Başbuğ mu Yoksa Koşaner mi?

Başbuğ mu Yoksa Koşaner mi?

Terörle mücadele konusunda ikisi de birbirini yalanlıyor. Peki ama biz kime inanalım? Ve terörle mücadele konusunda asıl yapılması gereken ne?

Prof. İhsan Bal, Koşaner ve Başbuğ’un, terörle mücadele konusunda söyledikleriyle birbirlerini yalanladıklarını, şu ahvalde yapılması gerekenin mücadelenin ana karargâhını Genelkurmay’dan alıp İçişleri Bakanlığı’na taşımak ve sivil iradenin denetimi, gözetimi, sevk ve idaresine vermek olduğunu söylüyor.

Son bir ay içerisinde yaşanan terör saldırıları, Türkiye’nin terörle mücadele stratejilerini daha kapsamlı bir şekilde gözden geçirmesine neden oldu. Kamuoyu, terörle mücadelenin farklı boyutlarının bulunduğu konusunda hemfikir olmakla birlikte bu farklı boyutların hangisine daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği konusunda derin bir ayrışma yaşıyor. Bir tarafta liberal politikaların ve açılım süreçlerinin daha fazla öne çıkması gerektiğini düşünenler, diğer tarafta ise güvenlik politikalarının sorunun çözümünde ana stratejiyi oluşturacağına inananlar kendi saflarını her geçen gün daha fazla sıklaştırıyor.

HEM GÜVENLİK HEM DE AÇILIM POLİTİKASI... İKİSİ DE BAL GİBİ OLUR

Bu tartışmada üçüncü bir yol daha var. Bu görüş, her iki politikanın da birbirinin alanını daraltmayacak şekilde, özgürlük-güvenlik sarkacının hassas dengesini koruyarak terörle mücadele etmeyi öneriyor. Tam da bu noktada özgürlük alanını genişletmeye çalışan bu anlayış, “güvenlikçi” kaygılara feda edilmemesi için güvenlik politikalarının da özgürlükçü, katılımcı, hukukun içerisinde ve sivil karakterde olması gerektiğini savunuyor. Ancak bu yaklaşımın gerçek manasıyla uygulamaya yansıtılabilmesi için daha önceki uygulamalarda yapılan hataların iyi tespit ve deşifre edilmesi; buradan hareketle terörle mücadelenin güvenlik sütununu içeren politikalarının kapsamlı bir revizyona tabi tutulması gerekir. Haddizatında neyin yanlış olduğu bilinmeden, yeni bir doğrunun üretilmesi tamamen tesadüflere bağlıdır.

Bir vaka, iki paşa, iki yorum...

Güvenlik politikalarında yanlışın nerede yapıldığını daha iyi anlamak adına halef-selef silsilesi içinde görev yapmış iki asker olan İlker Başbuğ ve Işık Koşaner Paşaların görüşlerine yakından bakmak iyi bir yöntem olabilir.

Her şeyden önce bu iki paşa da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst seviyesine çıkmış; terörle mücadelenin güvenlik boyutunda hem askeri stratejilerin oluşturulmasında, hem uygulanan politikalara alt yapı sağlanmasında, hem de alınan kararların icra edilmesinde uzun yıllar görev aldı. Son dönemde ortaya çıkan yeni kayıtlarla, bu iki genelkurmay başkanının terörle mücadele deneyimimiz konusunda ne düşündüğünü mukayeseli bir şekilde analiz edebilecek materyale sahibiz. Gerçi Koşaner Paşa’ya ait olduğu düşünülen, büyük bir olasılıkla karargâhında katıldığı bir kurum içi toplantıda yaptığı konuşmaya ilişkin ses kaydı hakkında henüz açıklama yapmış değil. Başbuğ Paşa ise emekliliğini müteakip gerek yazdığı kitap ve gerekse de 7-8 Ağustos 2011 tarihlerinde Milliyet gazetesine verdiği röportajla görüşlerini açıktan dile getirdi.

BAŞBUĞ'U TERÖRLE MÜCADELEYE BAKIŞI

Başbuğ’un terörle mücadeledeki görüşlerinin ana argümanı net: Güvenlik kuvvetleri üzerlerine düşeni doğru olarak yapmıştır; askerin terörle mücadelesinde hata aramak hatanın bizzat kendisidir! Bu konuda oldukça iddialı olan Başbuğ, “terör niye bitmiyor?” sorusuna verdiği cevapta “benim yanıtım TSK’nin bu hususta kendi üzerine düşen görevi yaptığı, ancak iki kritik alandaki gerekli önlemler başarıyla uygulanmadığı takdirde sonuç alınamayacağı merkezinde oldu” diyor. Başbuğ’un “kritik iki alanı” ise terör örgütüne katılımın önlenememesi ve dağdaki çözülmeleri hızlandıracak tedbirler alınmaması... Bu iki alanı devletin görevi olarak tanımlayıp TSK’nın görevi dışında tutan Başbuğ, mücadelede alana hâkim olduklarını ancak kendileri dışındaki ilgili birimlerin gereğini yerine getirmediğini düşünüyor.

KOŞANER'İN TERÖRLE MÜCADELEYE BAKIŞI

Başbuğ’dan görevi devralan Işık Koşaner Paşa ise, kendisine ait olduğu iddia edilen ve kendisi tarafından yalanlanmayan konuşmalarından anlaşıldığına göre durumu çok daha farklı değerlendiriyor. Zira Koşaner, açıkça “çok hata yaptıklarını” söylüyor. Koşaner Paşa epey bir eksiklik tespit etmiş olacak ki “halimiz kepazelik” diyecek kadar dilini dudaktan esirgemiyor. Koşaner’in konuşmaları tel tel dökülen bir terörle mücadele manzarası resmediyor. Zira Paşa, “eğitim ve tatbikatımız zayıf, emir komuta birliği sağlayamıyoruz. Sevk ve idarede çok zayıfız. Yollara, sınırlara mayın döşemişiz, sonra başıboş bırakıp gitmişiz” diyor. Hantepe, Gediktepe, Dağlıca baskınları gibi birçok terör saldırısının masaya yatırıldığı anlaşılan toplantıda, arka arkaya gelen özeleştiriler, TSK’nın terörle mücadelede sevk ve idareden, eğitim ve tatbikata kadar pek çok noktada mücadele hafızasının ve veri tabanının -mayınlarının yerlerinin unutulması gibi- noksanlıklar içerdiğini izaha tevil bırakmayacak berraklıkta ortaya koyuyor.

YENİ DÖNEMDE TERÖRLE NASIL MÜCADELE EDİLMELİ?

Terörle mücadelenin yeni dönemde özellikle güvenlik ayağının sivil akla, denetime ve bu kapsamda kolluğa -polis ve jandarma- teslim edilmesi fikrini yanlış bulan Başbuğ Paşa, bu duruma özellikle organizasyon ve eğitim farkları dolayısıyla karşı çıkıyor. “Kırsal alanda mücadele için buna uygun organizasyon ve eğitim olması gerekir” diyen Paşa, sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, ‘emir-komuta-kontrol’ en önemli konulardan birisi. Kilometrelerce alana dağılıyorsunuz. Böylesine bir alanda ‘emir-komuta-muhabere’ konusu çok önemli... Silahlı kuvvetlerin muhaberesi -teknik iletişim- ile mukayese edemezsiniz.”

Doğrusunu söyleyen hangisi?

Bir tarafta emir komuta birliğinin sağlanamadığını, sevk ve idarenin çok zayıf olduğunu söyleyen; diğer tarafta ise bunu çok mükemmel yapan bir TSK’nin olduğunu iddia eden iki komutan... Bir tarafta muhaberenin hayati öneme sahip olduğunu ve bu konuda TSK’nın üstüne olmadığını söyleyen bir komutan; diğer tarafta insansız hava araçlarıyla görüntülerin alınmasına rağmen ilgili birimler arasındaki muhabere eksikliğinden dolayı yedi askerimizi şehit verdiğimiz Hantepe baskını... Hatta medyaya yansıyan haberlere göre, “işte Hantepe’de İHA’nın görüntüsünde bile belli. Koştular içine girdiler değil mi? Seyreden var mı? Vardır herhalde. Adam da geldi el bombasını üzerine atıyor. Tam bir kepazelik halimiz” diyen bir diğer Genelkurmay Başkanı...

Hangisinin gerçeğe daha yakın bir bakış açısı olduğu tartışılır. Ancak, son 30 yıldır terörle mücadele serüvenini göz önünde tutarak, bu iki Paşa’nın görüşlerini alt alta koyduğumuzda, ikinci görüşün daha isabetli olduğunu neredeyse tüm toplum kabul ediyor olsa gerek. Ben de bu konuda kahir ekseriyetin daha doğru bir tespitle terörle mücadele konseptinde zaaflar olduğunu düşünenlerdenim. Zira Başbuğ Paşa’nın hataların başkalarında ve bilhassa sivillerde olduğunu ima eden yaklaşımın, kamuoyuna sızan son bilgiler de dikkate alınırsa ne inandırıcılığı olduğunu ne de ciddi bir savunusunun yapılabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle, tam da terörle mücadeleyi tekrar masaya yatırdığımız bu günlerde, güvenlik politikalarını yeniden revize ederken bu itiraf ve röportajlardan hareketle mücadelenin ana karargâhını Genelkurmay’dan alıp İçişleri Bakanlığı’na taşımak sivil iradenin denetimi, gözetimi, sevk ve idaresine vermek, doğru bir tercih olsa gerek. Mülki idarenin kontrolünde ve aynı zamanda mücadelenin adli boyutu da olduğundan savcılar ve kollukla -polis ve jandarma- birlikte hareket edilmesi mücadeledeki başarıyı artıracaktır.

Çünkü hala araziyi fiziki birlikler ve insan gövdesiyle kaplamaya çalışan, hatalarını görmemekte ısrar eden, sevk ve idarede çok büyük eksiklikler bırakan bir yapının, mücadelenin güvenlik boyutunu doğru bir şekilde götürmesi mümkün değildir; hatta bu yanlışta ısrar, daha büyük hatalara kapı da aralayabilir. Buna karşı, alan hâkimiyetini yüksek teknolojiye dayalı istihbarat ile sağlayan, buna uyumlu hareket edebilecek çeviklikte timlerle desteklenmiş proaktif bir mücadele, daha az insan kaybı, daha güvenli bir coğrafya ve her şeyden öte inisiyatifi ele geçiren bir güvenlik stratejisi demektir. Bu güvenlik stratejisi, aynı zamanda sivil gözetim, adli denetim, parlamenter kontrol ve toplumsal gözetime açık bir şekilde uygulanabilirse, 1990’lı yıllara geri dönüş ve insan hakları ihlalleri, işkenceler, kötü muamele, hukukun dışına çıkma gibi kaygıların önüne geçilebilir.

Şerden hayır çıkarmak

Böylesi bir yöntemin belirlenmesi durumunda, güvenlik alanının hak ve özgürlük alanlarını daraltması riski de azaltılabilir. Dolayısıyla mücadelenin önemli bir boyutu bir diğerine feda edilmeden eşgüdümlü şekilde uygulanabilir. Sanırım bu günlerde çokça tartışılan “baltaları çıkardık, tekrar savaşa mı gidiyoruz?” ya da “1990’lı yıllara geri mi dönüyoruz?” türünden sorulara verilebilecek en güzel yanıt, özgürlük-güvenlik dengesinde eskiden nerede hata yapıldığını ortaya koymak ve bu konuda bugün hangi noktada olduğumuzu tespit etmek olacaktır. Kamuoyuna yansıyan ses kayıtlarının şok edici tarafları olabilir, ancak Türkiye’nin doğru yönde adımlar atması bakımından, hataların birinci ağızlardan ikrarı, son derece değerli bilgileri içermektedir.

Moralleri bozmak yerine gerçeklerle yüzleşmek ve kendimizi kandırmak yerine aynaya bakarak gördüklerimizden ürkmeden geleceği çok daha rasyonel ve sağlıklı bir şekilde kurmak elimizde. “Her şerden bir hayır çıkar” sözünün hikmeti, terörle mücadele dikkate alındığında, bu olsa gerek...

Prof. Dr. İhsan Bal - USAK 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.