'Erdoğan ve Türkiye'nin geleceği'
Türkiye'nin dış politikası, menfaatlerini yüzde 100 sağlamak için "ya hep ya hiç" kaidesine uymuyor. Tam tersine, izlediği politikada bir denge var.
Muhafazakâr eğilimli Cumhuri İslami gazetesinin 4 Temmuz 2010 tarihli sayısında, Bahram Golzade imzasıyla yayımlanan makalede şunlara yer verildi;
Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk hükümetinin son bölgesel ve küresel diplomasi ve politikasının yeni değişiklikler, eğilimler, taktikler ve bazen de yeni stratejiler içerdiği gerçeği konusunda asla kuşkumuz yoktur. Söz konusu diplomasi ve politikalar da genelde Türkiye'nin milli menfaatlerinin doğrultusundaki diplomasi ve politikalar olarak değerlendirilmiştir.
İran'ın nükleer meselesinde ara buluculuk yapması, Brezilya'nın desteğiyle Tahran deklarasyonunu imzalaması, Filistin krizinde özellikle de Gazze olaylarında dinamik ve anlamlı bir rol oynaması, daha dinamik bir mevcudiyet sergilemesi, Orta Doğu'da Arap ülkeleriyle daha yakın bir iş birliğinde bulunmak için çalışması ve diğer örnekler Ankara'nın izlediği yeni dış politikasının göze çarpan noktalarıdır.
Erdoğan'ın, PBS muhabirine verdiği son demecindeki bazı noktalara dikkat edin. Erdoğan, verdiği demecin bazı bölümlerinde bazı soruları şöyle cevaplandırdı:
"Türkiye, aynı Türkiye'dir. Hiçbir şey değişmedi. ABD'nin kaygılanmaması gerekiyor.", "Nehir kendi yatağında akıyor ve biz de eski nehirde yüzmeye devam ediyoruz.", "Biz, bugünden yarını düşünmeliyiz."
Bunlar, Türkiye Başbakanının demeçlerinin bazı bölümleri ve bu demeçler, Türk dış politikasının ABD'den uzaklaştığına ve müttefikliğinden çıktığına dair değerlendirmelerin temelini zayıflatıyor. Hiç kuşkusuz Ankara, milli menfaatlerini garantilemek ve sağlamak için her türlü politikayı izlemekten kaçınmaz.
Erdoğan, verdiği demecin başka bir bölümünde Tahran deklarasyonunun imzalanması ve İran'ın nükleer dosyasının açmazdan çıkması için gösterdiği çabayla ilgili olarak başka bir zarif noktaya değiniyor. Erdoğan, "Obama, benden müzakere etmemi istedi" ifadesini dile getiriyor.
"Benden istedi" cümlesi politika dünyasında özel bir anlam taşıyor. İster ABD olsun ister başka bir ülke, hiçbir bedel ödemeden, tek taraflı ve kendi menfaatlerini eksen alacak bir şekilde başka bir ülkeden ara buluculuk yapmasını isteyemez ve hiçbir ülke kendi menfaatlerini göz önünde bulundurmadan böyle bir talebi yerine getirmez. Bu sebeple Türkiye'nin, böyle bir diplomatik girişim karşısında ABD'den hangi imtiyazı talep ettiğini veya edeceğini bilmek gerekir.
Bu konuyu değerlendirirken ve meseleyle ilgili denklemi çözerken, Ankara'nın mevcut ihtiyaçlarını göz önünde bulundurup incelemek gerekir. Türkiye'nin, AB üyeliği ve Birliğin bu ülkenin üyeliğini kabul etmemekteki direncini kırmak için daha güçlü ve daha pratik bir desteğe ihtiyacının olması bunlardan biridir. Sormamız gereken soru şudur: Erdoğan, İran'ın nükleer meselesiyle ilgili olarak gösterdiği çaba karşılığında Obama'dan, Türkiye'nin AB üyeliğini hızlandırmak için Avrupalı müttefikleri ile gereken lobileri yapmasını istemiş olabilir mi? Bulunduğu taleplerden birinin bu olması ihtimal dışı değil.
Bu bağlamda, Erdoğan'ın PBS'ye verdiği demecin bir diğer bölümünden yardım alacağız. Erdoğan, söz konusu haber kanalı muhabirinin, Türkiye'nin AB üyeliği yolundaki engelleriyle ilgili sorusunu şöyle cevaplandırdı: "Üstümüze düşeni iyi bir şekilde yerine getirdik. AB üyeliği konusunda kararlıyız ve çabalarımızı sürdüreceğiz."
Dikkat edilmesi gereken konu şu ki Türkiye, verilen hangi görevi iyi bir şekilde yerine getirdi ki şimdi AB üyeliği yolunun açılmasını bekliyor.
Tüm bunların yanı sıra, Ankara'nın, Arap dünyasındaki daha etkin varlığı ve özellikle de Filistin-İsrail ile Şam- Tel Aviv meselelerinde ara buluculuk yapması söz konusudur. Bu konularda bugüne kadar yeterince tartışılmış, hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. Ankara hükümetinin Araplar arasındaki mevcut konumu, Arap dünyası ile ilgili çeşitli konularda eksen rol oynamayı kendisine amaç edindiğinin bir göstergesidir.
Şimdi yukarıda belirttiğimiz konular dikkate alındığında, Ankara'nın, ABD ile daha önce gerçekleştirdiği müzakereler ve sağladığı mutabakatları göz önünde bulundurmadan sadece Türk hükümetinin girişimlerine dayanmak ne kadar güven vericidir ve İran'ın milli menfaatlerini ne derecede garanti eder? Hiç kuşkusuz, Batı ile müzakereleri yürütmek ve anlaşmazlıkları gidermek için Ankara hükümetinin kapasitesi ve potansiyelinden yararlanmak gereklidir. Ancak sorulması gereken soru şu ki, yüzde 100 milli menfaatlerinin peşinde olan, uluslararası ve bölgesel bir itibar ile konum edinmeye çalışan Türkiye'ye güvenip dayanmak, İran'ın milli güvenliği ve menfaatlerini nereye kadar sağlar? Sebebi ne olursa olsun ve hangi zarurete dayalı olursa olsun, Türkiye'ye güvenmekten elde edilen menfaat son yıllarda Rusya ve Çin'e güvenmekten elde edilen menfaatten daha mı çok?
Belki de Erdoğan'ın PBS kanalına verdiği demecin diğer bölümlerine dikkat edersek ortaya çıkan soruların bazılarının cevaplarını bulabiliriz. Türkiye'nin İslamcı Başbakanı, ülkesinin gelecekteki stratejisini tek bir cümleyle şöyle özetliyor: "Türkiye'nin politikaları ve stratejilerinde hiçbir değişiklik yaşanmadı. Aynı yumuşak ve normal yoldaki hareketimizi sürdürüyoruz. Her zaman hedefimiz, modern dünyada yüksek standartlara sahip bir Türkiye'ye ulaşmak olmuştur. Biz, kuzeyden güneye ve doğudan batıya kadar tüm halklarla diyalogda bulunuruz."
Şimdi, İran İslam Cumhuriyeti hükümetinin dış politikasının ülkenin uzun vadeli hedeflerini ne derecede tanımladığına ve milli menfaatlerini gerginlikten uzak bir şekilde ne derecede sağladığına bakmak gerekir?
Unutmayalım ki Türkiye, her ne kadar Tahran deklarasyonunun uygulanması gerektiğini söylese ve her ne kadar BM Güvenlik Konseyinde İran karşıtı karar konusunda "Hayır" oyu kullansa da bu, Ankara'nın küresel ve stratejik politikasının etkilenmeyeceği anlamına gelmez ve bu ülke devlet adamları, ağır bedel ödeyerek sergiledikleri tutuma bağlı kalmayacaklar. Çin ve Rusya'nın bağlı kalmadığı gibi. Bölgede ve dünyada Türkiye için öncelik taşıyan şey, milli menfaatleriyle doğrudan bağlantılı olan diğer konulardır ve bu menfaatleri sağlandığı an dış politikasının perspektifi başka bir şekilde tanımlanacak.
Türkiye'nin dış politikası, menfaatlerini yüzde 100 sağlamak için "ya hep ya hiç" kaidesine uymuyor. Tam tersine, izlediği politikada bir denge var. Türkiye bölgesel dış politikasında, İsrail'in Gazze ile ilgili fazla isteklerinin karşısında direniyor ve aynı zamanda Tel Aviv ve Şam arasındaki ihtilafların çözülmesi ve iki ülkenin birbirine yaklaşması için çabalarını artırıyor. Uluslararası dış politikasında ise BM Güvenlik Konseyinin İran karşıtı kararı konusunda "hayır" oyu kullanıyor. Ancak aynı zamanda, ABD Başkanını temsilen İran'ın nükleer meselesi ile ilgili olarak Tahran deklarasyonuyla sonuçlanan bir çaba başlatıyor ve bunlarla beraber AB üyeliği konusunu ciddi bir şekilde takip ediyor.
BYEGM