Altaylı'ya hoşgeldin yazısı:Eyvah
Taraf yazarından Fatih Altaylı'ya hoşgeldin yazısı: Dün, aynı pişkinlik, aynı şişkinlik, şerit değiştirdi ve ‘değişik’ bir zeminde gaza bastı. Bu pişkinliğin adı Fatih Altaylı.
Gökhan Özgün/Taraf
Eyvah, Fatih Altaylı!
Dün, aynı pişkinlik, aynı şişkinlik, şerit değiştirdi ve ‘değişik’ bir zeminde gaza bastı. Bu pişkinliğin adı Fatih Altaylı.
Atom bombasından bile sağ çıkacak genlere sahip Fatih Altaylı, Haber Türk’teki ilk yazısına, “Bugün benim için 2 Nisan 2007. Neden mi? Anlatayım” diye başlıyor.
Fatih Altaylı hakikatinin Haber Türk’ün köşesinden tekrar ‘sırıtmaya’ başladığı bugün, benim için 19 Ocak 2007’dir. Hrant Dink’in öldürüldüğü gündür. Neden mi? Ben de anlatayım. Madem Fatih Altaylı utanmıyor, pişiriyor, şişiriyor, anlatıyor. Ben de anlatayım. Bana olanı, olduğu gibi anlatayım,
Sonuçta tarihi teker teker yaşarız, yaşadığımızı kendimize saklarsak, kendimizden bile saklarsak, tarihin bedelini, tarihi tekrar tekrar yaşayarak, hep birlikte öderiz.
Benim için Hrant Dink’in öldürüldüğü gün, içinden çıkılmaz bir gündür. İçine hapsolduğum bir gündür. İçine her gün savrulduğum, içinde çaresizlikten kavrulduğum gündür. ‘Büyük Çaresizlik’ günüdür. Benim çok şahsi tarihimde bu çaresizlik, ne Ogün Samast’ın eseridir, ne de Ergenekon’un. Bizzat Fatih Altaylı’nın eseridir.
Hrant Dink cinayetinden bir kafenin önünden geçerken haberdar oldum. Kafede herkes televizyonun önüne mıhlanmıştı. Herkes ayaktaydı. Büyük acı bünyelere zerk edilirken, sanki herkes ‘askerî’ bir tahammül gösterisine girmişti. Sanki herkes talimli terbiyeliydi. Kafeye muhteşem bir donukluk ve sessizlik hâkimdi. Ben de ister istemez donukluğa ortak oldum. Sanki acıyı kısa süreliğine kanımın Türk kısmında dondurdum. Ve, spikerin sesi içinde çın çın çınlayan bomboş bir kafayla, bomboş gözlerle, az ilerdeki başka bir kafeye kadar yürüdüm. Bir masaya çöktüm kaldım.
Oturduğum masada tam önümde katlanmış bir Sabah gazetesi duruyordu. O günün gazetesi. Hrant Dink’in öldürüldüğü günün gazetesi. Fatih Altaylı’nın ‘O gün’ için öngördüğü, pırıl pırıl bir Türkiye ‘Sabah’ı yani. Boşluğuma boşluk, donukluğuma donukluk katsın diye, katlanmış gazeteyi gayrı ihtiyari önüme açtım. Ve ilk sayfayı görür görmez, birden şiddetle ağlamaya başladım. Hem de ne ağlamak. Ciğerlerim gözlerimden fışkırıyordu, ağladıkça ağzıma kusmuk tadı geliyordu.
Altaylı Sabah’ının ilk sayfasında mümkün olan en büyük puntolarla Türk’ün Haber’ini duyuruyordu. “ASALA Rambo’yla geri dönüyor.” Habere bak. Sayfasına bak. Puntosuna bak. Sylvester Stallone ASALA’yı ‘yücelten’ bir filmde oynayacakmış. Onun haberiymiş. Bir daha bu haberin devamı gelmemiş. Bu büyük haber Hrant Dink’le birlikte göçüp gitmiş. Olsun.
Sonra televizyona baktım. Hrant Dink yerde yatıyor. Üzerine gazeteler örtülmüş. İşte o an, mutlak çaresizlik denen o korkunç ve çok tehlikeli duygu bastı her yanımı. İşte o an böğüre böğüre ağlamaya başladım. Bu gazete, bugünün gazetesi, ‘Ogün’ün gazetesi, Hrant Dink’in cesedini örtüyor olabilirdi. Belki de örtüyordu. Dahası o ‘ kutsal’ otobüs yolculuğunun sabahında, Ogün Samast da benim gibi bu ilk sayfayla burun buruna gelmiş olabilirdi. Bunun adı adaletsizlik değil, ilahi adaletsizlikti. Az bulunur bir şey. İlahi adalet kadar az bulunur bir şey. Herkese, her millete ‘nasip’ olmaz. Müstahak olmak gerekir.
Hayır, Hrant Dink’e ağlamadım. Kendime ağladım. O gün iki yaşında olan çocuğuma ağladım. Oğlumun çıkmazına ağladım. Oğlumu hayat diye içine ‘düşürdüğüm’ şeye ağladım. Bu memlekette hep ‘erken’ doğan, hayata doğamayan, hayata ‘düşen’ çocuklara ağladım. Oğlumu kaçıracak ‘hiçbir yer’ olmamasına ağladım. Buralarda hayatta kalmak için oğlumun Altaylı’ya ‘merkezden’ teveccüh etme mecburiyetine ağladım.
Asker askerdir. Başıboş kalırsa, dünyanın her yerinde, aşağı yukarı aynı ruha sahiptir. Hayatı bir mezarlığa çevirip mezarlık yönetmeyi seçer. Hayatı yönetmez, yönetemez, yönettirmez. Faşist faşisttir. Gemi azıya aldığında, dünyanın her yerinde aynı uçuruma dörtnala gider.
Peki, bu adam kimdi? Bu ilk sayfa neydi? Bu ilk sayfa niye ‘merkez’deydi? Kendini faşistten, askerden farklı kılmak, evet az biraz cesaret ister ama, vicdanen kolaydır. Mümkündür. Ama bok tarlasında bir gelincik olmak. Bok tarlasında gelincik yetiştirmek. Var mıdır bunun bir mümkünü?
Türkiye’de unutmamak suçtur. ‘Kötü niyet’ varsayılır unutmamak. Hafıza nefret ve kin odağı olarak görülür. Türkiye anlamsızlığında aslında doğrudur bu.
Çünkü paylaşılmayan, zorla yalnızlaştırılan hafıza, bir başına kalırsa, hafızanızın karanlık hücresini kimseyle paylaşamazsanız, iki seçeneğiniz kalır, delirmek ya da nefret etmek.
Hafıza paylaşılırsa delirmekten kurtulursunuz. Hafıza paylaşılırsa, nefretiniz, kininiz kaybolur. Bu yazıyı zaten bu yüzden yazıyorum. Şahsi marazımı çoğaltmak değil, azaltmak istiyorum. Bunun için hafızamı paylaşmaya ‘ihtiyacım’ var. (Ayrıca iyi biliyorum ki, bu, Altaylı tecavüzlerinin yalnızca bir tanesidir. Bana ‘kısmet’ olanıdır.)
Böyle bir ilk sayfayı böyle bir cinayete denk getirmek için önceden epey bir atış talimi yapmanız lazım. Bu çok ‘özel’ talim terbiyeye sahip gazetecilerin yok oluşunu görmek istemek, bilmiyorum çok şey istemek midir? Kin midir? Nefret midir?
Böyle insanlar mahkemelerle yok olmaz, muhakemeyle yok olur. Muhakemenin yegâne iddianamesi de hafızadır. Bu nedenle, Altaylı’nın gazetesine teveccüh etmeyen, bu hayâsız pişkinliğe, bu sonsuz şişkinliğe süs olmayan her gazeteciye her yazara teşekkür ediyorum. Tercihsizlikten ve mecburiyetten orada olanlardan da, benim için yazılması kaçınılmaz olan ‘bu yazı’ için canı gönülden özür diliyorum.
Fatih Altaylı Haber Türk’teki açılış yazısını şu sözlerle bitiriyor. “Beni tanıyorsunuz, bizi tanıyorsunuz. 1 Nisan 2007’de kaldığımız yerden devam edeceğiz. Göreceksiniz.”
Bu bir vaatse, eyvah diyesim geliyor. Eyvah!..
Kaynak: