Babası şehit oldu, kendini yardım çalışmalarına adadı
Mavi Marmara şehidi Cengiz Songür’ün oğlu Beheşti İsmail Songür bir yıldan bu yana Pakistan’da insani yardım çalışmalaırna katılıyor.
Milat Gazetesi'nden Tülay Gökçimen, İHH ile kurban organizasyonu gerçekleştirmek üzere gittikleri Pakistan'da Mavi Marmara şehidi Cengiz Songür'ün oğlu Beheşti İsmail Songür ile, kendisi, babası ve Pakistan üzerine konuştu...
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
21 yaşımdayım. Aslen Konyalıyım. Fakat İzmir’de doğdum, büyüdüm. Eğitimin okulla sınırlandırılmayacağına inanıp, birazda gençlik hevesi ile liseyi bitiremeden hayata atıldım. Meslek lisesi çıkışlıyım, motor teknik ve torna-tesviye eğitimleri aldım. Mekaniğin mantığından anlarım. Güçlü bir sanayinin güçlü bir ülke anlamına geldiğine inanıyorum.
Hayata erken başladığımdan, erken zamanda hayata dair birçok gerçeğe şahit oldum. Türkiye’nin tamamına yakınını gezdim, insanlar üzerinde gözlemlerde bulundum. Bir kaç sitede köşe yazarlığı yaptım, deneme, makale ve roman denemelerim oldu.
İslam’ı biraz geç tanımış fakat tanıdıktan sonra çok heyecanlanmış biriyim. Kuvvetin birlikten geldiğine inanırım ve tabi ümmetin gücüne… Çabam da hep bu yönde olmuştur. Batı filozoflarını ve İslam üzerine sosyoloji okumayı severim. Özellikle dağ sporlarına meraklıyım.
Mavi Marmara Gemisi’nde şehid olan babanızdan ve ailenizden bahseder misiniz?
Bu soruya cevap vermeden önce Dr. Beheşti’nin sözlerini anmak isterim:
“Şehit verdik demeyelim, şehit kazandık diyelim.”
Cengiz Songür, 47 yaşında 7 çocuk babası, 5 torun dedesi ve binlerce dosta sahipti.
Ticari anlamda çok parlak işler yapamamış ama şükrünü tam tersine her zaman arttırmayı şiar edinmiş bir kişiliğe sahipti.
İnfakın insanı cennete götürcek bir yol olduğuna inanmıştır her zaman. Ki herkesin yastık altı yapmaya çalıştığı bir zamanda, cebindeki son yüz lirasının yarısını infak edecek kadar olgun bir kişiliğe sahipti.
Kendi deyimiyle; askerlikten sonra ciddi anlamda hidayet bulmuş ve bu heyecanla kendine okumayı yoldaş edinmiştir. Kitapları çok sever ve oluşturduğu büyük kitaplığı bunun şahididir. Ama yazı yazmayla fazla arası yoktur. İnsanlarla konuşarak gerçeği göstermenin ve herşeyin ötesinde örneklik teşkil etmenin, yani İslam’ı yaşayarak anlatmanın daha etkili bir yol olduğuna inanmıştı.
Akrabalık ilişkilerine önem verirdi. İslamı çalışmaların mahalle ve ev kitlesinden çıkıp daha fazla kitleye ulaşması için 40’lı yaşlarda dostlarıyla Özgün-Der’i kurarak buradan devam etmesini sağlamıştır.
Şehir dışından gelen birçok misafire ev sahipliği yapmış ve birçok eylem ve mitinge katkı vermişti.Türkiye’deki Filistin davasını çok önceleri fark etmişti. Ve bu yönde insanları bilinçlendirme çabasında bulunmuştu.Meydanların ve sloganların birçok yanlışı değiştireceğine inanmıştı. Ve İzmir’de olan çoğu eylemde organizatörlük yapmıştır.
Eşyanın tabiatını bilmiştir ve bu bilgi onun çok sade bir hayat yaşamasını sağlamıştır. Yirmi yıl boyunca tanıdığım Cengiz Songür’ün, ne yeni bir arabası olmuş, ne yeni bir motoru, ne yeni bir evi olmuş ne de çok yeni eşyaları. Motorsiklet binmeyi severdi. Geride bıraktığı mirası da biri 59 yaşında diğeri 44 yaşında motorlarıdır.
Mevla babanızın şehadetini kabul etsin inşallah. İsterseniz biraz da Pakistan’dan bahsedelim. Pakistan’da ilk ne zaman bulundunuz?
Pakistan’a ilk olarak 2010 yılında yaşanan sel felaketinde geldim. Bu felakette, açlıktan ve salgın hastalıktan ölen insanlara şahit oldum. Bir de sel felaketinden geriye kalan yetim çocukları gördüm. Felaket anne ve babanın canını almış, çocuklar ortada kalmıştı. Yani kocaman insanları yutan sel çocuklara zarar vermemiş de diyebiliriz. O an net bir şekilde şu soru takılmıştı aklıma: “Yoksa bu sınav bizlere mi? Kimsesiz kalan bu çocuklar, bizlere birer imtihan mı?” Aslında sadece bir hafta on günlük geldiğim bu coğrafya fikri olarak alt yapımda birçok unuttuğum gerçeğin gün yüzüne çıkmasını sağladı. Kendi vicdanımda büyükçe bir suçluluk psikoloji ile ülkeme geri döndüm. Ve bu gördüğüm gerçekler uzunca bir zaman yemek yiyemememe neden oldu. Mağdur o insan hallerini gördükçe ne kadarda az şükrettiğimizin farkına vardım.
Pakistan’da yaşamaya ve bu coğrafyanın insanlarına yardım etmeye nasıl karar verdiniz? Gelirken kafanızda neler vardı?
Müslümanlar bizlere hep şunları söylemişti: “Taş yerinde ağırdır.” Bizlerin bulunduğu coğrafyalarda her zaman bir şeyler yapmasını savunmuşlardı. Ama unutulan bir gerçek vardı ortada! Bizler bir ümmettik ve taş değildik. Durmamalıydık, duramazdık…16. ve 17. yüzyılda, özellikle Haçlı Seferleri’nden sonra batılı burjuva akımı; gücünü, yerinde durmayan, devamlı seyahat eden, insanları tanıyan, onların kültürünü bilen ve onların dini geleneklerini iyi tanıyan insan tiplemesinden alıyordu. Köyüne sıkışmış feodal, birçok kültür ve din görmüş burjuva karşısında sessizdi. Ve şu an dünyaya hükmeden kapital güç sınır tanımamakta. Birçok ürünü kıtalar sonra bile bulabiliyorsunuz. Batılı bir kafa sadece dünyevi çıkarlar için çıktığı bu seyahatlerde aslında bizlere de bir gerçeği göstermişti.“Müslümanlar birbirlerini unutmuşlar ve her zaman küçülen yapılar kaybolmaya mahkumdur…”
Daha önce Türkiye hatta İzmir ile sınırlandırdığım İslami çalışmaların daha da büyümesi için ilk olarak ümmeti tanımaya karar verdim. Daha birbirimizin dilini ve insani değerlerini bilmeden bütünleşemeyeceğine şahit oldum. Her şeyin de ötesinde, yeryüzünde İslam’ın hakim olmasını istiyorsak bunun ilk olarak Allah’ı ve sonrasında birbirimizi severek olacağına inandım. Ve işte altı aydır buradayım ve İHH İnsani Yardım Vakfı’nın partner kuruluşu Khubaıb Foundatınon’da çalışıyorum.
Peki, Pakistan şartlarına alışma sürecinizden de bahsedelim? Alıştığınız düzenden çıkıp farklı renklere sahip bir kültüre alışmanız zor oldu mu?
Can alıcı soru bu olsa gerek. Benim dışarıdan gelen insanlara nazaran çok daha kısa oldu adapte sürecim. Çünkü buranın en başta dışarıdan gelen insanlar için ilk sorun yemekleridir. Yemekleri oldukça baharatlı… Pirinç ve tavuk, en gözde yiyecekleridir. Kavun karpuz gibi meyveleri bile karabiber atarak yerler. Çayı da İngilizlerden kalma bir adet olarak sütlü olarak içerler. Türklerdeki gibi peynir zeytinle kahvaltı adeti yoktur burada. Türkiye’den getirdiğim peynir ve zeytini bir amcaya ikram ettiğimde bana şunları söylemişti:
-Siz nasıl yiyorsunuz bunları. Bu siyah olan şeyin adı nedir?
İlk başlarda biraz yadırgamıştım ama daha sonra gayet normal olduğunun farkına vardım. Çünkü kültürleri bu… Uzun zaman sonra siyah çay bulup içtiğimde insanlar beni yine yadırgamıştı “Nasıl içiyorsunuz onu öyle, kötü olur tadı “ dediler…
Halbuki bizim için ne kadarda normal, her gün olmazsa olmazımız çaydır. Kahvaltıda, yemeklerden sonra, muhabbet ortamında çay içmeden duramayız. Ama burada insanlar siyah çay içtiğim için benim damak tadımın olmadığını düşünüyorlardı…
İnsanların mimikleri bile farklıdır. Çok ilginç yüz mimikleriyle insanların anlaştıklarına şahit oldum.
Ben Pakistan’ı kısa sürede gezdiğim için kültürünü hızlı tanıma şansını yakaladım. Günlerce mango ve muz yiyerek beslendim.
Ama günlerin böyle geçmeyeceğini fark ederek yemeklerini yemeye başladım. Pakistan kültürünü tanımak ve bir Pakistanlının nasıl düşündüğünü anlamak için birçok şey yaptım. Onlar gibi şalvar giydim, kullandıkları yerel şapkalardan taktım. Yani buraya eğitim almak için gelen bir öğrencinin üç senede öğreneceği şeyleri ben altı ayda öğrenmiş oldum. Ve böyle olmasında da çok memnunum.
Pakistan’da İHH ve Khubaıb Foundatınon’ın ne gibi yardım faaliyetleri var? Sizin göreviniz nedir?
2005 yılı deprem felaketinden sonra zaten fakir bir coğrafya olan Pakistan’ın, çok daha zorlu bir sürece girdiğini görüyoruz.
Depremin bittiği andan itibaren asıl sıkıntılar başlamış. Aslında ölenler kurtulmuş desek herhalde tabir yerini bulur. Çünkü depremden sağ çıkanlar daha sonra çok daha zor imtihanlarla karşılaşmışlar. İçme sularının çekilmesi, soğuk hava şartları, salgın hastalıklar ve barınma ihtiyacının karşılamamasından dolayı ölümler, sakatlıklar ve psikolojik anlamda halkın ruhsal olarak aşırı şekilde çöktüğü gözlenmiş. Depremden hemen sonra bölgeye akın eden Hristiyan misyonerler, organ tacirleri, çocuk hırsızları bölge insanının ve yetimlerin korkulu rüyası olmuş.
Zaten kötü durumda olan halk daha yeni yeni kendini toparlamaya başlarken 2010 yılında ciddi bir sel felaketi daha oldu biliyorsunuz. Bu felaketle birlikte can kaybı yaşanmış ve geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlayan Pakistan halkının tekrar her şeyi gitmiş ve kimsesiz kalmışlar…
Geçtiğimiz aylarda büyük bir sel felaketi daha meydana geldi. Yalnız bu sene içerisinde olan sel 2010 yılında olan selden biraz daha farklı. Bu seneki sel felaketi muson yağmurlarının aşırı yağması sonucu meydana geldi. Ayrıca geçen seneye nazaran ekonomiye çok daha fazla zarar verdi. Çünkü Güney Pakistan genel olarak geçimini mango, muz, şekerkamışı ve pamuktan sağlamaktadır. Bu seneki sel felaketinde, bütün tarla ve araziler sular altında kaldığı için, Pakistan ekonomisi daha ciddi bir yara almıştır. Sel anında çok fazla can kaybı yaşanmamış fakat selden sonra ortaya çıkan salgın hastalık ve içme suyu sorunu yüzünden ciddi ölümler yaşandı. Son yaşanan felaket Dünya basını ve Türk medyasında fazla yer bulamadığı için, yeterli miktarda yardımda gelmemiştir.
Peki, siyasi süreç nasıl işliyor?
Siyasi olarak Pakistan karışık bir ülke diyebiliriz. Eyalet sistemi ile yönetilir. Her eyaletin kendi parlamentosu var. Ciddi anlamda halkın iyiliği için çalışan insanlar gelmemiştir bu ülkenin başına.
Siyasi olarak bir cemaati arkasına alan parti o cemaatin bütün oylarına sahiptir demektir. Çünkü cemaatler geniş kitlelere hitap ediyor.
Biz Sindh Eyaleti’ni dolaşırken bir çok duvarda, yol kenarında, dükkanların camlarında Benazir Butto’nun fotoğraf ve afişleriyle karşılaştık. Neden hala sokaklar Butto’nun resimleri var?
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki Benazir Butto hakkındaki bilgim araştırmaya değil duyduklarıma dayanıyor.
Pakistan’da öldürülen Butto, aile olarakta siyasi geçmişi olan bir aile. Babası da aynı şekilde siyasetçi. Çok geniş arazilere sahipler. Varlıklı bir aileden gelir Butto. Özellikle Sindh Eyaleti’nde Benazir Butto sevilen bir isimmiş. Ve Pakistan yararına bir şeyler yapmaya çalışan bir kadın olduğu söylenir. Ama bildiğiniz gibi bir suikasta kurban gitti. Bazıları onu kocasının öldürdüğünü söylüyor, bazıları ise Hindistan tarafından yapıldığını öne sürüyor. Pakistan People Party’nin sevilmesi de Benazir Butto’dan dolayıdır. Geniş kitlelere sahiptir. O yüzden Sindh Bölgesi’nde birçok yerde Butto’nun resimlerini görebilirsiniz.
Pakistan’da eğitim durumu nedir? Bir de birçok dilin konuşulduğu söyleniyor…
Pakistan’da ilim, dini eğitimler, medreseler aracılığı ile hala yeni nesile aktarılmaya çalışılıyor. Ama artık medreseler bile yetmemeye başladı.
Modern bilim eğitimleri ise yok denecek kadar az. Okuryazarlık oranı çok düşük. Çoğu insan ömründe hiç okuma yazma bilmeden doğuyor, yaşıyor ve ölüyor gördüğüm kadarıyla… İngilizce bilme oranı yüksek ama bu eğitimden değil, İngiliz sömürüsünden kaynaklı. Batılı ülkeler bunun farkında olduğu için özellikle buralarda okullar açma çabasındadır. Ve yegane sebebi sadece misyonerlik çabası… Özellikle halk cahil bırakılmıştır burada, sömürülmesi kolay olsun diye sanırım.
Pakistan’da Urduca, İngilizce, Peştuca, Pencabi, Hindiko, Siraiki ve Farsça gibi çok çeşitli diller konuşuluyor. İsimleri yabancı olduğu için fazla aklımda utamıyorum. Ben burada İngilizce eğitimi almaya başladım, gezici ekipten olduğum için de Urducayı da söktüm diyebilirim.
Pakistan halkının Türkiye’ye bakışı nedir?
Pakistan halkı Türkleri çok seviyor. Türklerden, İngilizler gibi zarar gelmeyeceğini biliyor. Çünkü Osmanlı’ya dayanan bağlar var hala aramızda. Ve ayrıca İslam’a dayanan inançsal bağlar… Genel olarak Ortadoğu ve Pakistan’da Türkiye’yi örnek olarak görüyorlar.
Birçok kontrol noktasında polisler bütün araçları ararken ben Türk pasaportumu gösterdiğim için saygı gösterdiler ve yardımcı oldular. Yani kendi sınırındaki Çin ve Hindistan’dan daha çok Türkleri seviyorlar. Çünkü Türkler buraya herzaman için yardım etmeye gelmiş. Ama diğerleri burayı sömürmeye, madenlerini çalmaya ve insanını köleleştirmek için gelmiş. Osmanlı torunu olduğumuz için buradaki yaşlı nesil özellikle çok saygı duyuyor bize. Türk olduğumu duyan her yaşlı bana Osmanlı hakkında sorular soruyor.
Daha ne kadar burada kalacaksınız? Kendinize bir hedef belirlediniz mi?
Daha birkaç yıl buradayım. Pakistan’ı ve halkını çok sevdim. Bizden yardım bekleyen çok insan var burada. Gerçekleştirdiğimiz her kalıcı proje bana huzur veriyor. Bazen kendimi Himalayalar’da buluyorum. Dağları seyrederek tefekkür ediyorum. Bu böyle bir zaman devam etsin istiyorum. Hayırlısı ne diyelim…
Bizi Pakistan’da misafir ettikleri için Khubaıb Foundatınon’a, bize hem mihmandarlık eden hem de bu söyleşinin gerçekleşmesini sağlayan Beheşti İsmail Songür’e çok teşekkür ediyoruz. İsmail Songür’ü tanıdıktan sonra kendimize “neden onun gibi gençlerin sayısı bu kadar az?” diye sormadan edemiyoruz.
Tülay GÖKÇİMEN (Röportaj)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.