Erol BATTAL
İRAN
İran, 1970’li yılların 2. yarısından sonra dünyanın en çok ilgisini çeken ve merak edilen ülkelerden biri oldu. Hele Türkiye’de insanlar İran konusunda guruplara ayrıldılar. Hatta İran’a karşı tavırlarına göre İslamcı guruplar oluştu, bunlar birbirlerine karşı çok da olumlu sayılmayacak düşünce ve davranışlarda bulundular. Bu gurupları kabaca 3’e ayırmak mümkündür. İran’a ve İran İslam Devrimi’ne cepheden karşı olanlar, İran’a ve İran İslam Devrimi’ne her şeyiyle teslim olanlar ve belli kayıtlarla devrimi destekleyenler. Bir de devleti de yanına almış laik ve muhafazakar bazı kesimler vardı ki, bunlar İran’ı mezhebinden dolayı Müslüman dahi kabul etmiyor, bu konuda yayınlarda bulunuyor, broşürler, kitapçıklar hazırlıyor, özellikle doğu illerinde bedava dağıtıyorlardı. O gün İran’la ilgili bu klik haline dönüşmüş yapıların hiçbiri aslında doğru bilgiler etrafında şekillenmiş değildi. Aradan 32 yıl geçti. İran ve Devrimi ile ilgili bu gün bile sağlıklı bir değerlendirme yukarıda saydığım kesimlerin hiçbiri tarafından yapılmış değildir.
Geçen hafta bir vesile ile 5 günlüğüne İran’da bulundum. İran’ı hangi tahayyül içerisinde değerlendirirseniz değerlendirin, İran’a varır varmaz tahayyüllerinizin yanlış olduğunu hissediyorsunuz. Ben de o şaşıranlardan biri oldum. Aslında İntibalarımı bir köşe yazısı sınırları içerisinde dile getirdiğimde yanlış anlaşılabileceğimden korkmuyor da değilim. 1986 yılındaydı galiba, Atasoy Müftüoğlu, Afganistan Cihadı’yla ilgili o zamanın Zaman Gazetesi’nde o günün İslamcılarının tahayyüllerinin dışında, orada savaşan guruplarla, onların düşünce yapıları ve yaşayışlarıyla ilgili çok da sert olmayan bir değerlendirme yazısı yazdı. Bu yazı sonradan yaşananlarla ortaya çıktı ki doğru tespitleri içerisinde barındırıyormuş. Ancak buna rağmen yazı şiddetli bir tepkiyle karşılandı. Yazı, “cihada kara çalmak” olarak değerlendirildi. Bu tepkinin şiddeti daha sonraki objektif değerlendirmelerin tamamının önünü kesti. Artık hiç kimse Afganistan’la ilgili olarak, ezberlerin dışında söz söyleme cesaretini kendinde bulamadı. Bu nedenle, Rusların, Afganistan’dan çekilişi sonrası yaşananlar, hiçbir zihni hazırlığımız olmadığı için, hepimizi büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Biz orda savaşan herkesi, cennetten dünyaya uçmuş kişiler olarak görüyorduk. Burhanettin Rabbani’nin, Gulbettin Hikmetyar’ın, Ahmet Şah Mesut’un hatta Raşit Dostum’un fotoğrafları öğrenci evlerimizin duvarlarını yan yana süslüyordu. Sonradan bu isimlerin birbiriyle yaşadıkları, bizim için tam bir yıkım olmuştu. Hâlbuki Afganistan’ı hayallerinin ötesinde gerçekleriyle tanıyanlar için bu durum hiç de şaşırtıcı olmamış, Afganistan’a bakışlarını değiştirmemişti. Yukarıda da ifade ettiğim gibi ezberleriyle yaşayan laikler ve İslamcılar İran’a ayak bastığı andan itibaren tam bir şaşkınlık yaşayacaklardır. Hele B. Mahmudi’nin “Kızım Olmadan Asla” filmi’nin İran’a varış sahneleriyle İran’ı değerlendiren laikler, kendilerini şoktan kurtaramayacaklardır. Çünkü kurşunlar havada uçuşmuyor, açık kadınların üzerine namlular çevrilmiyor. Tozlu patika yollarla değil, ışıklı otoyollarla Tahran’a giriyorsunuz. Şehrin ortasındaki 3 km. uzunluğundaki tüneldeki lüks Fransız üretimi ya da yerli üretim arabalarının şoför koltuğunda abartılı makyajlı, saçlarının yarısı açık, vücut hatlarını tamamen sergileyen kot pantolonlu kadınları Türkiye’den daha sık görüyorsunuz. Yıllarca her yere gelişi güzel dikilmiş Atatürk Heykellerinden rahatsızlıklarını dile getiren İslamcılar için; duvarlara, elektrik direklerine, üst geçitlere, bankalara, kafeteryalara, namazgâhlara, merdiven boşluklarına, apartman teraslarına hülasa her yere ama her yere asılmış İmam Humeyni ve Hamaney fotoğrafları oldukça şaşırtıcı gelecektir. Hayır, Ahmedi Necat’ın hiçbir fotoğrafını görmedim. Hatta Hamaney’in fotoğrafı, İmam Humeyni’nin fotoğrafından daha çok. Yazdıklarım beş günlük gözlemler, yanılıyor olabilirim. Rejimi, kendi halkına karşı sürekli kendini savunma refleksi içerisinde gördüm. Aradan 32 yıl geçmiş olmasına rağmen rejim kendisini hala sloganlarla anlatma gayretinde. Tahran Üniversitesi’nde Cuma namazı kıldım, Cumhurbaşkanlığı’nda Ahmedi Necat’ı dinledim, Hamaney’in konuştuğu İmam Humeyni’nin vefat yıldönümü törenlerine katıldım. Üçünde de dinleyicilere Amerika, İsrail karşıtı sloganlar attırıldı. Caddeleri gezdiğimde, 1979’da devrimi gerçekleştiren halk nerede diye sormadan edemedim. Tahran’ın orta yerinde Millet ve Lale gibi devasa parklar var. Saat 13’te biten mesaiden sonra 17’ye kadar her yer kapalı gibi. 17’den sonra halk dışarı çıkıyor ve çoluk çocuk, kadın erkek parkları dolduruyor. Piknik yapanı, top oynayanı, yazlık sinema seyredeni hep bir arada. Tek yabancı unsur, parkın her tarafına ses duyuran dev ekrandaki bir tür vaaz. Tahran’da Velasr Caddesi ve Özgürlük Meydanı mutlaka görülmeli. Kum’da bize aslında çok da yabancı görülmeyen ancak doğru da kabullenemeyeceğimiz görüntülerle karşılaşıyoruz. İran’da ayrıca dikkat çeken bir diğer nokta, bütün ambargolara rağmen inşaatın çokluğu. Her yerde modern bina inşaatlarına rastlamak mümkün. Tahran’daki bütün caddelerin kenarlarına yapılmış su arklarından sürekli berrak sular akıyor. Bu şehre bir serinlik verdiği gibi şehrin çerini çöpünü de temizliyor.
Kolu bacağı olmayan sakatların tamamının 45-50 yaş arası olduğu kısa zamanda dikkat çekici bir hal alıyor. Hemen onların birer gazi olduğunu anlıyorsunuz. Ve savaşın acımasızlığına bir kez daha şahit oluyorsunuz. İran bir çok yönüyle seveninin de,sevmeyenin de görmesi gereken ve gidilmesi kolay bir ülke. Görmenizi tavsiye ederim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.