Av. İsmet Bahadır yazdı...
Mensuplarına bağlayıcı emir veren şeyhlerin irşada ehil olmayan, asıl vazifeyi bırakıp dünyalık peşinde koşan, maddi olanı manevi olana tercih eden şahıslar olduğunu ifade eden yazısının okuyucular nezdinde tepki ile karşılanması normaldir.
İlahiyatçı yazar Hayrettin Karaman bey, tarikatların fetva ve ictihat kurumları olmadığından, nefsi terbiye ile beraber gizli şirki de aşarak Cenab-ı Hakk’ a hakkıyla kul olunması ile sonuçlanacak bir sürecin muhatabı olduklarını, bu nedenle, kemale ermiş bir şeyhin laik bir ülkede şu partiye oy verin demesinin mümkün olmadığını ve yakışık almadığını ifade etmektedir.
Şeyhlerin isimlerini kullanarak şayia çıkaran ‘edepsiz’ ve ‘hırslı’ “sözde müritlerin” olabileceğini, Şeyhlerin yanılabileceğini, şeyhlerin günah işlemediği kanaatinde olmanın şirke düşürebileceğini, Allah Resulünün bile ictihadına dayanarak söz söylediğinde hata yapabileceğini, Mensuplarına bağlayıcı emir veren şeyhlerin irşada ehil olmayan, asıl vazifeyi bırakıp dünyalık peşinde koşan, maddi olanı manevi olana tercih eden şahıslar olduğunu ifade eden yazısının okuyucular nezdinde tepki ile karşılanması normaldir. İlahiyatçı Yazar Hayrettin Karaman bey, çok iddialı cümleler serdetmektedir.
Şüphesiz bunu yaparken ülkemizde hocaların hocası vasfının da etkisi olduğunu düşündürmektedir. İlimde otorite olduğu düşünülürse artık her konuda ahkam kesebilecektir. Ehliyetli olduğu konular olup olmaması önemli değildir. Önemli olanın bir konuda(fıkıh) ehliyetli, liyakatli ve otorite olmasıdır. Bu gerçekleştiği ve toplumda onayladığı zaman artık her konuda aynı derece de ehliyetli ve liyakatli imişcesine hareket etmekte ve kalemini konuşturmakta bir sorun yoktur. İmam-ı Gazali hazretlerinin felsefecilerin matematik ilmindeki kesin verilerden yola çıkarak, ilahiyat alanında da adeta kesin ve kati sonuçlara ulaşmış gibi görünmelerini eleştirmektedir. Onların matematik ilminde vardıkları kesin sonuçların, ilahiyat alanında geçerli olamayabileceğini, ancak felsefecilerin hem kendilerini hem de onların görüşlerini dikkate alanların matematik ilimde elde ettikleri kesin sonuçlardan hareketle, ilahiyat alanında da yeterli olabilecekleri varsayımı ile de helake sürüklendiklerini ve muhataplarını helake sürüklediklerini anlatır. Yazarın nedense Müslümanlara karşı müşfik ve merhametli olması gerektiğini, “onlar birbirlerine karşı merhametlidirler” ayetinin muhatabı olunmasının gerektiğini unutmuş görünmektedir. Enterasan ve bir o kadarda dikkat çekici olan husus şudur ki, yazarın laik bir ülkede şu ya da bu partiye şeyhlerin oy verin diyemeyeceğinden bahsederken hangi kimlikle böyle bir yasak koyduğu hususudur. Bu hususun sadece dar anlamda şahsi kanaati olarak bile ele alınsa böyle bir kanaate varırken nerede bulunduğu ve hangi sıfatla bu kanaate sahip olduğunun açıklanması gerekmektedir. Bu sonuca kendisinin laik karakterinin mi, yoksa dini karakterinin/kanaatinin yol açtığı önemlidir. Hangi sıfatla bu sonuca ulaşmıştır. Bu durumun bir vahamet olduğu açıktır. Hrıstiyan ve Yahudilerin cennete girebilmelerinin Allah(cc)’a iman ve doğru işler yapmaları halinde mümkün olduğunu, bu şartları yerine getiren Yahudi ve Hrıstiyanların Müslüman olmak zorunda kalmadan yani Yahudi ve Hrıstiyan vasıfları devam ederek ve Müslüman olmak zorunda kalmadan cennete girebilecekleri kanaatinde olan yazarımızın, Müslümanlara gelince bu kadar öfkeli olmasını anlamak mümkün olmasa gerektir. Müslüman alim ve kanaat önderlerine yada bir kısım mı demek lazım? Bu kadar ağır ifadeler kullanmasını nasıl okumak lazım.?
Yine bir makalesinde, Ali Bulaç’ ın kendisine hazreti peygamberin peygamberliğini kabul etmeden kişinin cennete girmesinin mümkün bulunup-bulunmadığı sorusu üzerine de , Avrupa da bir kısım Protestan rahiplerinin seksen kadarının altı meselede hazreti peygamberimizin peygamberliğini sorguladıklarını ve sonuç olarak deklerasyon şeklinde peygamber olduğunu kabul etmelerinden bahsetmekte ve anlaşılan bu yaklaşım ile de olabilecek bir önemli sorunda giderilmiş olmaktadır. Nihayetinde Hrıstiyanlar hazreti peygamberin peygamberliğini de kabul ettiklerine göre, cennete girmelerine bir mani kalmamıştır. Şüphesiz burada ince nokta, Protestan rahiplerinin halen “Hrıstiyan” olarak kalmalarıdır. Hz Peygamberin peygamber olduğunun kabulü onların “Müslüman” olmaları anlamına gelmemektedir. Sadece anlaşılan teknik bir kabul. Yazarın bu kadar geniş kabulüne mazhar olan bu kadar insan varken, ülkemizdeki bir kısım kanaat önderleri, özellikle mutasavvıf olanlar eleştiri oklarından kurtulamamaktadırlar. Tarikat şeyhlerinin eleştiri oklarından nasipdar olduğu bir metinde, elbette “edepsiz”,”hırslı”ve “sözde müritlerin” olması da kaçınılmazdır. Öyle ya kendisinin onaylamadığı bir metni şayia olarak yayınlayan müritler için farklı ne söylenebilir ki ? Daha güzel sıfatlar için ise onları da herkes için kullanacak değil ya. Hangi sıfatın nerede ve kim için kullanılabileceğini kendisinden daha güzel kim bilebilir. Kendisi fıkıh ilminde otorite olduğuna göre, sırasıyla herkese haddini bildirmesi bir zaruret ve hatta ilminin de bir gereği, müritlerin de nasibini alması gerek. Şeyhler yanılabilir. Hatta yanılmaları önemle iktiza eder. Özellikle şeyhlerin yanılması ve yanılma ihtimali daha çok tercih meselesidir. Özellikle şeyhlerin yanılanı makbulümüzdür. Şeyhler yanılabilirde, Hayrettin Karaman Hoca yanılamaz mı? Aynı hata payı kendisinde de varmıdır ? Varsa bu eleştirisinde yanılmış olma ihtimali yokmudur.? Diyelim ki yüzde bir de olsa yanılma ihtimali olsa gerektir. Aksi takdirde, Hz. Peygambere de yanılma payı/dünyevi işlerde tahsis ettiğine göre, kendisinin de yanılabileceğini evleviyetle kabul etmesi iktiza edecektir.
Bu durumda kendisinin de eleştirisinde yanılma ihtimalini dikkate alırsak, böyle yanılma ihtimali olan bir meselede şeyhlerin irşat ehliyetini almamız gerekmez diye düşünüyorum. Aynı zamanda asıl vazifelerin ne olduğunu göstermeye gerek olmadığını düşünüyorum. Kendisi vazifesi olmadığı halde, fıkhi yönden bir mahzuru bulunmadığı ya da kendisi de oy kullandığı halde muhatabının siyasal tercihinin ne olması gerektiğine kendisi karar vermesi gerekmediğini düşünmekteyiz. Öyle olsaydı, kendisi kendi kanaatini seçimden önce deklare ederdi bizde istifade ederdik. Şeyhlerin kendi işlerini bırakıp, ( demek ki şeyhlerin dünyadan el ve etek çekmeleri lazım. Onların dünya ve siyasetle işleri olmaz. Aksi takdirde yakışık almaz.) Politik tercihlerde bulunmaları halinde de dünyalık peşinde koştuklarının kabulü iktiza eder. Demek ki merhum hocalarımızdan Mehmet Zahit Kotku( k.s) Milli Nizam Partisini kurma iradesi de böyle bir dünyalık sevdasının karşılığı. Dünyaya meftun şeyhler. Maddi olanı, manevi olana tercih yaklaşımı da söylenmesi gereken son nokta. Tamamen düalist yaklaşım. Din dindarlara, dünyada ehli dünyaya bırakılmalı yaklaşımı. Bu cinayeti de fıkıh ilminde otorite olan bir alim zat söylemekte ne acı. Tevhidi bir yaklaşım yerine, çok ortaklı bir yaklaşım. Ne kadar doğru. Tanrının hakkı tanrıya, Sezarın hakkı sezara. Tabi ki bu taksimi de Sezar yapacak. Öyle değil mi ?
Tabii ki bu makaleden sonra, bu yazısının üzerine gelen tepkilerden sonra da “müritlerin öfkesi” başlıklı başka bir yazı. Anlaşılan yazarımız müritleri öfkelendirmiş. Ancak bu hususta hiçbir kusuru yok. Yazının bütününü müritler okumamış. Yani anlamamış. Haddi zatında onların anlama yeterliliği olabilir mi ki ? Kimse müritler “edepsiz”, “hırslı” ve “sözde müritler” dememiş ve hatta şeyh efendinin irşat ehliyetinin da olmadığı ya da bu durumda kalmadığını söylememiş demek ki. Bir kısım cemaatler, Onlar kendilerini bilir. “İltifata mazhar oldukları için” onlar için fıkhın kapıları da sonuna kadar açıktır. Çünkü onlar “meşru müdafaa” haklarını kullanmaktadırlar. Öyle ya onların basın, yayın ve sermaye gurupları ile hiçbir bağlantıları olmadıkları için bu hakkın kullanılması kaçınılmazdır. Bu hukuki hak ancak, mutasavvıfinden esirgenir. Aslında onların hiçbir hakkı yoktur. Olanların da tez elden alınması icap eder. Hele siyasetle ilgilenmeleri kimin haddine. Bir kısım cemaatlerin mezardaki ölüleri bile kaldırarak oy kullandırtma noktasındaki iradelerine tek bir eleştiri yapılamaz. Siyasi bir partiye verdikleri aleni destek için en küçük bir eleştiri dahi yapılamazdır. Yazarımız kim bilir belki de “aforoz” geleneğinden çekinmektedir. Böyle bir eleştiri kendisine pahalıya patlayabilir. Ama tarikatlara gelince atış serbest. Kimsenin afaroz etmeyeceği kesin. Sadece birkaç tane mürit eleştirecektir. Onları da anlama özürlü olmakla suçlarsın olur biter. Öyle ya yazarımız söz söyledikten sonra müritlere laf düşer mi.? Müritleri tabi olmak düşer. Tabii ki şeyhlerine değil. Yazarımıza. O zaman hiç sorun olmadığı gibi, iltifata da muhatap olacakları kesindir. Müritler öfkeleniyorlar, hakaret ediyorlar, buğzediyorlar. Demek ki sorun müritlerde. Neden böyle yapıyorlar. Yazarımızın tespiti açık. Çünkü tarikat particiliğe soyundu. Hem mensupları arasında, hem de diğerleri arasında soğukluk, ihtilaf, tartışma kaçınılmaz oldu. O halde ne yapmak lazım. Sonuç. Eğer tarikat parti işlerine soyunursa bu işler kaçınılmaz olur. Haddizatında tarikat şeyhinin de “irşat ehliyeti” zayi olur. Bu kadar riske girmeye ne gerek var. Herkes kendi işiyle ilgilensin. Yazarımızda kendisini yormasın. Yazarımız yapmış olduğu hakaretamiz ifadeleri görmekte zorlanıyor anlaşılan. Yazarımız serbestçe hakaret edebilir. İnsanların değerleriyle istediği gibi oynayabilir. Hiç kimsenin ama hiç kimsenin çıtının çıkmaması lazım. Böyle bulunmaz hint kumaşı nerede var? Kendisi öfkelenir, hakaret edebilir hatta buğzedebilir bunda sorun yok. Birileri tepki gösterdiği zamanda kendi yaptığını psikolojideki yansıtma savunma mekanizmasını kullanarak muhataplarına giydirmekte de usta olduğuna göre ortada sorun kalmamaktadır. Yazarımızı bu tutumundan dolayı kınıyor ve kendisini Allah(cc)’ a havale ediyorum. Av. İsmet BAHADIR.
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.