim duasına kadar, bu konuda sağlıklı bir bilgi edinemedik. O gün hatim duasından sonra, herkesin elini öpüp biat etmesiyle, M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in irşad vazifesi ilân edilmiş oldu.
Askerlik dolayısıyla ancak 4 Ocak 1981 günü İstanbul’a gidebildim. Sabah namazına İskenderpaşa’ya yetiştim. Cami dopdoluydu. Cemaatte bir canlılık vardı. Caminin içinde, sağ tarafta, müezzin mahfelinde sarıklı, krem renkli cübbeli, siyah sakallı, heybetli bir zât-ı muhterem oturuyordu. Eski Es’ad Ağabeyimiz’den çok farklıydı. Dua kitabından (Evrad) okudular. Sonra, Hatm-i Hâcegân yaptırdılar, dua ettiler. İşrak namazı kılındı. Cami çıkışında elini öptük, bağlılıklarımızı arz ettik.
İkindi hadis dersi çok kalabalıktı. Cemaat caminin avlusunu doldurmuş, caddeye taşmıştı. Namaz kılınırken, bir kısım cemaat ayakta kalmıştı. Hadis dersinden sonra cami avlusu bayram yeri gibiydi. Herkes birbiriyle musafaha ediyordu. Uzak yerlerden gelenler dostlarıyla, arkadaşlarıyla hasret gideriyorlardı. Ders alacak arkadaşlar caminin arka kısmındaki misafirhaneye götürülüyordu. Herkes coşkulu ve ümit doluydu.
Hocaefendimiz camiden çıkarken yol açıldı. El öpmek için yine sıraya girildi. Sorunları olanlar yine fısıldaştılar. Her şey Efendi Hazretleri’nin (Rh. A) zamanındaki gibiydi.
Efendi Hazretleri’ni (Rh. A) ziyaret etmek için Süleymaniye’ye gittiğimizde, pek çok ziyaretçiyle karşılaştık. Kabrin üzerine çimenler ekilmiş, çiçekler dikilmişti. Sanki sağlığında ziyaret ediyormuş gibi içimiz huzurla doldu, yanından ayrılmayı canımız istemedi. Hasret gözyaşlarıyla selâm verip ayrıldık.
Şimdi aradan 15 yıl geçti. M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz de aynı tarzda, herkese sevgi ve şefkatle muamele ettiler. Bütün Anadolu’yu dolaştılar, nerdeyse bütün ihvânı birer birer ziyaret ettiler. Özellikle yaşlılara ve Efendi Hazretleri’nin (Rh. A) döneminden kalan ihvâna sabır ve müsamaha gösterdiler. Onların itirazlarına, kırıcı davranışlarına tahammül ettiler.
Yoğun bir faaliyet içine girdiler. Efendi Hazretleri’nin (Rh. A) yapılmasını arzu ettiği pek çok şeyi gerçekleştirdiler. Caminin yanındaki evler satın alınıp cami genişletildi. Ankara’da ve başka şehirlerde de hadis dersleri yapıldı. Vakıflar, dernekler kuruldu; hizmetler yaygınlaştırıldı. Dergiler yayınlandı, yayınlanıyor. Şirketler kuruldu, okullar açıldı. Birçok yerde radyo yayınları başlatıldı. Cemaat büyüdü, genişledi; yurtdışına, başka ülkelere, başka kıtalara yayıldı.
Gençlerle yakından ilgilendiler; doktorlar, doçentler, profesörler yetiştirdiler. Yayıncılar, eli kalem tutan yazarlar, araştırmacılar yetiştirdiler. Çeşitli mesleklerde uzmanlar, işadamları yetiştirdiler. Sayıları yüz binlere varan, Hakk’a bağlı, kimseye eyvallah etmeyen, aydın bir topluluk oluşturdular.
Hocaefendilerimizin bu sevgi ve şefkatlerinin sonucu olarak, bugün yüz binler Mehmed Zâhid Kotku Efendi Hazretleri’ni tanıyor, eserlerini okuyor; hemen her gün ruhuna Fatihalar gönderiyor, himmetlerini taleb ediyor. Binlerce genç onun ismini taşıyor. Bu vesîleyle biz de kendilerini sevgi ve hürmetle anıyor, yoluna ve dergâhına bağlılıklarımızı arz ediyoruz.
01. 06. 1996 - Sincan / ANKARA
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.